28 Kasım 2008 Cuma

Dardenneler Yapmış Abi!


"Le Silence de Lorna - Lorna'nın Sessizliği" sanıyorum yarın vizyona girecekmiş. Hep bir filmi, vizyona girmeden önce değerlendirmek istemişimdir. Bugün tam zamanı. Seviyoruz seni Filmekimi... Filmekimi demişken, festivalde gittiğim filmler arasında beni en çok etkileyen Michael Winterbottom'ın "Genova - Cenova" filmi oldu. Kayıtlara geçsin. "En Mand Kommer Hjem - Eve Dönüş" de güzeldi. "Choke - Tıkanma" topuna pek de girmek istemiyorum. Zira kült kitapları filme çevirmek her zaman zor bir iş olmuştur, benim nezdimde kült bir kitaptır Chuck Palahniuk'ın bu kitabı. Haliyle filmdeki karakterler, benim hayal dünyamdakilerle uyuşmadı. Filmin içine de giremedim bir türlü bu sebeple. Bir de verdiğim 15 YTL'nin psikolojik baskısı falan vardı galiba üzerimde. Çok sağlıklı olmayacak eleştirilerim bu yüzden. Kitabı okumamış olanlar izleyebilir aslında, ama benim öncelikli tavsiyem kitabı okumaları olurdu...

Lorna'ya gelince... Dardenne Kardeşler sinemasını bilenler için, çok fazla bir sürprizle karşılaşmayacaklarını söylemek yerinde olur. "L'Enfant" veya "Rosetta" gibi geçmişte onları başarıya götürmüş, Altın Palmiye gibi bir başarıdan söz ediyoruz, filmlerde uyguladıkları formülden geri adım atmamışlar. Daha önce de yaptıkları gibi bir göçmeni senaryonun merkezine koymuşlar, bu da onlara Cannes'da en iyi senaryoya verilen Lux ödülünü getirmeye yetmiş. Ama Dardenneler'in bu filminin yukarıda adını zikrettiğim iki film gibi bir etki yaratmaktan uzak olduğu tüm otoritelerin üzerinde birleştiği bir yorum... Açıkçası bana da o ödülü getirecek bir film gibi gelmedi. Tabi yıl boyunca dünya üzerinde çeşitli festivallerde yüzlerce film izleyen bir adam değilim. Böyle adamlar var ve sözü onlara bırakıyorum. Ancak daha önce izlediğim iki Dardenne filminden sonra, bu filmin de fazlasıyla tanıdık geldiğini söylemeliyim. Zaten saygı duyduğumuz yönetmenlerin filmlerine koşarak gitmemizin sebebi, o özgün tadı tekrar yakalama isteği değil midir? Evet, öyledir belki. Yine de, bu filmin yerine, yine aynı beyinlerden çıkmış "Le Fils" filmini izlesem hayatım çok değişmeyecekmiş gibi geliyor. Bunu diyorum, ama söz konusu filmi tedarik etme girişimlerim de olmadı değil. Neyse, biraz spoiler verelim...

-------------------- SPOILER --------------------

Sessiz olan bir Lorna mevcut filmimizde, doğru tahmin ettiniz. Belki bazılarınız tahmin işini Lorna'nın Balkan asıllı olduğuna kadar götürmüş olabilir. Evet, hanım kızımız Arnavut orijinli. Bütün göçmenler gibi, ilk sıkıntısı da Belçika vatandaşlığı alabilmek. Bunun için de bir yeraltı organizasyonunu kullanıyor. Filmde genellikle junkie, Türkçe çeviride 'keş' demişlerdi, olarak geçen ve ismini hatırlamak için IMDB'ye girmeye üşendiğim abiyle anlaşmalı bir evlilik yapıyor. Zaten çetenin temel işleyişi de bu... Belçika'ya çalışmak için gelen göçmenlere, bu evliliği yapabilecek uygun kişiler bulmak. Bu uygun kişiler de hayatları çok parlak kişiler olmuyor genellikle, junkie kriterlerin çoğunu taşıyor mesela... Aslına bakarsanız bu tam anlamıyla Dardenneler'in zihninden çıkan bir kurgu değil(miş). "L'Enfant" filminin çekimleri sırasında bir kadından duymuşlar benzer hikayeyi. Brüksel'de yaşayan kadının uyuşturucu bağımlısı kardeşine aynı teklif gelmiş, ancak kadın kardeşini engellemiş. Zira, bu tip göstermelik evliliklerin sonunda birçok junkienin, şüpheli overdose olayları sonunda hayatı kaybettiği biliniyormuş. Filmde Lorna'nın sessizliğine zemin hazırlayan nokta da işte tam burası. Bire bir olarak bu hikayeyi ele aldığını söyleyebiliriz biraderlerin. Küçük bir not daha verelim aynı paralelde. Daha önce Dardenne Kardeşler, kendi çocukluklarının da geçtiği kasabayı kullanıyormuş filmlerinde. Fakat bu tarz örgütler genelde iş olanakları daha fazla olan şehirlerde örgütlendiğinden, filmi bu tanıma daha fazla uyan Liege'de çekmeyi uygun görüyorlar.


