31 Ağustos 2011 Çarşamba

Lithuanian Wrap - Day 1


Geçen sene böyle bir seri yapabilecek olsam, sözcük oyunlu cin başlık kategorisine sokulabilirdi kolaylıkla. Ekibin geri kalanından gelecek yardımlarla, her gün yazamayacak olsak da bir seri haline getirebiliriz.

Fotoğrafı ararken iki mutfak ziyareti yapmak zorunda kaldım, daha fazla vakit kaybetmeden ilk günden arda kalanlara bakalım.



1. 24 takımlık yeni formatı bugüne kadar her yerde kıyasıya eleştirdim. Sokağa çıkabilir miyim?

Rahat olabilirsiniz, yanılmadığınızı ele güne ilan etmenize izin veren skorlar söz konusu... Ama öncelikle bu tartışmadaki safımı açık etmem gerekiyor. Ben de 24 takımın Avrupa şampiyonası için gereğinden fazla olduğunu düşünmekteyim. Örnek olarak, futbolda böyle bir genişlemeyi anlayışla karşılayabilirim. Orada da 'topçu' diye nitelendirilebilecek oyuncuların soyunu tehlike altına sokacak fiziksel gereksinimler ortaya çıktı ve zaten hayli sıkışık olan fikstüre ekstra birkaç maç daha eklemenin yaratacağı yük tartışılabilir. Fakat kesinlikle bu genişleme için daha fazla argüman öne sürebilirsiniz. Elit oyuncuların büyük çoğunluğunu 10-12 ülkenin kuvvetlerinde bulundurduğu bir ortamdan bahsediyoruz. En baba basketbol ülkesi Yugoslavya'nın dağılan parçaları olan ülkelerin milli takımları dahi, oyun kurucu direksiyonunu doğdukları yerlerde tanınmayan birtakım Amerikalılar'a bırakmış durumda. Somutlaştırmak için daha fazla şey yazmaya ihtiyaç duymuyorum.

Öte yandan, futbolun aksine büyük güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı bir oyun basketbol. Örnekse 2004'te Yunanistan'ın yaptığına benzer bir şeyi, bu oyunun yakın geleceğinde görmüyorum. Son şampiyonaları düşününce, sürpriz bir yarı finalist bile gelmiyor aklıma. Indianapolis'te Yeni Zelanda'nın başardığı, belki de uzun yıllar çok uç bir örnek olarak bizi takip edecek. Fakat takım olgusunun en hissedilir boyutlara ulaştığı ve kenarda Tab Baldwin gibi yoğurdu farklı yiyen bir koçun bulunduğu o özel durumda bile, beklentilerin altında kalan Avrupalı takımların bu yürüyüşteki payı göz ardı edilmemeli.



Kadrodaki derinlik sıkıntılarının ya da çeşitli diğer yetersizliklerin, geleneksel olarak sıkışık bir fikstürde oynatılan bu turnuvalarda bir noktada sorun teşkil etmeye başladığında da hemfikiriz artık. Fakat daha minimal yaklaşırsak, grup safhasında her geçen günün ve hatta maç içinde her geride bırakılan çeyreğin güçlü takımların lehine olduğunu da vurgulamalıyız.

Bugün Rusya-Ukrayna dışında tüm maçlar -en azından benim öngörülerime göre- tepedeki üçlünün bir temsilcisiyle, aşağıdakilerden birini karşı karşıya getirdi. D grubunun da şaka gibi bir şey olduğunu ve Ukrayna'nın bu konumunu pek de hak etmediğini eklemeliyim. Bunların dışında seviyelerin en yakın gözüktüğü diğer maç Karadağ-Makedonya idi. 20-25 dakikalık bölümünü seyretme imkanı buldum ve gerçekten dengeli seyreden bir maç vardı. Fakat Karadağ'ın da kendini henüz bir güç merkezi olarak ispatlamadığını ve farklı bir grupta kolaylıkla aşağıdaki üçlüye dahil edilebileceğini eklemeliyiz. Zaten uzatmaya gitmiş olsa da, ortaya çıkan tabloda bu bile bir istisna yaratamadı. Yani üst paragraflarda tartıştığımız güç farklarının er ya da geç ortaya çıkacağı teorisini, kural olarak ilan etmek için bilimsel bir dayanağa sahibiz.

Bu tablonun ilk grup safhasını keçiboynuzu kıvamına getireceği ortada. 16 takımlı sistemde en azından bazı favorilerin ilk günden yenildiğini görebiliyorduk. Son torbadan gelen takımlar açısından da bir tokat atmak için ideal gündü. Bugün Letonya, Bosna Hersek, Finlandiya ve Makedonya rakipleri karşısında ilk yarıyı önde kapattılar. Ancak takımı sırtlayan oyuncuların faul problemine girmesi, yorulması veya rakip kenar yönetimlerdeki tecrübeli koçların yaptıkları karşı hamleler maçları doğal seyrine geri döndürdü. Birçok takımın bu seviyede yarışmacı kalabilecek 7-8 oyuncusu var ve günler ilerleyip, koçlar benchin son sıralarına bakış atmak zorunda kaldıkça işleri daha da zorlaşacaktır. Maç kadrolarındaki oyuncu sayısının 14'e çekilmemesi de küçük balıkların lehine gözüküyor, zira oyuncu kaliteleri arasındaki fark oralarda daha dramatik. Sırbistan böyle bir durumda Uros Tripkovic'i getirecekti mesela, Portekiz ise muhtemelen saçı dökülmüş bir başka Benfica topçusunu.



2. Bir basketbol ülkesi olarak Litvanya koca bir yalan mıymış?

Avrupa sezonu boyunca Vilnius, Kaunas ve Siauliai dışında çok fazla Litvanya şehri görmesek de genelde kapalı gişe oynanan maçlar, Twitter'daki tutkulu çocuklar, milli maçlardaki sakallı zangoçlar, davulcular ve daha bir sürü faktör vardı Litvanya'nın batısından doğusuna demir çemberlerle örüldüğüne inanmamızı sağlayan. İlk grupların yavan bir seyirlik haline gelmesi veya şampiyonanın daha uzun bir takvime yayılmasından olabilir, ancak ilk gün pek bir şampiyona heyecanı yoktu salonlarda. İlçe turnuvalarında Alytus'taki salondan daha iyi lise salonları gördüğümü itiraf etmeliyim. Ama Alytus zaten en dandik şehir galiba, otobüs hattı bile yokmuş. Bizim maçların oynandığı şehirde de iki tane lokanta varmış NTV ekibinin söylediğine göre. Daha önce milli takım maçları için Mustafa Denizli'nin yaptığı Bursa totemine benzer bir şeyden dolayı orada oynuyoruz belki de. Ya da basketboldan daha derin kaygıları olan şehirler bunlar. Ama Litvanya'daki bu küçük şehirler için turnuva öncesinde yapılan Werchter benzetmeleri fazla romantik kaldı. Özellikle Alytus'taki salonda maç izlemekten hiç hoşnut değilim. Sovyet nostaljisi yaşatmak mı istediler, nedir?



3. C ve D grupları birkaç sene öncesinin eleme gruplarını hatırlatıyor, kabul. Fakat A ve B grupları hayatta bir kez tecrübe edilebilecek şeyler mi sahiden?

Bu gruplarda yeni yapıda çok sık rastlanılmayacak bazı konstelasyonların yaşandığı açık. Ama İtalya'nın süperyıldız diye ortaya attığı Andrea Bargnani, Marco Belinelli ve Danilo Gallinari gibilerinin bu sıfatın karşılığını ne kadar verdikleri bile hayli tartışılabilirken, rotasyonun geri kalanının bir sürü sıradan adamdan oluştuğunu görmezden gelemeyiz mesela. Stefano Mancinelli'yi de bir kenara ayıralım, o da her şeye rağmen vasat üstü bir Euroleague oyuncusu. Fakat hala eli belinde Marco Mordente'nin atacağı üçlüklere bel bağlayan bir takımdan bahsediyoruz. 1/3 üçlük, 1 top kaybı ve 3 faulle 8 dakika sahada kaldı Mordente. Takımın savunmada Bargs'ı sırtında taşıması yetmiyormuş gibi, bir de Mordente'nin matador performansını izledik. Zamanında iyi topçuydu ama. Yeri gelirdi, o takımı sırtında taşırdı. "Fair play to the lad." Sadece hala ona muhtaç olan bir takımdan bahsettiğimizin altını çizmek istedim. Luca Vitali'nin sakatlığı talihsizlikti gerçekten, ancak buradaki en talihsiz takımlardan biri olmadıkları da açık. İyi olmayan bir Sırbistan'dan iki çeyrekte 22 sayı fark yediler. Maç başındaki erken kroşelerin ve üçüncü çeyrekte bir süreliğine etkili olan alan savunmasının kompanse edebileceği bir fark olmadı haliyle.

İtalya örneğini arkamızda bırakalım. Kattash-Sheffer-Sharp devirlerinin çok gerilerde kaldığını düşünürsek, Omri Casspi dışında ülkeden son dönemde çıkan bütün oyuncuları kadrosunda bulunduruyor İsrail. (Meir Tapiro, içim kan ağlıyor.) Fakat onlar da Maccabi Tel Aviv'in yatırımlarına rağmen hiçbir zaman bir basketbol ekolü olmadılar ki... O kelime tartışmaya açık, Türkiye'nin de bir ekol yaratamadığı söylenegelir hep. "Hiçbir zaman bir güç merkezi olamadılar" diyelim. Bugün 27 sayı fark yediler Almanlar'dan. Geçen yaz NBA Türkiye için yazdığım "Fırsat Avcıları" başlıklı yazıya dönelim. Bu yazıda gerçekten hiçbir yeri olmasa da... O gün o yazıya gruptan çıkamayan Almanya'yı dahil ettiğimde, bu da yersiz gözükmüştü çünkü. Kastettiğim buydu ve ilerleyen günlerde daha belirgin biçimde ortaya çıkacağına inanıyorum demek istediğimin. Bir yere varacaklarsa, bunun salt Nowitzki-Kaman ikilisiyle değil İstanbul'da ilk büyük tecrübelerini yaşayan o 88-89 jenerasyonunun birlikteliğiyle mümkün olacağı açık. Belki Dirk Nowitzki emekli olduktan sonra elde edecekleri başarılar için de geçerli bu.

Bizimkilerin bu tabloyu bozup, Büyük Britanya'dan kötü bir günlerinde onların tabiriyle bir 'sucker punch' yemesinden korksam da A ve B gruplarında bugün yukarıda gözüken üçlülerin, aşağıya kaymayacağını düşünüyorum. Ancak esas sıkıntı gruplar birbirine katıştığında hasıl olacak ve bu karşı koyamayacağım bir gerçek. Bu tarafta İspanya-Litvanya-Türkiye-Sırbistan-Almanya-Fransa var, sizde ne var?



