
"Le Silence de Lorna - Lorna'nın Sessizliği" sanıyorum yarın vizyona girecekmiş. Hep bir filmi, vizyona girmeden önce değerlendirmek istemişimdir. Bugün tam zamanı. Seviyoruz seni Filmekimi... Filmekimi demişken, festivalde gittiğim filmler arasında beni en çok etkileyen Michael Winterbottom'ın "Genova - Cenova" filmi oldu. Kayıtlara geçsin. "En Mand Kommer Hjem - Eve Dönüş" de güzeldi. "Choke - Tıkanma" topuna pek de girmek istemiyorum. Zira kült kitapları filme çevirmek her zaman zor bir iş olmuştur, benim nezdimde kült bir kitaptır Chuck Palahniuk'ın bu kitabı. Haliyle filmdeki karakterler, benim hayal dünyamdakilerle uyuşmadı. Filmin içine de giremedim bir türlü bu sebeple. Bir de verdiğim 15 YTL'nin psikolojik baskısı falan vardı galiba üzerimde. Çok sağlıklı olmayacak eleştirilerim bu yüzden. Kitabı okumamış olanlar izleyebilir aslında, ama benim öncelikli tavsiyem kitabı okumaları olurdu...
Lorna'ya gelince... Dardenne Kardeşler sinemasını bilenler için, çok fazla bir sürprizle karşılaşmayacaklarını söylemek yerinde olur. "L'Enfant" veya "Rosetta" gibi geçmişte onları başarıya götürmüş, Altın Palmiye gibi bir başarıdan söz ediyoruz, filmlerde uyguladıkları formülden geri adım atmamışlar. Daha önce de yaptıkları gibi bir göçmeni senaryonun merkezine koymuşlar, bu da onlara Cannes'da en iyi senaryoya verilen Lux ödülünü getirmeye yetmiş. Ama Dardenneler'in bu filminin yukarıda adını zikrettiğim iki film gibi bir etki yaratmaktan uzak olduğu tüm otoritelerin üzerinde birleştiği bir yorum... Açıkçası bana da o ödülü getirecek bir film gibi gelmedi. Tabi yıl boyunca dünya üzerinde çeşitli festivallerde yüzlerce film izleyen bir adam değilim. Böyle adamlar var ve sözü onlara bırakıyorum. Ancak daha önce izlediğim iki Dardenne filminden sonra, bu filmin de fazlasıyla tanıdık geldiğini söylemeliyim. Zaten saygı duyduğumuz yönetmenlerin filmlerine koşarak gitmemizin sebebi, o özgün tadı tekrar yakalama isteği değil midir? Evet, öyledir belki. Yine de, bu filmin yerine, yine aynı beyinlerden çıkmış "Le Fils" filmini izlesem hayatım çok değişmeyecekmiş gibi geliyor. Bunu diyorum, ama söz konusu filmi tedarik etme girişimlerim de olmadı değil. Neyse, biraz spoiler verelim...
-------------------- SPOILER --------------------

Söz konusu çete, Lorna'nın onlar için çalışmasını, tıpkı onun gibi Belçika'dan vatandaşlık almak isteyen cukkalı bir Rus abiyle kağıt üzerinde bir evlilik yapmasını istiyor. Bunun için bizim junkieden boşanması gerekiyor tabi. Ama bu genelde uzun bir bekleme süreci gerektiriyor tüm bürokratik mevzularda olduğu gibi. Rus da sabırsız. Bu yüzden bu ihtimali istemiyor çete. Onun yerine zaten bağımlı olduğu bilinen junkienin aşırı dozdan gitmesi bekleniyor(!). Fakat Lorna, bu dönemlerde junkie ile olan yakışmaları sonrası, buna izin verme konusunda çekincelere kapılıyor. İşte film de, başka bir ülkede, bir erkeğin yardımı olmaksızın hayat mücadelesi veren Lorna'nın bu ikilemini merkeze alıyor.
Hikayenin sonraki gelişiminden bahsetmek spoilerın doğasına bile aykırı. O yüzden burada keselim, dışarıdaki irade sahibi arkadaşları bekletmeyelim...