Söz konusu çete, Lorna'nın onlar için çalışmasını, tıpkı onun gibi Belçika'dan vatandaşlık almak isteyen cukkalı bir Rus abiyle kağıt üzerinde bir evlilik yapmasını istiyor. Bunun için bizim junkieden boşanması gerekiyor tabi. Ama bu genelde uzun bir bekleme süreci gerektiriyor tüm bürokratik mevzularda olduğu gibi. Rus da sabırsız. Bu yüzden bu ihtimali istemiyor çete. Onun yerine zaten bağımlı olduğu bilinen junkienin aşırı dozdan gitmesi bekleniyor(!). Fakat Lorna, bu dönemlerde junkie ile olan yakışmaları sonrası, buna izin verme konusunda çekincelere kapılıyor. İşte film de, başka bir ülkede, bir erkeğin yardımı olmaksızın hayat mücadelesi veren Lorna'nın bu ikilemini merkeze alıyor.

Hikayenin sonraki gelişiminden bahsetmek spoilerın doğasına bile aykırı. O yüzden burada keselim, dışarıdaki irade sahibi arkadaşları bekletmeyelim...

Derken aşağıda yazarken aklıma geldi de basbayağı spoiler, buraya yazmak gerek. Filmi izlerken ön çaprazımızda iki teyze vardı, Nişantaşı'ndan kopup gelmiş 50-60 yaşında teyzeler. Filmin öyle çarpıcı noktalarına limon sıktılar ki, küfür etmeden bitiremeyeceğim bu yazımı, hoş daha önce defalarca yaptık filme birlikte gittiğim arkadaşımla. Aşağıya da yazdığım gibi filmdeki belirsizlikler sıfıra oldukça yakın. Lorna'nın kafasında tasarladığı, karnında taşıdığına inandığı bebeğiyle konuştuğu bir sahne var. "Çocuk nereden çıktı?" da güzel bir soru olabilir, o benim spoiler tanımımın dışında kalıyordu aslında, o yüzden yukarıda değinmedim. Neyse efendim, bu sahne filmin sonunda yer alan ve oldukça da can alıcı bir sahne. Hatta yukarıdaki fotoğraf o sahneden bir kare. Sen doksan dakika boyunca Lorna'nın bedeni içine girmişsin, empati kurmaya çalışmışsın. Doğal olarak da her şeyin farkındasın. Derken bir ses duyuluyor: Bebeğiyle konuşuyooor. E yuh! Bir de junkienin ölümü sonrasında güzel bir time shift kullanmış biraderler. Hayat kaldığı yerden akmaya devam ediyor, biz seyirci olarak ölümün ya da cinayetin farkındayız. Fakat bu sefer bir önceki teyzenin ekürisi: Ölmüş. 11 gösteriminde okuldan kaçıp gelmiş ergen liseliler yapmadı bunu "Genova" sırasında. Dikkat!