4. Ev sahibi turnuva bitiminde bir Serdar Ortaç klibine mi uyanacak, yoksa halıdan kusmuk mu temizleyecek?

İlk gün takımları test etmekten çok, hazırlık döneminde oluşan uyku mahmurluğunu ortadan atacak 1-2 çeyreklik soğuk su bombardımanı işlevi gördü. O yüzden prematüre çıkarımlar yapmak istemiyorum. Sadece ev sahibi Litvanya'nın gözükenden daha sorunlu bir kadroyla buraya geldiğini düşünüyorum. Dün de böyle düşünüyordum, Büyük Britanya'yı aşağıdakilerin en iyilerinden biri olarak görsem de bugünkü maçtan sonra da düşüncem değişmedi. Bir şeyler ters gitmeye başlarsa, Sarunas Jasikevicius kariyerinin bu bölümünden sonra bir saatli bombaya dönüşecektir. Veteran rolünü kucaklayan süperyıldızlara çok sık rastlamazsınız, Saras'ın yüksek egolarının da bu konuda bir istisna olmasına izin vermeyeceği ortada. Aynı şekilde ülke basketbolu için önemli bir figür olsa da Darius Songaila'nın dakikalarının, Jonas Valanciunas'a verilmesi 2010'daki havanın bir benzerinin yaratılması için güzel bir adım olabilirdi. Ancak Songaila'nın omzuyla basket atan bir dev olduğu gerçeği unutulmasın!



5. Vladimir Dasic... Zamanı geldi mi bu çocuğun?

Teyakkuzda olun, ama daha değil. 20 sayı atıp 16 tane de rebound çekmiş, daha fazla ne yapabilir ki? Böyle göründüğünü biliyorum, bugün bazı bölümlerde hakikaten parladığını da kabul etmeliyim. Fakat bu bugüne kadar ondan görmediğimiz bir şey değildi. Zaten bunları yaptığı için Real Madrid tarafından transfer edildi. (Evet doğru bildiniz, bir oyuncuyu sırf kaşı gözü güzel veya döşü kıllı diye Real Madrid'e almazlar... Beyim.) Görmediğimiz şey bunu istikrarlı olarak yapacak mental kararlılığa ulaşmasıydı. Bu noktadaki yetersizliği de daha önce kirada geçen ayların sebebiydi zaten. Ya da Lottomatica Roma'da iyi oyuncuların parmakla sayıldığı bir kadroda zemin patlama sezonu için hazırken, birkaç kaşı kaldırmaktan öteye gidememesinin arkasında yatan da buydu. Dasic'in ikinci yarının hemen başında istatistik hanesinde 16-14 yazdığını düşünürsek, basit bir matematikle özlenen istikrara kavuşması için önünde daha yolu olduğunu söyleyebiliriz. Ama dikkat etmeli, zaman daralıyor.

Not: Bugün Kaan Kural'la Dasic'i masaya yatırdık ve o da bana destek çıktı. Yani bu konuda bana katılmıyorsanız, eve gidin peynir falan yeyin bence.



"Senede bir kez oynar, o da bize denk geldi."

Elmedin KIKANOVIC (33 dakika, 6/9 şut isabet oranı, 15 sayı, 4 rebound, 2 blok)

Dasic veya Janis Blums'un da böyle performansları tekrar edebileceğini söylemek kolay değil. Ancak kariyerlerinde bir noktaya gelmiş, belli şeyleri görmüş oyuncular. Petteri Koponen de 14 sayı ve 6 asistten daha önemli bir şey yaptı ve yetenek olarak sınırlı bir oyuncu grubunu, Hırvatistan karşısında maç sonuna kadar kafa kafaya oynattı. İyi bir liderdir zaten de, onun sırrı yaz mevsiminde ve böyle kısa ömürlü turnuvalarda sanırım. Çünkü kendisi yıllarca her türlü yaz liginin kralı olup her sene Portland taraftarlarının ağzına bir parmak çalmış, sonra da sessiz sedasız kamp kadrosundan kesilen son oyuncu olmuştur. Bu takım Portland bile olsa, bir takım bir hatayı kaç kez yapabilir? Muhtemelen bir sıkıntı vardır. "Araştırmışlar, almadılar..."

Kikanovic'ten böyle bir şeyi bekleyen birileri olduğunu sanmıyorum. Cadel Evans bahsini düşünecek olursak, belki İnan Özdemir... Ama o kadar. Ratko Varda'nın son anda ıskartaya çıkması bu 1988 doğumlu çocuğun şansı olmuş ve partneri Mirza Teletovic kendi bireysel yarışmasında kötü bir gün geçirirken (0/9 ile üçlük attı) önemli bir katkı sunmuş. Ben maçı izlemedim, bilemem ama öyle yeni bir yıldızın doğuşuna tanıklık ettik gibi bir durum yok sanırım. Zaten sayılarının çoğu maçın ilk bölümünde gelmiş. "Maçın ilk bölümünde atınca da 2 sayılıyor, son bölümünde atınca da 2 sayılıyor" dedi Olasılık sınavında bütün sorulara 50% cevabını veren adam.

"Sizin için özenle seçtik."


İkisine de daha fazla katılamazdım... (RT konusundaki cömertliğim gözlerden kaçmasın.)

30 Ağustos 2011 Salı

Turning Japanese


Fujiya & Miyagi 14 Ekim'de Ghetto'da sahne alacak. Söz Simon Reynolds'ta. Dikkat edin, tükürür.


"NME'nin bir zamanlar yarattığı "Sanatçının Bir Tüketici Olarak Portresi" köşesinin arkasında yatan düşünce korkutucuydu, hatta bir bakıma suç teşkil eder gibiydi. Yaratıcılığın derinlerden bir yerden geldiği yönündeki romantik ideden ziyade, vurgu sanatçının damak zevki ve etki yolları içinden yaptığı bilinçli seçimler aracılığıyla bir kimlik oluşturması fikri üzerindeydi. "Sanatçının Bir Tüketici Olarak Portresi" başlığında bile vurgunun açıkça 'olarak' kelimesi üzerinde olduğu sezilebiliyordu: Buna bir kez olsun, 'farklı' bir açıdan bakalım. Fakat yavaş yavaş 'olarak' kelimesi, ilk plandaki bu etkisini kaybetmeye başladı, artık sanatçılara bu açıdan bakmanın tamamen normal algılandığı bir döneme gelinmişti. Bundan başka ne olabilirlerdi ki? Bir pazar yerinde, kimliğini en doğru ifade edecek düşünceleri seçmeye çalışan tüketicilerden başka?

Bir anlamda batı müzik kültürünün sanatçı ruhlu, hipster kesimi farkına varmadan günden güne Japon yoluna sapıyordu. Britanya'da pastiş ya da taklitçilik ruhu, zaten halihazırda glam rock ve sanat okulları geleneği sayesinde sağlam köklere sahipti. Yalnızca bir dönem Saint Etienne, Stereolab ve The High Llamas gibi grupların öncülük ettiği sınırlı düzeydeki bu hassaslık eğilimi, neredeyse tüm müzik kültürünü içine alacak kadar yayılacaktı. Bugünlerde The Horrors'dan The Go! Team'e veya The Klaxons'a kadar, her şeyde o Japon aromasını kolaylıkla tespit edebiliyorsunuz. Dahası Britanya müzik kültürü bugün, Japon gibi görünmeye çalışan bir ekibe de konaklık ediyor. Brighton çıkışlı Fujiya & Miyagi'nin retro-chic müziği (Neu! ve Can, Happy Mondays ve Stereolab ile buluşuyor) fetişçi bir eğilimi detaylı olarak gözler önüne sermeye yardım ediyor."

Buradan sonra Reynolds, ABD'deki Japon esintilerini de LCD Soundsystem örneği üzerinden uzun uzun açıklıyor. Geçtiğimiz aylarda piyasaya çıkan son kitabı "Retromania: Pop Culture's Addiction to Its Own Past" içerisinde bunu ve daha fazlasını bulabilirsiniz. Ben henüz 200 sayfalık bir bölümünü okuyabildim ve daha geniş çaplı bir değerlendirmeyi sonraya bırakıyorum. Fakat Ters Ninja'da Murat Ocakcan hayli yerinde bir inceleme yazısını zaten kaleme almış. Reynolds'ın burada da bahsedilen 'kervan yolda düzülür' stili, okuyucuyu bu modern zaman sorgulamasının içerisine çekmekte kesinlikle başarılı oluyor ve keyifli bir okuma vadediyor. Bu kadarını söylemekle yetinip, Ocakcan'ın yazısına gönderelim şimdilik. Tık!


Yazıyı yazarken de inadına Reynolds'ın banka hesaplarını tekrar şekle sokmak adına yaptıkları yeniden bir araya gelme gösterileri nedeniyle ruhunu kaybetmekle suçladığı Pixies'i dinlemekteyim. İmkanım olsa "Doolittle" albümünün yirminci yılını kutladıkları o tura da giderdim sanırım...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Gece Kadar

Bu Premier League gününden ne bekliyorum?

Bir süreliğine herhangi bir şeye 10 dakikadan fazla odaklanamayacağımı zor yoldan öğrendiğim bir dönemde, moda deyimle aptal kutusunun karşısında saatler öldürmeme yardımcı olmasını. Bu misyonunu aşıp, gerçekliği unutturabilecek kadar ileri giderse malum Murat Kosova cümlesini hayatıma yön verenler arasına katarım vakit kaybetmeden. Bu yazı da benzer bir amaçla yazılıyor aslında. Ama televizyon biraz daha risksiz seçim. Çağrışımlar için müziğe ihtiyaç duymuyorum gerçi, yine de İngiliz aksanına kendini bırakmak biraz daha kolay.


Neler bekliyorum?

14:05 SporMax/PL TV, Villa Park
Aston Villa - Wolverhampton Wanderers

Günün çok erken maçı. İngilizler 'brunch üstü aile eğlencesi' olarak bakıyor olabilirler, benim o saatlerdeki Akatlar deneyimlerimde hep maç saatine şikayet vardı. Gerçi iyi bir yandaş bulabildiyseniz -şu anda vatani görevini yapan Çağrı Turhan'a çok selamlar- sonrasında farklı planlara girip hafta sonundan maksimum verimi alabiliyorsunuz. Yine de yerel saatle 12:05 maçın başlama saati, pek akıl karı değil. Birmingham'ın gece hayatı nasıldır bilmiyorum, ama ileri uçta partilemekten hiç sıkılmayacakmış gibi gözüken bazı arkadaşlar var. Dikkat!

