22 Nisan 2011 Cuma

Der Untergeher #3

"Bir keresinde buz gibi Stefan Katedrali'nde sekiz saat oturup sunağa dikmiş gözlerini, kilise zangocu onu kiliseden şu sözlerle uzaklaştırmış: Bayım, kapanıyor. Dışarı çıkarken zangoca yüz şilin vermiş, acele yapılmış bir davranış Wertheimer'e göre. Stefan Kilisesi'nde ölüm yere düşünceye kadar oturma isteği duymuştum, dedi. Ama başaramadım, bu isteğe karşı duyduğum derin yoğunluğa rağmen. Bunun daha da ötesine geçecek yoğunluğa olanağım olmadı, dedi, zaten isteklerimiz de ancak en yüksek yoğunlukla dilersek yerine gelir. Çocukluğundan beri ölme isteği duymuş, hani denir ya, kendini öldürme isteği, ama hiçbir zaman bu konuda en yüksek yoğunluğu gösterememiş. Daha başlangıçtan beri, aslına her şeyiyle ona iğrenç gelen bir dünyanın içine doğmuş olmakla başa çıkamamış. Büyümüş ve bu ölme isteğinin birden yok olacağına inanmış, ama en yüksek yoğunluğa gene de ulaşamamış, dedi. Sürekli merakım intiharımı engelliyordu, dedi, diye düşündüm. Babamızı bizi döllediği için, anamızı bizi doğurduğu için, kız kardeşimizi de sürekli olarak mutsuzluğumuzun tanığı olduğu için affetmeyiz. Var olmak umutsuzluğa düşmekten başka bir şey değildir ki, dedi. Uyandığımda iğrenerek düşünüyorum kendimi ve başıma geleceklerin hepsi tüylerimi diken diken ediyor. Yattığımda ölmekten, bir daha uyanmamaktan başka bir isteğim olmuyor, ama sonra gene uyanıyorum, ve bu korkunç süreç yineleniyor, yineleniyor sonuçta elli yıl boyunca, dedi. Elli yıl boyunca ölmekten başka bir şey düşünmediğimizi düşünerek gene de yaşıyor olmamız ve bunu tamamen tutarsız olduğumuz için değiştiremememiz, dedi. Çünkü biz kendimiziz acınacak olan, alçağın ta kendisiyiz. Müzik yeteneği yok, diye bağırdı, var olma yeteneği yok! O kadar kendimizi beğenmişiz ki, müzik eğitimiyle olacak bu iş sanıyoruz, oysa yaşama yeteneğimiz bile yok, var olmayı bile beceremiyoruz, çünkü var olmuyoruz bile, var olunuyoruz diye söylendi bir keresinde Währinger Caddesi'nde halimiz kalmayıncaya kadar dört buçuk saat Brigittenau'da dolaşmamızdan sonra. Eskiden gece yarılarını Koralle'de geçirirdik, dedi, artık Kolosseum'a bile gitmiyoruz, dedi, her şey nasıl da tamamen uygunsuzluğa doğru değişti. Bir dostumuz olduğunu sanıyoruz, ama zamanla dostumuz olmadığını görüyoruz, çünkü kesinlikle hiç kimsemiz yok, gerçek bu, dedi."

"Bitik Adam", Thomas Bernhard
YKY, Çeviren: Sezer Duru, s. 36

21 Nisan 2011 Perşembe

Guşadam


"Nobody inspired me to get any of my tattoos besides me. I mean, that's just what I was into and that's what I like. I like art -not like the Mona Lisa art, the real fancy art- I was just into drawing and stuff like that. The best way of expressing it was putting it on my body."

Dime 57


Q: Your wings definitely stand out as a fan favorite, tell us a little about those.
A: Ah man, that's just my free bird. No matter what happens, you can't hold me down for too long 'cause I'ma get back to flight!


Q: How about the big chain around your neck?
A: Oh my chain? Everybody else has chains -like necklaces- so I wanted to get a chain like a dog chain."


Q: So what is the blue bird below your neck all about?
A: That's my thunderbird, man. The King-Thundabird! When I dunk, I bring the thunda."


Q: On your back you have "Birdman" spelled with an extra 'n', does that symbolize anything?
A: Um, no not really. Just BirdMANN. Not "Birdman", just BirdMANN.


Have you heard? What's the word?
It's thunderbird.

17 Nisan 2011 Pazar

Post Mortem (2010)


Festivalin kapanışını yapması için onurlandırdığım film Pablo Larrain'den "Morg Görevlisi" oldu. Aslında genel olarak nasıl başladığının veya nasıl bitirdiğinin önemi abartılıyor gibi geliyor. Fakat festivali bir dönemliğine hayatına yoğun bir biçimde soktuysan, bir süre onun anısıyla yaşamak istiyorsun ve hafızandakilerin en tazesine yöneliyorsun. İçinden geçtiğim dönem nedeniyle belki de, biraz acı bir tat bırakmasını istedim bu festivalin. Böyle bir arzun varsa ve gözüne bir Larrain filmi çarptıysa çok fazla tereddüt etmezsin. Ben de öyle yaptım...