-------------------- SPOILER --------------------

Evet efendim, nerede kalmıştık? İnönü Stadı'nı bilenler için söylüyorum... Yok bu değildi. Dardenne sinemasını bilenler için söylüyorum, yukarıda geçen filmleri beğendiyseniz, "La Promesse" kısa zamanda izlenmesi gereken filmler listenizin ilk sıralarındaysa hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Salt gözlemci misyonu edinmiş kamera, boşluklarda müzik kullanmak yerine tercih edilmiş sessizlik eşliğinde yine bir insanın natüralist bir portresini sunuyor bize Dardenne kardeşler. Toplumsal gerçekçilik amacına hizmet edebilecek mesajlar da alıyoruz. Lorna, göçmen olarak geldiği ve diline tam olarak hakim olmadığı bir ülkede, bir iletişimsizlik içerisinde yaşıyor hayatını. Konuşmak istediği değil, konuşmak zorunda olduğu kişilerle konuşuyor. Arnavut sevgilisi Sokol ile olan konuşmalarını ve film sonundaki dialog sahnesini istisna olarak alabiliriz.

Ana karakter yine benzer bir şekilde seçilmiş. Sıradan gözüken, içimizden biri. Fakat fazlasıyla sıra dışı. Film boyunca bu karakterin çelişkilerine ortak oluyoruz, belli bir noktadan sonra tam da takip edemediğimiz bir süreçte karakterin akıl sağlığının bozulmuş olma ihtimalini sorguluyoruz. Filme Dardenneler imzası atılmış yani. Fakat diğer filmlere oranla sürprize daha kapalı bir hikaye var. Aslında hikayenin hemen başında, daha doğrusu hikayenin içine girebildikten hemen sonra, belli bir takdim kısmı yok yine alışıldık biçimde, kadının nereye sürükleneceğini hayal edebiliyorsunuz. Salondan da kafanızda minimum soru işareti ile çıkıyorsunuz. Bu, eleştirmenlerin Dardenne sineması kalıbının içine sokamadıkları bir durum. Bu sebeptendir ki, bu filmde Dardenneler'in o minimalist tarzdan kopup, biraz olsun dogma sinemasına yaklaştığını iddia ediyorlar. Saygı duyarım, dogma dersen de Lars von Trier, "Europa", Dogma95 der susarım. Bu kadar büyük çapta iddialarda bulunabilecek ölçüde bir sinema izleyicisi değilim çünkü.



Oyuncu kadrosundan bahsedecek olursak, yeni nesil Alman yönetmenleri için Moritz Bleibtreu ve Franka Potente ne ise (Burton-Depp-Bonham Carter üçlüsü demeyi de düşünmedim değil), Rıza Çalımbay için Kürşat Duymuş, Ziya Doğan için Tolga Seyhan ne ise (unutma, spor bloguyuz) Dardenne Kardeşler için de Jérémie Renier öyle bir şey. "L'Enfant" için çok şey ifade ediyordu, gerçekten de harikalar yaratmıştı. Ben bu filmde bir kez daha hayran kaldım, hatta bir adım daha ileri attığını söyleyebilirim hiç çekinmeden. Uyuşturucu bağımlısını oynuyor, bu sefer ana karakter olmamasına rağmen zaman zaman Lorna karakterinin önüne de geçebiliyor. "In Bruges" filminde bu yıl fazlasıyla geri planda kalınca üzülmüştüm, Dardenneler ile irtibatı koparmaması hayrına olur. Başrolü kapan Arta Dobroshi, Kosova doğumlu bir ablamız ve çok yeni bir yüz. Rol teklifini aldığında tek kelime Fransızca bilmiyormuş, biraderler de "Filmin adını da mı anlamamış, sessizlik diyoruz" demiş olsa gerek... Altından kalkabildiğini söyleyebiliriz, yine de oyunculuk anlamında Renier'nin gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Yine Dardenne sinemasının bayrak adamlarından Olivier Gourmet de filme bir yerinden girebilmeyi başarabilmiş, ilgilenenlere...

Güzel film yani, gidin izleyin. Ha, trailer için de buradan buyrun...