İki takım da sezona iyi birer giriş yaptılar, özellikle Wolves cephesinde sezon öncesine göre Mick McCarthy'nin bayağı kredi topladığını söyleyebiliriz. Liderliği bir günlüğüne de olsa devraldılar, taraftar tabanının çoğu için bir ilkti. Molineux'deki hava, bu maçta gelecek olası bir mağlubiyet sonrasında dahi McCarthy'ye karavanında rahat bir uyku çekmek için izin verecek kadar olumlu. Geçen sezonki Villa Park buluşmasında Wolves bu derbide 31 yıl aradan sonra ilk deplasman galibiyetini almıştı. O günlerde McCarthy'nin ihtiyaç duyduğu bir zaferdi bu. Zaten hala görevde olmasını da böyle ışıltılı galibiyetlere borçlu. Bu sezon düşme korkusu yaşamak istemiyorlarsa, manşet galibiyetlerin yanına günün-diğer-maçında-ise tipi galibiyetleri de eklemek durumundalar. Geçen sene United'ın namağlup unvanını elinden almayı -ilk denemede de çok yaklaştıktan sonra- ikinci denemede başaran bir takımdan bahsediyoruz. Manchester City, Chelsea ve Liverpool'a karşı da birer galibiyet aldılar, ancak Stephen Hunt'ın mükemmel ayak içi olmasa şu anda çok farklı şeyler konuşuyor olurduk. Serdar Ortaç'ın sahnesinden, Çekmeköy'deki kör kavşaklardan falan.


Villa Park ahalisi yerel rakiplerini alt lige kaybetmekten çok şikayetçi olmasa gerek. Öyle ki kulüp, onlar adına bu Schadenfreudenin mimarı olan Alex McLeish'i göreve getirmek için hiç zaman kaybetmedi. Ellerinde kalan en derbiye benzer şey bu maç, ironik olarak McLeish'in de kendini ispat için ilk fırsatı olacak. Şu anda puan durumunda edindikleri dördüncü sıra hiç fena değil. Ancak Mark Hughes sonrası takıma kişiliğini serpmek için anlamsız işler yapan Martin Jol'ün takımı karşısında beraberlik ve savunmanın merkezindeki sakatlıklarla birlikte belki de en yetersiz onbirleri sahaya sürmekte olan Blackburn'e atılan üç golün ayakta alkışlanacak başarılar olmadığı açık. Her ne kadar Wolves da ilk iki haftada aynı takımlarla oynamış olsa da, Molineux insanlarının bu tip şeylere daha aç olması gibi bir fark var arada. "Fazla sivrilmeyeceksin arkadaş."

Fantezi takımım adına N'Zogbia-Bent-Dunne üçlüsünden gol veya goller, asist veya asistler, hatta işi yüzsüzlüğe vurup 30 puan falan bekliyorum. Matt Jarvis de takımda ama... Kevin Doyle da öyle. Villa ileri hattının yapacakları, o hattın nasıl dizileceğiyle doğrudan ilintili. Forvet arkasındaki rolü en kolay kucaklayabilecek özellikteki isim olarak Gabriel Agbonlahor gözüküyordu esasen. Fakat Blackburn maçında soldan hayli etkili oldu. Bu etkinliğin ne kadarını Michel Salgado'ya borçluydu, emin değilim. Emile Heskey'nin de forvete yancı rolünden ziyade kanatta yaptıklarıyla bir veteran olarak nişini bulduğuna inanıyordum. Blackburn maçındaki sonuçlara fazla anlam yüklememesi, bunların çok sağlıklı veriler olmadığını fark etmesi önemli McLeish adına. Yoksa istim üstündeki Wolves ileri hattı erken bir golle, zor bir öğleden sonra getirebilir.

Kazanan kadroyu yine bozmayacaktır McCarthy. Bu arada en az sahte Mike Dunleavy kadar komik bir sahte hesabı var onun da. Tık! Geçen haftaki maçtan önce 'kazanan kadroyu değiştirmediğim gibi, uğurlu iç çamaşırımı da değiştirmiyorum' yazmıştı mesela. Sandalyeden düştüm. Aston Villa cephesinde sağ bek Luke Young, Malezya sermayesinin Loftus Road'a getirdiği ikinci oyuncu olabilir. (Zaten sakatlığı da halen sürüyormuş, yerini muhtemelen hafta içinde gol atan Eric Lichaj doldurur.) İlk maçta sağ bekte Kieron Dyer'ı kullanan bir takım için, yukarı taşıyan bir hamle olacaktır büyük ihtimalle.


14:45 Lig TV, DW Stadium
Wigan Athletic - Queens Park Rangers

Kura Roberto Martinez'e sezonun ilk üç haftasında bütün yeni gelenleri lige buyur etme gibi bir lütufta bulunmuştu. Geçen sezonun prömiyerindeki (TDK onaylı) Blackpool bozgununu düşünecek olursak, kelime seçimine itiraz edilebilir. İlk iki maçtan çıkarılan 2 puan tatmin edici olmaktan uzak. Geçen haftanın kaçırdığım maçlarından biriydi ve tekrarını da yakalayamadım, fakat Swansea deplasmanında beklemediğim kadar tehlikeli bir görüntü çizmişler. Yine de kaçan penaltıyı ve direkten dönen topları düşününce, bununla avunmak pek kolay olmasa gerek. Copa America'dan çok hazır dönmediği söylenen Hugo Rodallega'nın bitiriciliğine acilen ihtiyaç duyuyorlar derken, Antolin Alcaraz'ın sakatlığıyla sarsıldılar ki bu da bir şekilde Copa America'ya bağlanabiliyor. Mauro Boselli tecrübesini de düşününce, Martinez'e alışveriş alışkanlıklarını değiştirmesini öneriyorum.

Loftus Road'da Tony Fernandes, yabancı sermayeyi temsil eden bir West Ham taraftarı olarak belki çok popüler bir figür olamayacak. Ancak Briatore-Ecclestone konsorsiyumuna oranla, takım için daha hayırlı bir Formula 1 ünlüsü olduğu kesin. Neil Warnock da paranın kokusunu almışa benziyor, yeni sahibin peşinden pek ayrılmıyor. Joey Barton kesinlikle yararlı olacaktır ve -hakikaten bazı dönemlerde yıpratıcı olabildiğini bizzat tecrübe ettiğim Twitter akıl sağlığını çok bozmamışsa- sezonun geri kalan iki haftasındaki kaybolmuş görüntüsünden uzaklaşacaktır. Liderliğini kabul etmiş oyuncuların arasında nasıl bir güç olabildiğini geçen sene de gördük. Bu adının dönem dönem büyük altılının olası transfer hedefleri arasında geçmesini anlamama yardımcı olmadıysa bile, QPR gibi göletlerde büyük balık olmak için gereken tüm özelliklere sahip olduğunu söylemeliyiz.

QPR moral olarak hayli yukarıda ve Latics'in karşısına puansız çıkmamayı becerebilmeleri de önemli. Benim bu sezon gönül birliği edeceğim ikinci takım Wigan değil Swansea belki ama, enine çizgileri pek sevmiyorum. Wigan'ın ilk galibiyetinin gelmesini isterim, ama Caldwell-Lopez tandeminden pek emin değilim. En azından QPR cephesinde de Danny Gabbidon geri dönmüş. Titus Bramble takımında gözden düşmüşken, böyle stoperlere ihtiyacımız var...


17:00 SporMax/PL TV, Stamford Bridge
Chelsea - Norwich City

Takımla üç gündür çalışan Juan Mata'nın henüz yeni takım arkadaşlarıyla sahaya çıkabilecek kadar bir tanışıklık yaratamadığından dem vurdu Andre Villas-Boas. Onsuz da kazanabilirler, fakat iç sahada nispeten zayıf bir ekibe karşıyken yeni bir yaratıcı güce hayır demezlerdi. Mikel-Ramires-Lampard üçlüsünü birlikte sahaya sürmek bu eşleşme için fazla muhafazakar gelebilir. Stoke City deplasmanındaki kadro seçimi bana böyle gelmemişti, ancak yarın o üçlü benim için de fazla negatif olur. Fernando Torres'i işin içine katabilmek için, savunmacısının yanından yapacağı koşuları ödüllendirecek riskli pasları verebilme yetisi olmazsa olmaz. Frank Lampard'ın bu işte şu ana kadar Steven Gerrard kadar iyi olmadığını söylemeliyiz, fakat geçen sezon sahip olduğu Torres sanki oyunu bir yavaş moda çekmişiz algısı yaratıyordu. Bu yüzden çok da yüklenmemek gerek Lampard'a. Torres'in sağdan ve soldan Fransız kuvvetlerince desteklenmesi beklenebilir, Salomon Kalou'nun son maçta beklentilerin altında kalıp erken duşla cezalandırılması sonrasında. David Luiz'in de geri dönüş için milli maç arasını kullanması çok yanlış olmaz. Geçen seneki görüntüsü de bir stoper olarak asli görevlerini Alex'ten çok daha güvenli yapmadığını gösteriyordu. Terry-Ivanovic kombinasyonu, Sideshow Bob bazı temel şeyleri öğreninceye kadar en sağlam ikili anlamına gelebilir.

Norwich City'de ise bugüne kadar kaçınılan mağlubiyetin vakti geldi gibi. Yine de ben, yukarıdaki Chelsea tablosunun puan çalınabilir bir takım anlamına geleceğini düşünüyorum. Paul Lambert ilk hafta gelen beraberliğe aldanmayıp, ikinci hafta orta sahasında bir revizyona gitmiş ve iç sahada Stoke City'nin güçlü yanlarını pasifize edecek bir onbir tercih etmişti. Hücum rotasyonunun teknik olarak belki de en kısıtlı parçası olan Chris Martin'i kullanması, görünürde olduğundan çok daha yararlı olmuştu örneğin. İlk maçta oynamayan Anthony Pilkington ve Elliott Bennett'ın kanatlara getirdiği canlılık ve yine siftahı Stoke karşısında yapan Bradley Johnson'ın orta sahadaki sağlam duruşu gelecek adına ümit verici olduğu kadar, Lambert'ın kartlarını ne kadar doğru kullanan bir menajer olduğunu hatırlattı bir kez daha. Carling Cup'ta sahaya çıkan onbirin alternatif kadro olduğunu düşünürsek, Stoke maçına benzer bir diziliş gelebilir. Belki Martin yerine Steve Morison tercihi daha makul olabilir. Ancak asıl soru işaretlerinin ortaya çıktığı mevki savunmanın göbeği. Ritchie De Laet bile güvenilir olmak için en az 2-3 yıla ihtiyaç duyduğunu sık sık gösterirken, yanında -bana biraz Nyron Nosworthy'yi hatırlatan- tek hamleli Leon Barnett'i kullanmak zorunda olmak hiç hoş değil. Zak Whitbread'den sonra sakatlar listesinin en yeni üyesi olan Daniel Ayala iki ay kadar bir süre takımdan uzak kalacak. Yani yapacak bir şey yok...