Yönetmenin bir önceki filmi "Tony Manero" da iki sene önce festivali ziyaret etmiş ve bu sene "Torino Atı"nın yarattığı tepkinin bir benzeriyle sonuçlanmıştı. Film sonunda oyuncular akarken salonların yarısı çoktan boşalmış oluyordu, ancak kalanların çoğunun büyük bir tatmin yaşadığı yükselen alkıştan anlaşılabiliyordu. (Festival sonunda da Altın Lale'yi aldığı ödüllerin arasına ekliyordu.) "Morg Görevlisi", belki öncelinin aksine -Kaan Sezyum deyimiyle- 'birtakım şeylerden rahatsız olan insanların' koşarak salonu terk etmelerine yol açabilecek düzeyde ağır sahneler içermiyordu. Örneğin oral seks sahnesine gelen tepkileri, festivalde yeteri kadar zaman geçirmiş biri olarak tahmin edebiliyorum birinci elden tecrübe etmesem de. Ancak "Torino Atı" düzeyinde bir okuma gerektirmese de, filmden tam olarak keyif alabilmek ve hikayeye dahil olabilmek için Şili yakın tarihinden bihaber olmama ön şartını arıyordu. Örneğin Mario ve doktor arkadaşlarının, yönetimi devralan Augusto Pinochet'nin ordusunun önünde muayenesini yaptıkları kadavranın Salvador Allende'ye ait olması zihninizde hiçbir şeyi uyarmıyorsa bu filmle pek fazla şansınız olmayacaktır.

Bir önceki filminde yaptığı gibi Pinochet rejiminin ilk günlerinden bir kesit almayı tercih eden Larrain'in hikayenin merkezine oturttuğu karakter gösterişsiz, sıradan ve apolitik bir morg görevlisi olan Mario. Hatta o günün şartlarında gerçek olamayacakmış gibi gözüken bir politik yönsüzlüğü var. Fantezilerini süsleyen karşı komşusu Nancy'nin evine girip onu bulamadığında, ama yine de içeri buyur edildiğinde içeridekilerin konuşmasını uzaktan takip edip bir tepki göstermeksizin çekip gitmesi yahut hastaneyi ele geçiren Pinochet askerleri adına albay tarafından Şili ordusuna kabulü ilan edildiğindeki belli belirsiz gülümsemesi faşist bir geçmişten geldiğine yorulabilir. Yönetmenin "Tony Manero"da hikayeyi bir faşistin -en azından bireysel bir faşizmin tutsağı olmuş bir karakterin- gözünden anlatmayı seçmiş olması da bunu güçlendirebilir. Hatta iki karakterin de aynı oyuncu (Alfredo Castro) tarafından oynanmış olması da bir veri sunabilir. Ama pek güçlü bir veri değil... Zira Larrain-Castro ortaklığı artık bir kader birliği haline gelmiş durumda ve Larrain'in üç filminde de başrolde aynı oyuncu vardı. Hatta Castro'nun "Tony Manero"nun senaryosuna da katkıları olmuştu ki Larrain gibi filmin tamamen kendi yaratımı olması arayışındaki bir auteur için çok yaygın bir durum değildir böylesine bir katılıma izin vermek. Larrain sinemasının alamet-i farikası olan tekinsizliği sergileme konusunda tanrı vergisi bir yeteneğe sahip Castro ve bu rolün de hakkını yeterince vermiş bana kalırsa.


- Ne iş yapıyorsun komşu?
- Memurum.

- Peki beni neden buraya getirdin?

- Hava atmak için.
- Bana niye hava atmak istiyorsun ki?
- Kişisel sebepler.


Çin lokantasında geçen bu konuşma ne kadar kritikti bilmiyorum. Aşktan ziyade bir saplantıya özne olmuş gibi gözüken deneyimsiz bir erkeğin, arzu duyduğu kadını elde etmek için evrensel olan ama filmde daha çok 'bayağı' gözüken yolları uygulayışını görüyoruz arka arkaya. Fakat bir yandan da ilk buluşmada "Evlenelim mi" geçebilecek kadar gerçeğin dışına taşabilen bir ritüel... Nancy ile yaşadığı ilk gerçek ortak anda, onu evine bırakmaya çalışırken kendisini komünistlerin yürüyüşünün içerisinde bulması ve Nancy'nin komünist arkadaşlarından birinin onları durdurup "Bu dökük arabanın içinde ne işin var Nancy" diye sorması. Politik yönsüzlüğüne paralel olarak hiçbir aidiyet hissedemeyen, komünistler için de faşistler için de 'öteki' olan bu adam gerçekten bir mahcubiyet hissediyor muydu? Menüdeki yemeklerin ismini okuyamazken arzuladığı kadını bir Çin lokantasına götürmeyi seçmesi, söylediği gibi bu mahcubiyetten kurtulma arayışı mıydı? Mario'nun verdiği beklenenden hayli sapmış tepkiler bunlara tam olarak bir cevap bulmamıza engel oluyor. Ya da izleyiciye hakikaten çok fazla yorum alanı bırakıyor...