25 Kasım 2008 Salı

Peter Handke


"Oteldeki odasında şafaktan az önce uyandı. Durup dururken çevresindeki her şey bir çırpıda katlanılmaz oluvermişti. Düşündü: Belli bir anda, şimdi, şafaktan az önce her şeyin bir çırpıda katlanılmaz olması mıydı uyanmasının asıl sebebi? Üzerinde yattığı şilte içine çökmüştü, dolaplar, şifonyer çok uzağındaki duvarların berisinde duruyordu, üzerindeki tavan katlanılmaz bir yükseklikteydi. Loş oda, dışarıda koridor ve hepsinden önce dışarısı, sokak o kadar sessizdi ki, dayanılır gibi değildi. Şiddetli bir bulantı kapladı içini. Hemen lavaboya kustu. Bir süre sürdü kusması, rahatlama getirmeden. Gene yatağına uzandı. Başı dönmüş değildi, tersine, her şeyi katlanılmaz bir denge içinde görüyordu. Pencereden eğilip caddenin ucuna kadar bakması işe yaramadı. Bir branda bezi sakin sakin duruyordu park edilmiş bir arabanın üstünde. İçeride odanın duvarındaki iki su borusunu gördü, paralel gidiyorlardı, yukarıda duvarla aşağıda döşemeyle kesiliyorlardı. Gördüğü her şey en katlanılmaz bir biçimde kesilmiş, sınırlanmıştı. Kusmak içini ferahlatmamış tersine daha da sıkıştırmıştı. Sanki bir levye kendisini gördüğü her şeyden kanırta kanırta ayırıyordu, daha doğrusu çevresindeki nesneler kendisinden ayrılmış havaya kaldırılmış gibiydi. Dolap, lavabo, seyahat çantası, kapı: Ancak şimdi farkına varıyordu ki, gördüğü her nesneye uyan kelimeyi çılgınca bir zora uğramışcasına aklından geçirmeden edemiyordu. Her nesnenin görüntüsünü hemen nesnenin adı izliyordu. Sandalye, elbise askısı, anahtar. Ortalığa erkenden böyle bir sessizliğin çökmesi, gürültüler dikkatini artık dağıtamasın diyeydi; her yer bir yandan böyle çevresindeki nesneleri görebileceği kadar aydınlık, öte yandan böyle hiçbir gürültünün dikkatini dağıtamayacağı kadar sessiz olduğundan, nesneleri kendi reklamlarıymış gibi görüyordu. Gerçekten bulantısı kimi zaman uyuyana kadar tekrarlamadan ya da mırıldanmadan edemediği belli reklam spotlarından, moda melodilerden ya da milli marşlardan duyduğu iğrentiye benzer bir iğrentiydi. Hıçkırık tutmuş gibi nefesini tuttu. Sonra nefes alınca her şey gene başladı. Yeniden tuttu nefesini. Bir süre sonra işe yaradı bu. Uykuya daldı.
"

Die Angst des Tormanns beim Elfmeter, Peter Handke

Türkçe Çeviri: Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Ayrıntı Yayınları, Tevfik Turan, 1988

Teşekkürler var... Yarın akşam da Lorna...

6 Kasım 2008 Perşembe

Change We Need


Bir değişim de Steve Francis için ayarlar mı ki Barack?

Bu arada başkanlık seçimini motivasyon unsuru olarak kullanan tek isim Francis değil. Sezonu cezası nedeniyle geç açan, ilk maçında da şut ritmini bulamayıp hücuma sadece asistleriyle katkı yapabilen Carmelo Anthony, bu gece Barack Obama'nın 44. başkan olması şerefine 44 sayı atacağını iddia etmiş. Basına yansıyan bu, ama içindeki motivasyonun asıl nedeni kariyerine Allen Iverson'dan uzak devam edecek olmasıdır muhtemelen. Bu takası da bir ara değerlendirmek lazım aslında da ne yapalım, vize bülbülüm vize...