"Kim koyarsa koysun, Allah razı olsun" diyerek ekran karşısında olacağız ama erken goller kanal değiştirmeyi zorunlu kılabilir.


17:00 Lig TV, Ewood Park
Blackburn Rovers - Everton

QPR'ın geçmişe uzanan tarihinden veya köklü camiasından bihaber değilim. Ama son 10 yılın en istikrarlı sonuçlarını alan birkaç kulübünden birinin hisselerine olan düşük ilgiyi pek anlayamıyorum. Bazen 'geri kalanın en iyisi' olmak yeterli olmayabiliyor, bunu büyük bir devamlılıkla yapsanız bile. Bu kadar istikrar vurgusundan sonra, David Moyes'in en azından geçen sezonun son maçında sahaya sürdüğü onbiri bugün de sahaya sürebilecek olmaktan memnun olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak orada da sanki Abdullah Avcı-İBB birlikteliğindeki gibi bir doygunluk noktasına varılmış gibi. Mevcut yönetimin Moyes'in vizyonunu sürdürebilmesi için ona yeni şeyler sunmadığı ortada, o da Warnock gibi cukkalı bir sahibi beklemekten fazlasını yapamaz. Taraftar da henüz saha içinde bir başarısızlık dalgasıyla karşı karşıya kalmamış olsa da, gidişattan hayli endişeli.

Ek olarak Beckford-Cahill-Rodwell üçlüsünün muhtelif sebeplerden ötürü yarın sahaya çıkması şüpheli. Evladım Seamus Coleman'ın uzun süreli sakatlığına bu hafta da bunlar eklendi. Tüm bunlara rağmen ilk galibiyetlerini almaları an meselesi. Çünkü karşılarındaki takım o kadar kötü.

Samba-Nelsen ikilisi geri dönüş yapar, Radosav Petrovic de dünyanın en hızlı adaptasyon sağlayan adamı olup ilk günden katkı koyarsa bilemem. Ama Paul Robinson'a gol atmak ne kadar zor olabilir ki? Victor Anichebe'nin bile üstesinden gelebileceği bir iş bence.


17:00, Liberty Stadium
Swansea City - Sunderland

Stadiwm Liberty'yi şöyle ağız tadıyla izleyemedik. Yarın da mümkün olmayacak bu. (Yukarıdaki maça tercih ederdim açıkçası.) Sunderland beklentilerin altında bir giriş yaptı ve derbi mağlubiyetinden sonra birtakım değişiklikler kapıda. Steve Bruce için iftar vakti! Craig Gardner ve David Vaughan gibi iki orta sahayı transfer etmişken, maçlara Cattermole-Colback ikilisiyle başlamaya devam edemezsin. Lee Cattermole da olayını anlayamadığım topçular listesinde güzel bir yer edindi kendine. Neden? Gardner ve Vaughan varken hem de?

Diğer tarafta Danny Graham'in bu seviye için yetersiz olduğunu kabul etmeliyiz belki de... Leroy Lita ve Luke Moore çok özel oyuncular değiller ama iyi birer alternatif olduklarını söyleyebiliriz. Transfer penceresi kapanmadan Kemy Agustien'den daha yetkin bir orta saha bulmaları şart. Belki birkaç şey daha...

Birçok konuda olduğu gibi sporla ilgili tartışmalarda da ultra gelenekçi bir tavır takınmam. Fakat kesin olan bir şey var ki, gelenekleriyle daha da güzel İngiliz futbolu. Bu yüzden iki haftadır göze çarpan, hafta sonunun tümüne yayılmış maç programı çok hoş gelmiyor. İzlenme oranlarını yukarı çeken bir durumdur mutlaka. Abu Dhabi'de sürekli daha fazla canlı maç yayını talep eden bir kesim var ve mavi formalarını sırtlarına geçirip de televizyonun karşısına geçtiklerinde özet görüntü görünce huzursuzlanıyorlar. Bunu anlayışla karşılıyorum. Ancak taksi şoförleri alışkın oldukları üzere, saat 3 olduğunda radyoyu açtıklarında böyle yavan alternatiflerle karşılaşmamalı. Abu Dhabi'deki adam kadar sadık bir müşteri olmasalar da, onları da düşünmeli.

İngiltere'de de hava her zaman güneşli değil yani. Ziggy -aman ligi- oynarken bir şey yok.


19:30 SporMax/PL TV, Anfield Road
Liverpool - Bolton Wanderers

Arsenal deplasmanından gelen üç puan aslında davullarla zurnalarla karşılanacak kadar nadir bir şeydi yakın Liverpool tarihinde. Rakamları çok aklımda tutamıyorum, fakat 10 senenin üzerinde bir süre galibiyet çıkaramamışlardı oradan. Bu galibiyete verilen ağırbaşlı tepkinin birkaç nedeni olabilir.

1- Kenny Dalglish'in hem kulüpteki ağırlığı, hem de yerel futbolun yükselişteki -fakat henüz hiçbir şey kanıtlamamış- yeteneklerine fırlattığı bol sıfırlı çekler sonrasında beklentiyi hiç olmadığı kadar yukarı çekmiş olması. (Bunu geçen sezonun ikinci yarısındaki saha içi sonuçlarla desteklediği de savunulabilir.)

2- Bahse konu büyük transferlerden yazın yapılanların -belki Stewart Downing dışında- beklentileri karşılamaktan uzak olması. Özellikle Jordan Henderson formanın içini doldurmakta çok zorlanıyor ve 'Steven Gerrard'ın veliahtı' etiketini taşıması ancak Ali Özsoy yazılarında mümkün olabilirmiş gibi. Sir Alex Ferguson'ın "Sadece kornerleri 10 milyon pound eder" dediği Charlie Adam ise, bu sözü destekleyecek nitelikte duran toplar kullanmasına ve bunlardan birinde Sunderland maçındaki puanı getiren asisti yapmış olmasına rağmen Fergie'nin sözündeki ikinci anlamı düşünmeden edemiyoruz: Duran topları çıkarıp, açık oyunda neler yaptığına baktığımız zaman Adam fena halde sıradan bir orta sahaya dönüşüyor ve Liverpool son dönemde böyle tek yönlü oyunculardan yeterince çekti. Carroll-Suarez de King Kenny'nin oyun anlayışında ideal bir ikili gözükse de, bunu sahaya tam olarak yansıtabilmiş değiller. Elbette buna önce Dalglish'in izin vermesi gerek.

3- Arsenal'ın özel bir gününde olması ve muhtemelen o gün Blackburn tarafından bile zorlanabileceğinin açıkça görülebilmesi. Bahsettiğim coşkudan uzak kutlamadaki en masum ve tehlikesiz sebep bu. Aynı zamanda galibiyetin en çok öne çıkan sebebi de... Eğer Emmanuel Frimpong biraz tecrübeli olabilseydi, Arsenal'ın o kötü görüntüde ve elinde kalan iyi oyunculardan biri de maç içinde sakatlığa kurban gitmişken oyunu yine de 0-0'a bağlayabileceğini tarafsız bakabilen her Liverpool destekçisi gördü. İlk yarıdaki yaratıcılıktan yoksun, Andy Carroll'a şişirilen topların temel hücum stratejisi olduğu oyun kimseyi etkilemedi. Luis Suarez ve Raul Meireles'in oyuna dahli gecikse, belki 10 kişi rakibi alt etmekte bile zorlanabilirdi Liverpool. Gerrard'ın gelişi bu kapalı oyuna mutlaka bir akıcılık getirecektir. Ancak Suarez-Gerrard ikilisinin olmaması, bir anda geçen sezonun ilk yarısında Newcastle'ın oynadığına benzer bir kick-and-rush futbolunun B planı olarak yürürlüğe girmesini kabul edilebilir kılmıyor. Yeni futbol düzeninde demode kalmadığını ve kendini güncellediğini iddia eden Dalglish'in daha fazlasını yapması gerek.

Neden Ahmet Çakar stiline döndüm, bilmiyorum. Loftus Road'dan muzaffer ayrılan Bolton, geçen hafta esasen skorun gösterdiği kadar rekabetçi kalamadığı bir maçı kaybetti. Hayırlı bir mağlubiyet olabilir, zira Owen Coyle'a Gary Cahill'in Arsenal'dan gelen 6 milyon pound ve civarındaki tekliflerle salıverilemeyecek kadar kıymetli bir oyuncu olduğunu hatırlatmak için yeni bir fırsattı. Hatta Edin Dzeko'nun golünde Zat Knight'ın sakarlığını gördükten sonra, savunmaya takviye ihtiyacı duyanın Bolton olduğu bile söylenebilirdi. Her neyse, Tuncay Şanlı güzel takıma gitti yine. Burada iyi performans gösterip, kalıcı bir kontrat kapabilmesini umuyorum. Zira Tony Pulis'le geçen yıllar ona hak etmediği kadar fazla şey kaybettirdi. Ivan Klasnic'in bu form düzeyiyle forvetteki ikiliden biri olarak konumunun sağlam olduğunu düşünüyorum, ancak bu konularda Pulis'le kıyaslanamayacak kadar esnek olan Coyle bir noktada Tuncay'ın yeteneklerini yedek kulübesinde bekletmekteki israfı görüp ona bir yer bulacaktır. Onbirdeki en zayıf halka Chris Eagles gibi gözüküyor. Çok üzülüyorum bu çocuğa...


Bolton'ın Liverpool'a sıkıntı yaratması çok sürpriz olmaz. (Gerçi son yıllardaki eğilime hayli ters bir durum olur, Roy Hodgson döneminde bile puan bırakılmayan bir rakipti Bolton.) Ancak ilk maçtaki skora aldanmadan, Bolton'ın sezona beklentilerimin altında girdiğini söylemeliyim. Muamba-Reo-Coker ikilisi -üçlü gibi oldu böyle de- rijit bir orta saha anlamına gelse de, langırt masasında topun durduğu o sahneleri çok fazla görüyoruz. Özellikle Stuart Holden'ın sakatlıktan dönüşü ve Tuncay'ın katacakları ihtiyaç duyulan darbeyi yaratabilir. Böylece top tekrar harekete geçer ve oyun devam eder.

Bilinç akışı yazılarından biriydi. Buraya kadar gelip tatmin olmamışsanız, kusura bakmayın.

23 Ağustos 2011 Salı

Arsene'in Seçimi: Ya Boğaziçi Ya Haftaiçi


Emmanuel Frimpong da böyle olsun istemezdi. Liverpool karşısında ilk onbirde sahaya çıkan 19 yaşındaki ön libero, ilk yarı "kemik kıran" görüntüsüyle Jordan Henderson'ı biçmiş, Samir Nasri'den "Sakin ol adamım" ihtarını almıştı. Durmadı, ikinci yarıda da aynı performansını sürdürdü genç oyuncu. Dakikalar 69'u gösterdiğinde Lucas Leiva'yı biçti, ikinci sarı kartını görüp oyundan atıldı.