Derken aşağıda yazarken aklıma geldi de basbayağı spoiler, buraya yazmak gerek. Filmi izlerken ön çaprazımızda iki teyze vardı, Nişantaşı'ndan kopup gelmiş 50-60 yaşında teyzeler. Filmin öyle çarpıcı noktalarına limon sıktılar ki, küfür etmeden bitiremeyeceğim bu yazımı, hoş daha önce defalarca yaptık filme birlikte gittiğim arkadaşımla. Aşağıya da yazdığım gibi filmdeki belirsizlikler sıfıra oldukça yakın. Lorna'nın kafasında tasarladığı, karnında taşıdığına inandığı bebeğiyle konuştuğu bir sahne var. "Çocuk nereden çıktı?" da güzel bir soru olabilir, o benim spoiler tanımımın dışında kalıyordu aslında, o yüzden yukarıda değinmedim. Neyse efendim, bu sahne filmin sonunda yer alan ve oldukça da can alıcı bir sahne. Hatta yukarıdaki fotoğraf o sahneden bir kare. Sen doksan dakika boyunca Lorna'nın bedeni içine girmişsin, empati kurmaya çalışmışsın. Doğal olarak da her şeyin farkındasın. Derken bir ses duyuluyor: Bebeğiyle konuşuyooor. E yuh! Bir de junkienin ölümü sonrasında güzel bir time shift kullanmış biraderler. Hayat kaldığı yerden akmaya devam ediyor, biz seyirci olarak ölümün ya da cinayetin farkındayız. Fakat bu sefer bir önceki teyzenin ekürisi: Ölmüş. 11 gösteriminde okuldan kaçıp gelmiş ergen liseliler yapmadı bunu "Genova" sırasında. Dikkat!
-------------------- SPOILER --------------------
Evet efendim, nerede kalmıştık? İnönü Stadı'nı bilenler için söylüyorum... Yok bu değildi. Dardenne sinemasını bilenler için söylüyorum, yukarıda geçen filmleri beğendiyseniz, "La Promesse" kısa zamanda izlenmesi gereken filmler listenizin ilk sıralarındaysa hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Salt gözlemci misyonu edinmiş kamera, boşluklarda müzik kullanmak yerine tercih edilmiş sessizlik eşliğinde yine bir insanın natüralist bir portresini sunuyor bize Dardenne kardeşler. Toplumsal gerçekçilik amacına hizmet edebilecek mesajlar da alıyoruz. Lorna, göçmen olarak geldiği ve diline tam olarak hakim olmadığı bir ülkede, bir iletişimsizlik içerisinde yaşıyor hayatını. Konuşmak istediği değil, konuşmak zorunda olduğu kişilerle konuşuyor. Arnavut sevgilisi Sokol ile olan konuşmalarını ve film sonundaki dialog sahnesini istisna olarak alabiliriz.
Ana karakter yine benzer bir şekilde seçilmiş. Sıradan gözüken, içimizden biri. Fakat fazlasıyla sıra dışı. Film boyunca bu karakterin çelişkilerine ortak oluyoruz, belli bir noktadan sonra tam da takip edemediğimiz bir süreçte karakterin akıl sağlığının bozulmuş olma ihtimalini sorguluyoruz. Filme Dardenneler imzası atılmış yani. Fakat diğer filmlere oranla sürprize daha kapalı bir hikaye var. Aslında hikayenin hemen başında, daha doğrusu hikayenin içine girebildikten hemen sonra, belli bir takdim kısmı yok yine alışıldık biçimde, kadının nereye sürükleneceğini hayal edebiliyorsunuz. Salondan da kafanızda minimum soru işareti ile çıkıyorsunuz. Bu, eleştirmenlerin Dardenne sineması kalıbının içine sokamadıkları bir durum. Bu sebeptendir ki, bu filmde Dardenneler'in o minimalist tarzdan kopup, biraz olsun dogma sinemasına yaklaştığını iddia ediyorlar. Saygı duyarım, dogma dersen de Lars von Trier, "Europa", Dogma95 der susarım. Bu kadar büyük çapta iddialarda bulunabilecek ölçüde bir sinema izleyicisi değilim çünkü.

Oyuncu kadrosundan bahsedecek olursak, yeni nesil Alman yönetmenleri için Moritz Bleibtreu ve Franka Potente ne ise (Burton-Depp-Bonham Carter üçlüsü demeyi de düşünmedim değil), Rıza Çalımbay için Kürşat Duymuş, Ziya Doğan için Tolga Seyhan ne ise (unutma, spor bloguyuz) Dardenne Kardeşler için de Jérémie Renier öyle bir şey. "L'Enfant" için çok şey ifade ediyordu, gerçekten de harikalar yaratmıştı. Ben bu filmde bir kez daha hayran kaldım, hatta bir adım daha ileri attığını söyleyebilirim hiç çekinmeden. Uyuşturucu bağımlısını oynuyor, bu sefer ana karakter olmamasına rağmen zaman zaman Lorna karakterinin önüne de geçebiliyor. "In Bruges" filminde bu yıl fazlasıyla geri planda kalınca üzülmüştüm, Dardenneler ile irtibatı koparmaması hayrına olur. Başrolü kapan Arta Dobroshi, Kosova doğumlu bir ablamız ve çok yeni bir yüz. Rol teklifini aldığında tek kelime Fransızca bilmiyormuş, biraderler de "Filmin adını da mı anlamamış, sessizlik diyoruz" demiş olsa gerek... Altından kalkabildiğini söyleyebiliriz, yine de oyunculuk anlamında Renier'nin gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Yine Dardenne sinemasının bayrak adamlarından Olivier Gourmet de filme bir yerinden girebilmeyi başarabilmiş, ilgilenenlere...
Güzel film yani, gidin izleyin. Ha, trailer için de buradan buyrun...