3 Kasım 2008 Pazartesi

Zerredir Belki Ama Yok Denilmez


Ne zamandır bekliyorduk, haftaya çıkıyor. Replikas'ın beşinci stüdyo albümü yarın Babylon'da tanıtıldıktan sonra yanılmıyorsam cumartesi günü raflarda yerini alacak. Albümden sadece "Zerre", "Dulcinea" ve "Bugün Varım Yarın Yokum" adlı şarkıları dinleme fırsatım oldu. Yine de şunu söyleyebiliyorum ki "Avaz" sonrası girilen uzun bekleyiş sürecinden sonra tüm dinleyicilerini tatmin edecek gibi gözüküyor grup bu albümle. Ben çok beğendim şimdiden. Şarkıların isimleri bile havaya sokmaya yetiyor baksanıza, "Replikas albümü bu, evet" diyorsunuz. 22 Kasım'da Peyote'de olmak lazım...

Bu Sıkıntı
Zerre
Bugün Varım Yarın Yokum
Dulcinea
Bitti Deme
Vakt-i Kerahat
Bozuk Düzen
Boş Vücut
Gülmediğin Günler
Hortum
Eksik
Ruh-feza

Timo Glock E' Un Pagliaccio!


Aslında Formula 1'in sıkı takipçisi olarak tanımlardım kendimi yakın zamana kadar. Bu yüzdendir ki MotoGP yazılarını Motorsporları üst başlığında toplamışım, nasıl olsa bugün yarın bir F1 yazısı da yazarım diye düşünüp. Açıkçası bu yarış sezonunda Formula 1'den çok da MotoGP izledim, zira geride bıraktığımız yavan 2007 sezonu son yarış dışında damağımızda pek bir tat bırakmamıştı. Ancak 2008 biraz daha hareketli geçti diyebiliriz. BMW Sauber'nın 2007'de başladığı yükselişi aynen sürdürmesi, Renault'nun sezonun ikinci yarısıyla birlikte kazandığı ivme takımlar klasmanına heyecan getirdi. Ferrari-McLaren çekişmesi son haftaya kadar sürdü zaten, Heikki Kovalainen'in beklentilerin altında kalan performansına rağmen. Ön plana çıkan bireysel performanslar da vardı tabi. İki BMW pilotunun performansları 2007 sonrası çok büyük bir sürpriz addedilmese de, Robert Kubica'nın bu sezon seviye atladığını kolayca söyleyebiliriz. Timo Glock'tan malum nedenlerle çok hazzedemiyorum şu sıralar, yine de birçok kişiyi umutlandırdı bu yılki performansıyla. Yine de bu sezona damga vuran bir Alman varsa bu isim kesinlikle Glock değil. Sebastian Vettel... Toro Rosso ile 21 yaşında yarış kazanmak, bunu Monza gibi bir pistte yapmak, üzerine de arka arkaya İtalyan ve Alman milli marşlarını dinletmek ne büyük bir başarıdır. Bitirebildiği 12 yarışın dokuzunda puan aldığını da eklemek lazım. Ferrari, McLaren, Renault, BMW ve Toyota'nın bulunduğu pistte bunu bir Toro Rosso'nun üzerinde yapmak ve belli bir istikrara taşımak saygıyı fazlasıyla hak ediyor. Neyse Vettel'e tekrar döneceğiz...


Sezon Brezilya'da noktalandı yine. Amaç bilindiği üzere sezonun en önemli yarışını Avrupa'da prime-time dilimine sokabilmek. Başarılı bir pazarlama stratejisi tabi. Bu sezon birçok yarışı pas geçmiş olsam da hala bu yarışı kaçıracak kadar dışında değildim heyecanın. Geçtim ekranın karşısına, aslında çok da ihtimal vermiyordum Felipe Massa'nın rüzgarı tersine çevireceğine. Başlangıç da pek yanılmayacağımı gösterir gibiydi. Tabi hemen start öncesi boşalan yağmur ufak bir heyecan yaratmadı değil, ama yarış üzerinde etki bırakacak bir şey değildi. Bir sağanaktı, koptu. Pisti ıslattı en fazla. Ama stratejileri değiştiren bir yağmur olmadı, bütün takımlar sert zemin lastikleriyle başladı yarışa. Bu arada kişisel blogumda objektif olma gibi bir derdim yok çok da, hemen ekleyeyim. Michael Schumacher'i hiçbir zaman sevememiş olsam da, kırmızı renge gönül verenlerdenim pist üzerinde. O otomobilin içerisine oturmuş istisnasız herkesi de desteklerim sonuna kadar, not düşülsün. Bir not daha... Lewis Hamilton'ın sürüş stili geçen sene beni de etkiledi, ancak hiçbir zaman kanım kaynamadı bu İngiliz'e. Ben renk görmem, ona rağmen uyuzum kendisine. Kariyerinin hemen başındaki bu iki Brezilya GP de her zaman hatırlanacak insanlar tarafından. Baskıyla sorunları olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Tabi henüz çok genç bir isimden bahsediyoruz, uzun vadede kusursuz bir winnera dönüştüğüne de tanık olabiliriz. Yine de pek zannetmiyorum şu son dediğimin olacağını.