O anda İngiliz basını kalemlerini kağıtlarını hazırlamış, olası bir Liverpool golünü bekliyordu. Nitekim geldi de. Kenny Dalglish'in enteresan bir şekilde yedek başlatıp, ikinci yarıda oyuna aldığı Luis Suarez bir gol, bir asistle maçın seyrini değiştiren adam oldu. Başlıklar atılmaya başlanmıştı bile: "Wenger, kendi yarattığı sisin içinde kayboldu!" veya "Yağmur Wenger'in üzerine yağdı." Öyle ya, bütün gün yağmurluydu Londra. Bundan iyi bir fırsat olamazdı şiirsellik peşinde koşan gazeteciler için.

Arsene Wenger devrinin sonu mu? Yeni binyılın başında Thierry Henry, Robert Pires, Patrick Vieira, Dennis Bergkamp gibi yıldızlarla tarihin en güzel top oynayan takımlarından birini yaratan, daha sonra ise gençlere yaptığı yaptırımla Avrupa futbolunda devrime imza atan Fransız teknik adam, son dönemlerde eleştiri oklarının hedefi olmuştu. Cimri olmakla, para harcamamakla, gençlere takıntılı olmakla itham ediliyordu. Özellikle sezon başında tahminlerde bulunmak için masa başına oturanlar Arsenal kadrosuna bakıyor, bir daha bakıyor, bir daha bakıyor ve düşünüyordu. Wenger'in kuralları, prensipleri, takıntıları -adına ne derseniz diyin- artık o kadar çekici gelmemeye başlamıştı. Kendi yarattığı sistem, Frimpong'un tekmesiyle kendini vurmuştu.

Wenger üzerine tezler

Sanat düşkünü, mürekkep yalamış, çok okuyan kimliğiyle klasik teknik adam profilinin oldukça dışında bir isim olan Arsene Wenger, siyasete de oldukça teşnedir. Entelektüel birikimiyle hiç kuşkusuz Marksist literatüre girmiş, "eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini" okumuştur hayatının bir döneminde. Bülent Somay'ın geçenlerde eski hocası Hilmi Yavuz için kullandığı bu tabiri Wenger için kullanmamız biraz haddini bilmemek olacaktır, hiç kuşkusuz. Fakat ilk elde artık inadı bırakması, kendi ve takımı için yeni bir yol haritası çizmesi gerektiğini birilerinin hocaya söylemesi gerekecek.

Nereden mi çıktı bu? Frimpong atıldığında Arsenal kadrosuna bakan biri sahada şu 10 oyuncuyu görecekti: Szczesny, Jenkinson, Vermaelen, Sagna, Miquel, Nasri, Lansbury, Ramsey, Bendtner, Van Persie. Telegraph gazetesi yazarı Henry Winter'ın işaret ettiği gibi Carling Cup maçına çıkmak için ideal bir kadro. Yine bu isimlerle Erol Altaca Dersanesi'ni de küllerinden doğurmanız mümkün. Fakat Premier Lig bu değil. (Yazar burada "İşte Premier Lig bu" esprisini yapmaya çalışmış, kıyısından dönmüştür.)

Evet, Gervinho cezalıydı. Evet, Jack Wilshere sakat. Kieran Gibbs de öyle. Andrei Arshavin formsuz. Nasri'nin aklı başka yerde. Fakat tüm bunlar Arsenal'in geleceğinin karanlık olduğunu görmemize engel teşkil etmiyor. İskeleti genç oyunculardan kurulu bir takımının geleceğinin karanlık olduğunu söylemek paradoksal bir durum belki ama Wenger'in tedrisatından geçen isimlerin bir bir yuvadan uçtuklarını da görmemek için kör olmak gerek.

Aslında kötü bir oyuncu değil Frimpong. "Alıyor, veriyor, çok iyi oyuncu." Belki bir gün Vieira'nın koltuğuna aday olur. Ama çok sinirli. Ama fazla agresif. Zaten Arsenal söz konusu olduğunda bir "ama" hep var. Yetenekli ama tecrübesiz. Başarılı ama kupa kazanamıyor. Potansiyelli ama devamlılığı yok. Son "ama" Wenger'e gelsin: Çok büyük ama çok inatçı.


Arsenal ile ilgili bir yazıyı bitirirken Nick Hornby'yi anmamak olmaz. "Fever Pitch"le kütüphanemizin baş köşesinde kendine yer edinen İngiliz yazar, Arsene Wenger'le ilgili bir defasında şöyle bir ifade kullanmıştı: "Hayatımı İyi Yönde Geliştiren İnsanlar Listesi'nde muhtemelen sekizinci sırada yer alan Arsene'i severim." Hemen her Arsenal taraftarı böyle hissediyordur kuşkusuz. Çoğu futbolsever de aynı şekilde. Fakat Arsene'in bir karar vermesi gerekecek. Bir seçim. Biraz başarı. Birkaç kupa. Sonrasında tekrar görüşürüz elbette...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Deli Halayı 2


Sezon önü değerlendirmelerimiz staj nedeniyle darbe aldı. Öyle kendisini yazmaya programladığında tek ihtiyacı WordPad olan adamlardan biri olamadım hiçbir zaman. Yoksa koşullar müsaitti fazlasıyla. 2009 yazında yaptığım tahminler bayağı isabetliydi, ama bir çırpıda çıkmış şeylerdi. Tık! Bu kez biraz daha fazla kafa yordum -dediğim gibi staj hayatı yorucu derecede boş olabiliyor- ve muhtemelen gerçekten bayağı uzak olacak. Rastgele.

1 Manchester United
2 Chelsea
3 Arsenal
4 Manchester City
5 Liverpool
6 Tottenham Hotspur
7 Everton
8 Sunderland
9 Bolton Wanderers
10 Aston Villa
11 West Bromwich Albion
12 Fulham
13 Newcastle United
14 Stoke City
15 Wolverhampton Wanderers
16 Swansea
17 Blackburn Rovers
18 Norwich City
19 Wigan Athletic
20 Queens Park Rangers


Öyle.

Yılın transferleri?*
GERVINHO (Arsenal)
David VAUGHAN (Sunderland)
Phil JONES (Manchester United)

İlk kapı önüne konacak menajer?
Alan PARDEW (Newcastle United)

* 13 Ağustos 2011 günlerden.

9 Ağustos 2011 Salı

2011/12 Preview: Love Won't Be Leaving



Servise vakit kalmadı, yazı beklemez...

Arsenal

Sezon başında en tepede olmayı iyi biliyor Arsene Wenger'in öğrencileri. Aynı avantajla benim ilk yorumumu almaya da hak kazandılar. Wenger bu blogun sıkı bir takipçisi ve normal şartlarda böyle bir durumdan hoşnut kalmazdı. Ancak bu seneye girilirken, herkesin dördüncülük şanslarını sorguladığı bir dönemde ben şu an için City'nin üzerinde görüyorum topçuları. Yine çok iyi transferler yaptıkları söylenemez ve ek ödemelerle 15 milyon pounda ulaşacak bir meblağa Alex Oxlade-Chamberlain'ı transfer etmeleri beni tatmin etmeyen Wenger hamlelerinden biri oldu. Oyuncuyu yalnızca bize karşı oynarken izledim ve tüm gözlerin üzerinde olduğu bir maçta yaptıklarıyla değerlendirmek haksızlık olacaktır. Yine de gördüğüm tavanı Theo Walcott olan bir kumaşı işaret ediyordu. Elinde halihazırda Walcott'ı bulunduran bir takımın, çok daha öncelikli ihtiyaçları varken böyle bir parayı şimdiye kadar yalnızca League One seviyesinde futbol oynamış bir yeni yetmeye bağlamasını pek anlamlandıramıyorum. Ancak bu yeni bir şey değil.

Geçen sezon Sebastien Squillaci ile başlanan maçlar, Arsenal taraftarının olası hafıza sildirme operasyonlarında öncelik sahibidir muhtemelen. L'Arsenal dönemindeki Senderos-Cygan ikililerinin öldürücülüğüne ulaştı tek başına. Diğer Fransız bana göre ilk sezonunda biraz şanssızdı, savunma arkasına sarkan rakiplere en yakın oyuncu olarak gördüğü kırmızı kartlar ve birkaç sakarlık sonrası Laurent Koscielny de tribünlere pek güven vermiyor. Ancak esas sorunun, asker yolu gözler gibi bekledikleri Thomas Vermaelen'in sağlık durumu olması beklenebilir. Belçikalı'dan yeni bir sakatlık haberi aldık ve yerini Gary Cahill gibileriyle doldurmak pek kolay olmaz. Ancak yetenekli ve bir yıllık EPL tecrübesini cebinde taşıyan bir kaleciyle yola çıkıyorlar, Vermaelen kronik bir sakat olarak ıskartaya çıkmadıkça savunmada daha az problem yaşayacaklardır. Hayır, Gael Clichy'yi aramazlar.

Orta sahada artık bir kanser haline gelen Cesc Fabregas'ın durumu gerçekten endişe verici. Ancak bu yazın, bir öncekine göre farkı şu ki kimse ipini o kazığa bağlamaya niyetli değil. Burnu büyük -takımın ihtiyacını duyduğu bir şey bu burnu büyüklük- genç yetenek Jack Wilshere'in artık iddialarını desteklemesi gereken döneme geldik ve seleflerinin aksine bu görevi başarıyla yerine getireceğini düşünüyorum. Ölü sezon boyunca kendisini pazarlamaya çalışan Samir Nasri ile Cesc olayında yaşananları bir kez daha tecrübe etmektense, sakatlık dönüşünde iyi gözüken Aaron Ramsey kullanılabilir. Gervinho'nun gelişi de ileri uçta taktiksel anlamda hayli esneklik kazandıracaktır takıma... Transfer sezonunun geri kalanı çok kritik, fakat safraları atmış bir Arsenal geçen seneki kabusların uzağında bir sezon geçirip tüm otoriteleri ters köşeye yatırabilir. Onların üzerindeki 'kaybeden' etiketinin oy birliğiyle onanması çok hoşuma gitmiyor. Bu tip takımlar böyle bir kamuoyu oluşturulunca ekseriyetle bundan güç alırlar ve potansiyellerini gerçek anlamda göstermeye hiç olmadığı kadar yaklaşırlar. Dallas Mavericks'i hepiniz biliyorsunuz... Robin Van Persie sadece seksi bir sol ayaktan ibaret değil ve şu anda Arsenal denince tahtaya yazılan ilk isimler -son yıllarda gözlenenin aksine- gerçekten 'kazanan' karakterli elemanlar. Başarısızlığın kanıksanması takımın yokuş aşağı son sürat yuvarlanmasıyla da sonuçlanabilir ve Wenger'in iş güvenliği ilk kez ciddi biçimde tartışmaya açılabilir pek tabi, ama ben böyle öngörmüyorum.