Komünistlerle çevrili bir hayat süren, fakat daha Mario'yu "Bu yola girmeyelim" diye yürüyüşten uzaklaştırmaya çalışmasıyla bu hayattan hoşnut olmadığını gösteren Nancy ve vücudu delik deşik Allende'nin zorla yazdırılan adli raporda geçtiği üzere 'intihar ettiğine' inanabilecek kadar izole -veya birtakım kişisel sebeplerden ötürü fazlasıyla yanlı- Mario karakterlerinin yanında o günkü Şili toplumu için indikatör görevi görecek esas karakter ise Amparo Noguera'nın oynadığı Sandra karakteri. Allende'nin kadavrasını iç muayene için kesmeyi reddeden Sandra, buna rağmen Pinochet ordusunun idaresine geçmiş hastanede onlarla işbirliği yapmaya ve bir ordu çalışanı olmaya devam eder. Ta ki morga yanlışlıkla gelen bir komünisti hayata döndürdükten sonra, onun ve refakat eden hemşirenin ölü bedenleriyle karşılaşıncaya dek. Tasvip etmediği -ve doğrusu tasvip etmemek için insan olmanın yeterli olacağı- bir diktatörlükle yine de işbirliği yapmaya devam eden bir oportünist olarak Sandra o günkü Şili toplumunda yalnız değildi. Bunu hiçbir kötü düşünce içerisinde olamayacak bir karakter görüntüsü çizerken yapması, "Okuyucu"da Kate Winslet'ın canlandırdığı Hanna'yı anımsattı bana biraz. Fakat evlerinde komünist toplantıları yapılmasına rağmen, "Ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız" diyen Nancy'nin aksine bu savaşta gerçek bir tarafsız olarak zulme uğruyor Sandra. Kolektif suçluluk tartışmasına uzun uzadıya girmeyeceğim ama bu bağlamda "Kader diyemezsin, sen kendin ettin" demek lazım Sandra'ya. Hiçbir şey etmemiş gibi gözükmesine rağmen, işbirlikçilikten geri duramadığı için.

Teknik anlamda çok fazla konuşabilecek bir yetkinliğim yok, fakat 16 milimetre formatında çekilen film böylelikle biçimi içeriğe yaklaştırarak kompakt bir üslup yakalamayı başarmış diyebiliriz.

9 Nisan 2011 Cumartesi

A Torinói Ló (2011)


Reha Erdem gösterimi sonrasında ağlamış. Ben uzun süredir ağlayamıyorum. Ağlayabilsem de ağlamazdım muhtemelen, o kadar da değil. Ama alkışladım... Friedrich Nietzsche ile bir süre ilgilendim, lisemin hemen her mezununun kendine engel olamadan yaptığı gibi. Ya da her dünya insanının yaptığı gibi. Öte yandan ancak her dünya insanının yaptığı kadar. Yine de filmin felsefi olarak nereye oturduğunu anlamama yetti bu kadarı. O yüzden gözünüzü korkak alıştırmayın. Altıncı günü geride bırakabilirseniz, bunun ödülü muhtemelen yolculuğun tüm o zorluğuna fazlasıyla değecektir.

"Even embers went out."

Su Testisi


Kendini çok ciddiye alan orta yaşlı ve sıradan bir adam, heyecanla anlattığı hikâyesini, “Su testisi su yolunda kırılır” diyerek noktaladığında neler düşünür, o ortalama beynindeki nöronlar ne tür sinyaller gönderir, atış menzilindeki bahtsızların nasıl bir tepki vermesini bekler, bunları tam bilemiyorum. İlgimi de çekmiyor.

“Su testisi kanseri!”

Oldukça ciddi bir yüz ifâdesi ve yüksek perdeden bir ses tonu ile ortalığa saçılan bu yorum, yaş ve IQ olarak medyan civârında seyreden hikâye anlatıcımızın beklediği işâret olmayabilir belki; ama birtakım şeyleri doğru yaptığımızın göstergesi olduğu kesin. “Çalışkanlar kümesi” ya da “Sevgi böcekleri kümesi” değil de “Horozlar kümesi” adını almaya çalıştığınız ilkokul yıllarını hatırlayın. Daha mutlu değil miydiniz be orospu çocukları?

Orhan Adams, 2011, Sıkıntılı bir otuzbir sonrası, İstanbul

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...