4. cepten start aldı şampiyonluğun en büyük favorisi. Yanındaki Kimi Räikkönen ve arkasındaki Fernando Alonso'nun Hamilton'ın hayatını zorlaştırmaları yönündeydi umudum. Iceman'in genelde bu taraklarda bezi olmaz, tüm ciddiyetiyle kendi işine bakan bir Finli olmuştur hep. Hatta selefi Mika Häkkinen'inki gibi bir kariyere hiçbir zaman sahip olamayacak olmasının da başlıca sebebi içinde eksik olan o ateştir bana kalırsa. Takım arkadaşı için bile olsa bir güzellik yapacağına pek ihtimal vermiyordum. Alonso ise daha fazla umut vadediyordu Scuderia destekçileri için. Zira haftasonunun başında Massa'nın şampiyon olması için elinden geleni yapacağını söylüyordu Serhan Acar'ın tabiriyle 'çifte şampiyon'. Tabi onun derdi Massa'nın şampiyon olup olmaması değildi pek. Unutmak istediği McLaren günleri ve o dönemde kendisi için hiçbir zaman iyi bir takım arkadaşı olmamış Hamilton vardı daha çok aklında. Gerçi Hamilton ile olan fırtınalı ilişkisinde onun da kabahatleri vardı mutlaka. Neyse o tamamen ayrı bir konu. Sonuç olarak ben bir psikopatlık bekliyordum çok da sevmediğim Alonso'dan, çaresizce... Tabi böyle büyük bir sahnede hırsının kurbanı olup da kasti bir harekette bulunmak makul bir iş değil, önce kendini yakarsın. Yine de bir acaba vardı hani içimizde. Olmadı.


Gridin 2. sırasında yer almak çok da alışılmadık bir şey değildi Jarno Trulli için. Toyota'nın tek turluk performansının üst seviyede olduğu da sıkça konuşulan bir şey, ama Trulli bunu yıllardır yapıyor. Başarılı bir sıralama turu performansını takip eden başarılı bir çıkış... Sonrası ise malum. Literatüre "Trulli Train" olarak giren manzara. Arkasında kendi altındaki otomobilden çok daha hızlı otomobilleri tutan bir Trulli ve oluşturduğu F1 aracı katarı. Tabi Trulli'nin yaptığı bu üstün savunma en çok önündeki isimlere yarıyor. Son yarış özelinde Massa'ya yani. Yine de bu çok da büyük bir avantaj sayılamazdı Felipe için. Kendi ülkesinde yarış kazanması yolunda onu rahatlatacak bir durum olsa da, onun asıl istediği Hamilton'ın ilk 5 sıranın dışında kalmasıydı. Dolayısıyla evinde yarış kazanmakla yetinmeyip, şampiyonluk kazanmak... Ona bu yolda yardım edecek isim ise Trulli olmayacaktı. Bizim savunma stilini sürekli övdüğümüz Trulli, iki tur bile tutamadı Hamilton'ı arkasında. Geçiş de çok temiz bir geçişti. "McLaren, Toyota'ya para vermiş" dedik biz de. Güvenlik aracı pistteyken pite giren Giancarlo Fisichella bu sayede ilk pit stoplar sonrası kendine ilk sekizde avantajlı bir yer buldu. Benim asıl umudum da oydu açıkçası. Zaten Juan Pablo Montoya'nın hemen arkasından gelir sevdiğim pilotlar listesinde. Yarış sonrası Genç Subay Mert ile de konuştuk. 200 yarışı devirmişsin, az biraz da İtalyan'sın, zaten defaatle Ferrari'de yarışmak için her şeyini vermeye hazır olduğundan dem vurdun. Bir de Hamilton'a vur, ülkende krallar gibi karşılan. Bu yaştan sonra yarış pilotluğu zor da olsa test pilotluğun garanti Ferrari'de. Neyse o erdemli davranmayı seçti, en güzeli tabi...