Key Addition: Gervinho (Lille)
Adam Olacak Çocuk: Jack WILSHERE ('92)
Phantasievoll: Wojciech SZCZESNY (6.0)

Arsenal savunması sallanıyor, daha güvenli olacak seçim Wilshere belki de. Fakat bir süreliğine daha fiyatı artmayacak ve wild card hakkınızı kullanırken daha mantıklı bir tercih olabilir o.

Aston Villa

Villa hakkında yakın zamanda geniş çaplı bir fikir jimnastiği yapmıştık, burayı kısa geçmek yerinde olacak. Roberto Martinez seçimiyle yeni bir projeye girişebilirlerdi. Kısa dönemde karşılığını alamadıkları takdirde, kulüp adına karar verenleri yeniden baskı altına sokabilecek bir hareket olurdu ama bu. Daha güvenli bir yol olarak Mark Hughes ile işbirliği yapabilirlerdi, fakat onun yukarıdaki altılı dışında bir kulüpte mutlu hissetmesinin imkansız bir görev olduğunu çoğu kişi biliyordu. Bu tercih halinde de geminin sezonun yarısını görmeden su alması ihtimali göz ardı edilecek boyutta değildi. Onlar da Ada futbolunda muntazaman büyük sahne gören, sıra dışı bir futbol aklı göstermese de spot ışıklarından uzakta gerçek bir pragmatist olarak işinin gerektirdiklerini yerine getiren menajerlerden birine yöneldiler. Risksiz seçim.

Bu Villa'yı nereye kadar taşıyabilir? Yedinci sıra herkesi mutlu edecektir, ancak geçen seneki hayal kırıklığından sonra oraya tırmanma hedefinde bu kadar çabuk yol katedemeyebilirler. Charles N'Zogbia transferiyle akıllı bir iş yaptılar, Albrighton-Bannan ikilisinin beklentiler ölçüsünde geçirecekleri bir sezonla eksikleri çok hissetmeden geçen sezon bitirdikleri yere tutunabileceklerdir. Shay Given çok maç kurtarır, Darren Bent kudretini sorgulatacak bazı goller kaçırsa da 16-18 gol seviyesiyle rahatlıkla flört eder, Zog da takımdaki en seyre değer şey olarak gözümüzün pasını siler. Fakat bir orta sıra takımından fazlasını görmüyorum ve 'geri kalanların en iyisi' olarak öne sürülmelerinin de biraz prematüre olduğuna inanıyorum. Orta saha için eldeki rotasyon güvenilir bir ikili için ümit vermiyor, averaj bir savunma dörtlüsü göze çarpıyor ve Paul Doyle'un da dediği gibi: "Banking on Ireland is a bit wiser than banking in Ireland." Ama arada çok da fazla fark yok ve oyuncularını kaybetmemek için fazlaca taviz veren ılımlı bir menajer olsa da, Stephen Ireland vakası Alex McLeish'in aşabileceğinden fazla sorun barındırıyor gibi.

Key Addition: Charles N'ZOGBIA (Wigan Athletic)
Adam Olacak Çocuk: Fabian DELPH ('89)
Phantasievoll: Charles N'ZOGBIA (7.5)

Hala ucundan da olsa tarih sınırımızın içinde Delph, ben de ısrar etmiş olayım. Ancak bu sene şehrin diğer yakasından Sunderland'a transfer olan Craig Gardner'ın kardeşi de fena çocuğa benzemiyor. Nathan Delfouneso'ya alt yaş milli takımlarındaki basiretsizlikleri nedeniyle biraz acımasız davranıyorum galiba. Bu arada benim kadromdaki tek Villa oyuncusu Richard Dunne şimdilik, ama onu önermiyorum. Zaten Zog'un da yerini yaptım, fiyatının artmamasını dileyerek transfer zamanını bekliyorum.

Blackburn Rovers

Asia Trophy vesilesiyle sezonuna bir ön projeksiyon yaptığımız takımlardandı Blackburn. O günden bu yana birkaç transfer yapmış olmalarını beklerdim, fakat not etmeye değer en önemli gelişme şu: Tık! Tavukçu sahipler bir kulüp yönetmenin gerekliliklerinden bihaber görünürken, oyuncuların etinden yararlanmaktan geri kalmıyorlar. Aslında Steve Kean'in hakkını yemeyelim, takviye duyulan bir bölgeye yapılan Radosav Petrovic transferi de güzel duruyor. Fakat söz konusu Blackburn iken, kadronun yeterlik düzeyinden ziyade yeni sahiplerin samimiyetine ne kadar güvendiğiniz oluyor her türlü tahmini tetikleyen. Ada medyası gördüklerinden pek hoşnut kalmamış olacak ki, otoritelerin önemli kısmının düşme adayları arasında yer alıyor kuzeyin gülleri. Ben biraz daha tedbirli davranıyorum ve bu anlamda yönümü tayin edecek şey Christopher Samba'yı kulüpte tutmak için gösterecekleri direnç olabilir. Fakat onunla da yollar ayrılırsa, kadrosundaki en yetenekli iki oyuncusunu gönderip yerlerini doldurmak için herhangi bir çaba sarf etmeyen bir kulüp hakkında çok da konuşmaya gerek kalmayacak.

Sahipler Beşiktaş yöneticilerinin 17'de 17 ütopyasını bile sollayacak şeyleri ortaya atadursun, göreve getirdikleri Kean menajerlik alanındaki klasını henüz ispat edebilmiş değil. Başkanlara fazla zorluk çıkarmayacak bir 'bizim çocuk' kontenjanıyla orada oturduğu hakim düşünce. Onun gibilerine çok kolay gelmeyen bir fırsatla ödüllendirildi, ancak şimdi şans gibi görünen şey başarısızlık durumunda üzerinden hiçbir zaman atamayacağı kötü bir etiket anlamına gelebilir. Bugüne kadar da kick-and-rush kolaycılığına kaçmadan, seyir zevki kaygısı taşıyan bir oyun stili oluşturmak için çabaladı aslında. Samba korunduğu takdirde en azından ilk onbir manasında lig vasatında bir savunma beşlisi görüyoruz, fakat alternatif açısından oldukça fakir Kean'in eli. İlerideyse Nikola Kalinic'in de bozdurulmasıyla, çözümü yine kiralama yönteminde arayacaklar anlaşılan... Gerçi David Goodwillie'nin Hırvat selefinden fazlasını vermesi çok şaşırtıcı olmaz. David Hoilett gerçekten yetenekli bir çocuk, ancak takımda hücum anlamında bir şeyler yaratabilecek oyuncu ararken gözümüze çarpan tek isim olması hoş değil. Onun adına da... Morten Gamst Pedersen erken dönemlerindeki birkaç vaatkar sezonunun kredisiyle takımda uzun süre tutundu, fakat artık cepten yiyor. Bu sene transfer için ellerin cebe gitmemesine bahane olarak öne sürülen isimlerden biri, şubat transferinde kadroya katılan Mauro Formica. Arjantinli bana Matias Delgado'yu hatırlatıyor çokça, o yüzden bir sempatim var. Ancak Delgado'nun da EPL seviyesinde bir kurtarıcı olarak hizmet edemeyeceğini söyleyecek kadar gerçekçi yaklaşabiliyorum. (Gerçi hala halı sahada Delgado formalı adama sert giremiyorum, öyle bir sorunum var.) 91 doğumlu İspanyol Ruben Rochina da Barcelona altyapısının ürünlerinden biri -arkadaş çevrelerinde La Masia derseniz prim yapabilirsiniz- ancak gelişkin fiziğinin yanında hiçbir şeyi bu seviyeye yakışacak kadar iyi yapmadığını gözlemledim şu ana kadar. Orta sahadaki sıkıntıdan, zamanın David Dunn'ın lehine işlemediğinden de bahsetmiştik. Ancak Petrovic sezon içerisindeki gelişimiyle orada bir ferahlama yaratabilir. Son söz olarak, benim tahminlerimde Blackburn'ü son sırada görmeyeceksiniz ancak kolay bir sezon olmayacağını söylemek için alim olmaya gerek yok.

Key Addition: Radosav PETROVIC (Partizan)
Adam Olacak Çocuk: David HOILETT ('90)
Phantasievoll: David HOILETT (6.0)

Ben onu tercih etmedim ama kadronuz gereği ucuz santrfor gerekiyorsa Hoilett başvurulabilecek isimlerden. Savunmada da Samba'nın transfer olacağını umuyorsanız tetiği çekebilirsiniz. Olmazsa bile bu kadar fazla kişi tarafından seçilmişken, bonus puanlara abone olacaktır her Blackburn galibiyetinde. Fantezi oyununun ipliğini pazara çıkarıyoruz! Ama o Blackburn galibiyetleri geciktikçe, ikimize birden yüklenmeyin.

Olmadı ya devamı, git-gel yoruyor.

And Our Faces, My Heart, Brief as Photos #2


A necklace hangs loose across her breasts,
And between them lingers -
yet is it a lingering
and not an incessant arrival? -
the perfume of forever.
A perfume as old as sleep,
as familiar to the living as to the dead.

John BERGER

8 Ağustos 2011 Pazartesi

18: Başka Türlü Bir Kahraman


Şampiyonluğun geldiği günler keyifliydi. Şüpheye düşüren Arsenal maçı sonrası, takımın evdeki kusursuzluktan 2 puan uzaklıktaki sezonuna yaraşır bir dominasyon ile alınan Chelsea galibiyeti... Mayıs ayının buruk yanı ise Barcelona'ya bir kez daha diş gösteremeden teslim edilen Şampiyonlar Ligi finaliydi. Sir Alex Ferguson'ın Chelsea önünde istikrarlı biçimde kazanan, fakat Barcelona için uygun olmadığı aşikar onbiri sahaya sürmesi nedeniyle kabul etmenin biraz daha zor olduğu bir acz durumuydu. Fakat galiba en sıkıntılı dönemler birkaç hafta sonra başlayacaktı. Kadroya göz atınca 1 ve 2 numaralı formaların sahibinin olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorduk, esas tokat içinse biraz daha aşağı inmemiz gerekiyordu. 6? Kırmızı renge sadık, gerçek bir profesyoneldi. Mikael Silvestre'nin seçtiği yolun bir benzerine girmemesi için hiçbir sebep yoktu. Milli takımının rotasyonunda, kulüp takımına nazaran daha öncelikli bir yer edindiği garip bir dönem bile oldu. Ama ondan bahsetmiyorum... 22? Onu Arsenal savunmasının arkasına sarkıp, topu Manuel Almunia'nın üzerinden ağlara gönderirken de izledik. O anda en ilerideki isimdi. Anfield'da son dakikada galibiyeti getirirkense, köşe vuruşu için ileri çıkmış bir savunucuydu sadece. Tottenham maçında iş başa düşünce kaleye de geçti. Sahanın her yerinde yüzde yüzünü verdi ve OT sakinleri için kült bir oyuncu oldu. Ama onun numarasının boşta olduğunu fark eden çok fazla kişi çıkmadı. 18 numaranın karşısındaki boşluğu sindiremediler ve daha aşağısına bakmak istemediler çünkü...


Xavi'nin sözleri alıntılanıyor sürekli. Ya da Zinedine Zidane'ın... Durumun farkında olmaları onları büyütecektir elbette, fakat futbolu icat etmekle övünen bir ulusun Paul Scholes'a hak ettiği değeri hiçbir zaman verememiş olduğu gerçeğini silemez. Bu güzellemelerin son birkaç yılda kazandığı ivmenin arkasında birkaç temel motivasyon var. Birincisi, günün futbol ortamında herkesçe kabul edilmekte olan Barcelona tahakkümü. Ve bu sayede henüz beş sene önce Frank Rijkaard'ın Avrupa şampiyonu takımında göz ardı edilmeye alışkın bir oyuncu konumundaki Xavi'nin her gün yeni bir saygın kurum tarafından onurlandırıldığı günleri yaşamamız. Oyunun hızını dikte etmeyi ustalık seviyesinde yapan, tempoyu düşürdüğü bir anda gerçek üstü bir pasla takımını gole taşıyabilen bir beyin... Fakat yakın geçmişe gittiğimizde bunu yapan başkalarının da olduğunu ve ödül törenlerini genelde uzaktan izlemekle yetindiklerini hatırlıyoruz.


Xavi örneğindekine benzer keskinlikte görev değişimleri yaşadı aslında Scholes da. Juan Sebastian Veron transferinin elde patladığını fark ettiğinde Ferguson, erken dönemlerinde alışık olduğu forvet arkası rolünde kullanmayı seçti Ginger Prince'i. Henüz 22 yaşında, Mark Hughes Chelsea'ye gitmişken ve Eric Cantona da cezası nedeniyle uzun bir dönem takımı yalnız bırakmışken Andy Cole'un forvetteki partneriydi hatta. Dubleye giden takımda bu zor göreve 14 golle esaslı bir karşılık vermişti. Benzersiz bir vuruş tekniği, sihirli dokunuşlar ve dünya üzerinde 1.71 boyundaki herhangi başka birinin sahip olduğuna inanmadığım bir kafa topu hakimiyeti. Okuduklarımız gösteriyor ki, Salford'daki küçüklük günlerinden beri futbol dışında bir spora çok fazla kafa yormamış Scholes. Fakat bedenini kullanırken adeta bir sanat icra ediyormuş gibi gözükmesi, bu adamın bir gizli formülü olduğunu düşündürmüştür her zaman bana. İngilizler David Beckham'ın serbest vuruşlarını akademik tez konusu yaparken, bu adamın -kafa ya da ayak- her vuruşunun birer mühendislik başyapıtı olduğunu gözden kaçırdılar. Scholes için çok olağanüstü bir durum değildi. 2004'te yeni neslin harika çocukları Frank Lampard ve Steven Gerrard'ın ortaklığı adına sol açığa hapsedilmesi, 'tüm bunları neden çekiyorum' sorusunu sormasına yol açmıştı daha önce de. Lampard ve Gerrard'ın kariyerleri bitiminde ancak hayal edebilecekleri şeyleri başarırken, milli takım düzeyindeki bu yarım kalmışlığın faturasını bir İsveçli'ye kesebiliriz sanırım. Onun durumunu Cantona'nınkiyle benzeştirmemiz pek doğru olmaz.


Bir de milli takım konusunda Steve McClaren döneminde de ayak diremesinin sebeplerinden biri olan ailesine bağlılığı var. Belki bir gün vücut koordinasyonu Scholes'u bile gölgede bırakan bir oyuncuyla karşılaşacağız. Onun orta sahada yaptıklarını halihazırda Xavi'nin, Zinedine Zidane'ın ya da Andrea Pirlo'nunkilerle kıyaslamaya layık görmeyenler de var. Fakat bugün dünya futbolunun kaybettiği ve bu profildeki oyuncularda bir daha kolay kolay bulamayacağı karakterse, endüstriyel futbolun beslediği pazarlama figürlerinden biri olmamak için gösterdiği direnç. Belki şimdilerde Ryan Giggs'i de eşdeğer saygınlıkta görüyorsunuz. (En azından kardeşinin eşiyle ilişkisi ortaya çıkmadan önce görüyordunuz.) Fakat gençlik döneminde sahadaki hızına paralel olarak İngiltere'nin en popüler kadınlarıyla birlikte olan ve Fergie tarafından sıkça uyarılan bir Giggs figürü de var, o günleri yaşayan ya da okuyanların bileceği... Scholes'un 25 yaşında çocukluk aşkı ile evlendiğini sadece belli bir portre çizmek için söylüyorum, bu işlerde tek bir doğru olmadığını bilerek.


Roy Keane'in bugün Stretford End'de Scholes düzeyinde bir efsane olarak addedilmemesinin arkasında yatan sebepleri de araştırabilirsiniz. Keane kendisine çok şey katan bu kulübe, hiçbir zaman duygusal bir bağlılık hissetmediğini ve şu anda United'ın onun için herhangi bir kulüpten farklı olmadığını söylediğinde birkaç kalp kırmıştı. Salford'da doğmuş, geçen sene kendisine hangi takıma bir son dakika golü atmak istediği sorulduğunda duraksamadan "City" cevabını veren gerçek bir kırmızı. (Bu röportajdan sonra bu son dakika golü hayalini gerçekleştirmek için çok zaman kaybetmediğini hatırlatalım.) Ve Keane ya da Cantona gibi, Fergie ve diğerleri için zor bir vaka olduğunu söyleyemeyiz. Sorunlar yaşadığı milli takıma vedasını dahi esip gürleyerek değil, turnuva sonunda sessizce yaptığını hatırlayalım. Geçen sene bugünlerde Community Shield'da Chelsea'ye karşı kariyerinin en iyi maçlarından birini çıkarmıştı. Onu yine aynı klastaki Newcastle United maçı takip etmişti. Üzerinden bir sene bile geçmeden, Scholes emeklilik kararının erken olduğunu söyleyenlere "Bu takımda ancak 20-30 dakika kullanılabilecek bir rotasyon oyuncusu haline gelmiştim ve bu haklı bir hareketti, bırakmak için doğru zamandı" diye cevap verebiliyordu. Oysa son Blackpool maçında yaptıklarını biz gördük. Karşıda küme düşmemek için son kozlarını oynayan, iki kişilik oynayan bir orta saha vardı. Charlie Adam en kararlı deparlarını attı. Hem de Gareth Bale hadisesindeki gibi hınç dolu deparlar değildi bunlar. Buna rağmen 60. dakikadan sonra hala işleyen tek motor Scholes'a aitti.



Hınç dolu deparlardan bahsetmişken, bu da popüler bir geyik. Başarısızlıklarına bahane bulma konusunda çok fazla sıkıntı çekmeyen tipik Alsace insanı Arsene Wenger, Scholes'un oyunculuğuna çok itibar ettiğini fakat karanlık bir yanı olduğunu söylemişti. Benim durumu ilk kez sorgulayışımsa geçen seneki FA Cup yarı finalinde, Pablo Zabaleta'ya attığı tekme sonrasına denk gelir. Fergie'nin de bu konudaki ilk negatif açıklamasını yapması aynı gün... Fakat Scholes kariyerindeki tüm sert müdahalelerin, kötü bir zamanlamanın sonucu olduğunu ve arkasında gizli ve kirli bir ajanda barındırmadığını savundu her zaman. Gerçekten de bir Alf-Inge Haaland vakası olmadı hiçbir zaman kariyerinde. Ben onun mistimed tackle olayının kitabını yazmasını daha ziyade kariyerinin başlarında bir defansif orta saha eğitimi almamasıyla ve şu yaşında bile fundamental olarak eksik gözükebilmesiyle ilişiklendiriyorum. Fizik olarak da üstün bir oyuncu değilken, orada büyük çocuklar tarafından itilip kakılmamak için vereceğiniz reaksiyon bu olur. Bazen bir imaj ortaya koyabilmek adına, ayağını çekebilecekken çekmediği olmuştur belki. Ancak Scholes'un izleyene utanç verecek kadar gaddar bir müdahalesi gelmiyor aklıma düşündüğüm zaman...


Dünya futbolunun bir pislikten kurtulduğunu söyleyenlere pek kulak asmayın o yüzden. Ve sadece teknik bir mükemmeliyet de değil kaybedilen... Futbolun dış faktörlerce en çok sömürülen fenomen olduğu bir dönemde, bir futbol fenomeni olarak her zaman radar dışında kalabilen biri söz konusu olan. Scholes'u reklam panolarında ünlü iç çamaşırı firmasının son modelini sergilerken göremezdiniz. Oynadığı Nike reklamlarını düşünüyorum da. Kafes reklamında yan rollerden birindeydi. Thierry Henry reklamında arkasından kovalayan United oyuncularından biriydi. O böylesini tercih ediyordu her zaman. Hatta jübilesinde bile... Bir hafta öncesinde Edwin Van Der Sar, Ajax ve Juventus gibi takımları bir araya getirmişken neden New York Cosmos'u tercih ettiğini soruyorlar Scholes'a. Öncelikle A takımla çıktıkları ilk idmanlarda, o efsane jenerasyonun kendi aralarında sürekli Cantona'ya hayranlıklarından konuştuklarını falan söylüyor. Ağzındaki baklayı ise en sonunda çıkarıyor:

"The plan was for Eric to come back and overshadow me. Hopefully everyone will be concentrating on him and I can just mosey off somewhere and be out of the way. Seriously, the Cosmos are just getting back together again and it seemed a sensible thing to do."