Alonso'nun psikopata bağlama ihtimali yarışın sonuna kadar bir köşede dursa da, Fisichella ve Trulli gibi iki İtalyan'dan en ufak bir yardım alamamak koydu tabi Ferrari taraftarlarına. Çok temiz iki geçişle ekarte etti ikisini de Hamilton. Artık bizi tek bir şey yaklaştırabilirdi sürücüler şampiyonluğuna: Yağmur. Artık umutların tamamen kaybolmaya yüz tuttuğu dakikalarda, şu anda hatırlamadığım bir pilotun kulaklığından duyduk ilk yağmur söylentisini. Birkaç damla çiseledi önce, ama bu bile yetti. Kimse risk almak istemedi. Toyota dışında... Herkes birer birer pite girerken, Toyota'nın bu stratejisi Hamilton'ın hesaplarını biraz olsun karıştırmıştı. Yine de şampiyonluğa son sıradan tutunuyordu son 2 tura girerken. Derken hiç hesapta olmayan biri çıktı sahneye, aslında hesapların içerisine bir şekilde dahil edilmeliydi de en baştan. Vettel geldi ve bir kez daha geçti Hamilton'ı. Her şey Massa'nın lehine dönmüştü, finiş çizgisini geçtiğinde şampiyondu. Ama Toyota'nın stratejisi fısladı, hem de son virajda. Glock yavaşlarken, tipik bir tur bindirme gibi gelmişti. Zaten Alman spiker de canlı yayında 4-5 saniye sonra anlıyor bunun bir geçiş olduğunu, biz biraz daha çabuk anladık. Sağolsun, yarışı izlediğimiz odada fazlasıyla heyecanlı bir arkadaş vardı ki Glock'un yavaşlamasına tepkisi televizyona terlik fırlatmak oldu. Geçirdiği seri yüz felçlerinin karşılığını alamadı, Massa'dan çok onun için üzülüyorum... Bu arada Trulli ile Glock'un son tur sektör zamanlarını gördükten sonra olayda şaibe aramak paranoyaklıktan da öte olur. Hamilton ve McLaren'ı tebrik etmeyi bilmek lazım. Yine de MTV Müzik Ödülleri sırasında kız yapan bir şampiyon görmeyi de kabullenemiyorum. Değerler nerede?


Sonuç olarak takımlar klasmanındaki şampiyonluk yine amorti gibi geldi. Massa'nın bu kadar yaklaşmışken şampiyonluğu almasını isterdim. Bu sahneye çıktığı ilk günden beri agresif sürüşünü sevmişimdir, sıcakkanlı da bir adam. Ama Schumi'nin parmakla gösterdiği zamanları hatırlıyorum da, o kadar da büyük bir yetenek değilmiş sanırım. Bu sezon içerisinde kendisini geliştirmiş gibi gözükse de, şampiyonluğa bir daha bu kadar yaklaşamaması da benim için sürpriz olmaz. Räikkönen-Massa ikilisinde kısa vadede bir değişim beklenmiyor, zira iki ismin de takımla sözleşmeleri yakın zamanda uzatıldı. Ama gelecek sezon Red Bull'da izleyeceğimiz Vettel'in oradaki kariyeri çok uzun soluklu olmayacağa benzer. Bu yeteneği kimseye kaptırmamamız lazım. Açıkçası Kimi'nin de, Felipe'nin de gidişi çok büyük bir kayıp olmayacaktır bu uğurda. Tabi Massa şampiyonluktan olurken takım olarak Ferrari'nin de belli noktalarda köstek görevi gördüğünü söylemek lazım. Singapur GP'yi de gördükten sonra söylemeliyim ki bu garaj hala Ross Brawn'u özlüyor...

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...