Geçen sene çevremde birileri Scholes'un otobiyografisinin çıkması için sabırsızlandıklarını söylemişlerdi. Ben de "Aslında hiçbir zaman bir otobiyografi yazmayabilir" diye cevap verdim. Kariyeri boyunca -kulüp televizyonuna verdikleri dışında- belki beş tane röportaj vermemiş bir oyuncunun kitap yazmasını beklemek biraz naif olurdu. Belki birileri onun adına yazar diye düşündüm, ama önceki cümlede bahsettiğim durumdan ötürü çok kolay bir iş olmayacaktı. Derken bir Scholes kitabının haberini aldım ve biraz da hayal kırıklığına uğradım. Futbolculuğa büyük bir tutku duyan, ancak bu işi bir memuriyet hayatı gibi yaşayan bir adam portresi çizmişti o güne kadar. Böyle bir tipin, futbolu bırakır bırakmaz eline kalemi alıp kendisinden bahsetmesini beklemezsiniz. Fakat sonra bahse konu kitabın yazıdan çok resim içeren, bir nevi aile albümü olduğunu öğrendim. Scholes tam bir aile adamı ve eşi ve çocuklarının yanında tanımladığı bir ailesi daha var. Bugünden sonra da United ile yaşayacağı ve kulüp içinde ona gösterilen her görevi kabul edeceği su götürmez. Fakat bir gün United da safkan bir Glazer kulübü haline gelir de Scholes'a gösterilen yer sol açık pozisyonu olursa, Keane gibi en esaslı silah arkadaşlarından birisinin jübilesine ancak tribündeki bir seyirci olarak dahil olmayı tercih eden bir mendebur gibi davranmayacağını ve tıpkı milli takıma vedasında olduğu gibi sessiz sedasız evine çekileceğini garanti edebilirim.* Kardeşim, sanma ki yollarımız ayrılıyor...

* Patrick Vieira bile sahadaydı Roy. Michel Salgado sezon öncesinde kendisini sakatlayacak kadar sahadaydı. Al bunu dinle.

Bu da diğer herkes için gelsin, son dönemde United ile ilgili en güzel işleri yapan adityareds adlı kullanıcının çalışması...

7 Ağustos 2011 Pazar

Poznan That!


"Football, bloody hell."

Paul Scholes yazısı biraz ağır geldi, 'kardeşim sanma ki yollarımız ayrılıyor' sapağında ara verdim. Bugün Tom Cleverley'yi izledim ve daha hayat doluyum. Şu anda She Wants Revenge'in kendi adını taşıyan ilk albümünü dinliyorum ve başladığım yere geri döndüm. Birazdan bitirebilirim. Lig başlamadan önce her takım için birkaç paragraf karalamak istiyorum ama o stajın yoğunluğuna göre yalan da olabilir.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Peki Villa Cephesi Bu İşe Ne Diyor?


Son Premier League yazısına gelen yorumlar gibileri blogu devam ettirme konusunda elimde kalan birkaç motivasyondan biri sanırım. Yorumları yazanları diğer okuyuculardan bazıları da tanıyordur mutlaka. Hakan'ın blogu burada, Güner'inki ise şurada. Aston Villa konusunda yazdığımız her cümleden önce kendisinden icazet almamızı gerektirecek kadar iyi bir takipçi olduğundan Güner'in yorumlarını ayrıca bir yazı olarak bulundurmak istedim blog arşivinde. Daha önce bir Stephon Marbury yazısı için yapmıştım bunu sadece galiba. Cheers!


"Villa'nın savunmada bir sıkıntısı varsa, doğru olan bunun oradaki oyunculardan nispeten bağımsız olduğudur. Luke Young geçenlerde bir açıklama yaptı, hocanın bizden istediği 'back to basics' dedi. Olay aslında biraz bu. Takımların savunma performansları tercih ettikleri yöntemden bağımsız ilerlemiyor. Villa 2 sene önce aynı dörtlü (Warnock-Dunne-Collins-Young) ile ligin en az gol yiyen takımlarından biriydi. Kesin olsun, en az yiyen 4. takımıydı. Sonra Houllier hocam geldi ve takımdaki adalı havayı silmeye çalışırken takımın oyun anlayışı da değişti. McLeish Houllier gibi romantik biri değil, önceliği teknik ve uzun vadede güzellik değil; işini iyi yapmak. Bu yüzden o dörtlüyü göreve geri çağırdı ve takımın olanakları doğrultusunda bir savunma kurgusu planlayacak. Birmingham'da zamanında bunu iyi yaptı, bununla beraber Birmingham'ın ultra-defansif futbolu kesinlikle çok büyük bir göz yanılması. Yani Aston Villa'ya olanaklar doğrultusunda doğru bir hücum kurgulamayı deneyecek elbet.

Fakat yine dediğime geliyoruz, savunmayı takımın stilinden bağımsız tutmak mümkün değil. Villa geri dörtlüsü iki sene önce olduğu gibi ligin en çok blok yapan dörtlüsüne dönebilir, ancak onların önündeki ikilinin pozisyon alışları çok çok önemli. O dönem orta saha 1+1 bölünüyor ve Petrov savunma önünde koruyucu oluyordu. Bir dönem o görevde mükemmelleşip yılın oyuncusu seçildi, ertesinde kaptan yapıldı. O senede de Ayhan Akman'ı oynadı. Ofansif orta saha geldiği Villa'da 30 maça bir gol ortalamasına sahip. Bunu olumsuz anlamda gösterge olarak değil de geçirdiği değişimi göstermek açısından... Houllier onu yeniden biraz daha öne, box-to-boxla görevlendirdi ve şut atma becerisi dışında (her maç bir karavana şutu vardır, Malbranque'ın kankası) çok da paslanmadığını gördük. Bu sezon öncesi kampında Makoun-Petrov ikilisi kullanıldı. İkisi de defansif özellikli oyuncular olsalar ve Makoun aralarında daha defansif olanı gözükse de (ırkçılığıma bir çare) yerleşimleri şu an için çok sağlam gözükmüyor. Öncelikle geçmişe bakıp Makoun'un neden kesildiğini anlamak lazım. İlk geldiği günler buralarda kraldı, passing-rangei harika bir adam, ciddi ciddi orta sahada oyun kurucu oynadı. Fakat sonra Houllier EPL temposuna hazır olmadığını söyledi ve sezon sonuna kadar pek süre vermedi; Petrov-Reo-Coker'da sabitlendi. Makoun kesinlikle sanıldığı kadar iyi savunmacı değil. Petrov da Reo-Coker da bu ligde topu söküp almada en iyi oyunculardır, yani tackleda. Petrov o yılın oyuncusu olduğu dönemde bu işleri efsane yapardı. Reo-Coker ciğersizdir, kesinlikle o tabirle 'ön-libero' değildir ve sahanın tamamında takip yapıp top çalar. Kamp döneminde Makoun geride, Petrov ileride oynuyor ve Makoun doğru bir koruyucu olamıyor. Ligde doğru orta saha ikilileri hayati önem taşıyor ve takımda gördüğüm tek sorun bu orta saha uyumu, pozisyon alışları. Geçen yılın sonunda çözüm net 4-3-3 olarak bulunmuştu, Petrov, Reo-Coker ve Delph, böylece handikap ortadan kalkmıştı. Ben sezon başında 4-3-3 geçişlerinden bahsediyorum fakat net dizilim olarak bunu görmek zaman alabilir, ancak orta saha zafiyetleri baş gösterirse belki, zorla. Yine geçen sene olduğu gibi. Yoksa, ihtiyaç duyulmazsa Makoun ve Delph rotasyona gireceklerdir vesaire. Ama şu andan bir öngörü yapılırsa Makoun'un gerideki rolünde verimsizleşeceğini, bununla beraber Petrov'un yeniden geriye atılmak istenmeyip olayların bir kısır döngüye gireceğini düşünüyorum."


"Hücuma gelince... Villa bir sene içinde ligin en akıcı top oynayan takımlarından birine dönüşmüştü geçen sene. Martinez'i ben de çok severim ama düşülen yanılgı idealist hocadan idealist ve mühendis hocaya evrilmesiyle bu sene oynattığı futbolun da değiştiği gerçeği. Wigan bu sene az gol attı, zaman zaman beşli savunma kullandı (Tottenham maçı), kapandı, rakibi tükenince attığı golle maç kazandı. Bunlar kötü değil, tersine bodoslama 'güzel futbol oynayacağız' deyip yenilince de 'lanet olsun'a zıt, çok da güzel. Orada değişmeyen şey eğitim, zihniyet. Martinez Wigan'ı eğitiyor, önemli olan o. Houllier de Villa'yı eğitiyordu ama Martinez'in tersine takımın oyun stili pek o şekilde esneklikler göstermedi, ancak sezon sonunda. Bunun neticesi üç adet milli takım oyuncusu (Walker, Downing, Young) çıkarmak, satıştan pek çok para kazanmak ve ligin en değerli yerli forvetlerinden birine sahip olmak oldu. Young'ın harika ikinci forvet/oyun kuruculuğu, Downing ve Albrighton'la oynandı en idealist dönemde. Yani net uzak forvet tanımına sahip biri yoktu. Agbonlahor'dan yaratılmaya çalışılan oydu, ama tekniği yetmedi. Hala da yetmiyor. Bu sene değişen bu; McLeish Bent'e ikinci olarak net birini görevlendirecek, hatta belki üçüncü. Soldan illaki forvet gelecek, Delfouneso ve Agbonlahor kullanıldı şu ana kadar. Bu isim takıma katılınca N'Zogbia olacak ve görevi en iyi karşılayabilecek de o. Ben mükemmel bir görevde oynayacağını düşünüyorum ve cıvatalar atmazsa 10 gol/10 asist gibi bir şekilde bitirmesi sürpriz değil. Sağdan olan oyuncuysa oyun kuruyor, bunu en iyi yapabilecekse Bannan ama popülerliği ile ilk zamanlarda tercih Albrighton'dan yana olacaktır. Sonra, şartlar gelişirse Bannan'ın çıkış yaptığı sezon olabilir. Link oyuncusuysa değişkenlik gösterecek, Gabby, Ireland falan olabilir. Ben açılış maçında şu onbiri öngörüyorum: Given; Warnock, Dunne, Collins, Young; Zog, Makoun, Petrov, Albrighton; Gabby, Bent. Oyuncuların yapılarına göre dizilim değil ama yapı değişkenlik gösterecektir. Kanatta müthiş verimli oynayan Heskey de var. Mesela Blackburn maçında solda Heskey, sağda Bannan varken bunu Bannan'ın orta sahalığıyla 4-3-3'e yorabilirsiniz. Bannan hem ortadan, hem kanattan ortalarıyla servisçiydi, Heskey de kanadın savunma görevini yapıp hücumda da duvar oldu, ayağında top tutmadı, rönesans yaşadı. Albrighton, Ireland, Zog bir aradaysa 4-2-3-1 gibi vesaire. Ama Delph gibi bir üçüncü orta saha girmedikçe dizilimin değişmesi zor, 4-4-1-1 üzerinden yürüyecek.

***

Steve Kean geçenlerde röportaj verdi, iki-üç sene içinde Avrupa kupalarını hedefliyormuş. Kadro zayıf, ama Martinez örneğini takip ederek iyi savunup iyi hızlı hücum yapabilirler. Duran toplar zaten her daim büyük tehlike. Böyle olursa ligden düşmeleri zor; ama Samba'nın satılması veya Kean'in fazla idealist davranması, idare edememesi gibi durumları fena halde kaosa sokar."

guner, 31 Temmuz 2011 Pazar 21:57

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...