28 Eylül 2010 Salı

NBA Türkiye 2010/9


Eylül sayısını halen tam anlamıyla okuyabilmiş değilim, galiba bir kısmını okumak için hiç zamanım olmayacak da. Çıkış tarihi şampiyonanın ikinci gününe denk geldiği için ön inceleme sayısını okumaya pek gerek duymadım ama Ümit Avcı, Anıl Aksaç, Çağlar Torun üçlüsünden oluşan bir yazar ekibi olduğuna göre güzel bir iş çıkmış olsa gerek... Ekte Selçuk Ernak'ın ilgi çekici bir yazısı da yer buldu. Çin milli takımıyla Bob Donewald'un asistanlarından biri olarak Ankara'ya gelen Ernak, kendi deneyimleri üzerinden Çin gibi çok eskiye dayanan bir basketbol kültüründen yoksun bir ülkenin bile bizim için örnek teşkil edebilecek bazı anlayışlar geliştirdiğini vurgulamış. Dergi piyasada hala bulunabiliyor mudur emin değilim, ama okumaya değer bir yazı.

Sedat Koç'un ölü sezonu fırsat bilip, yarının da ötesine geçebilecek takımları sıraladığı yazısını okudum. Bir de Yiğiter Uluğ'un 1986 Dünya Basketbol Şampiyonası ile ilgili yazdıklarını attım hafızaya. Şampiyona süresince basketbola doygun günler geçirdikten sonra bütün basketbol neşriyatından geri çekmiştim kendimi, tatilin son ayında Georges Perec ve Thomas Bernhard külliyatına daldım. Yoksa Eylül sayısının diğerlerine göre düşük kalitede olmasıyla ilintili bir durum yok. Belki öyledir, bilemem tabi... First Five bölümünde Cem Pekdoğru ve Şansal Kulabaş imzasıyla çıkan yazılar da Anıl-Çağlar ikilisine ait bu arada, Şansal'ın Cem Çağal'ı tanıdığı bir paralel evren fazlasıyla fantastik olurdu zaten.


Ekim sayısının kapağı da NBA kulislerine düşmüş. First Five bölümü için evladım Russell Westbrook hakkında bir profil yardırdım ama onu kırpmadan tek sayfaya sığdırmak zor iş olabilir. Şampiyona yazıları ağırlıkta galiba. Son transfer Nick "Yabancı Damat" Gibson da heyecan verici. Bu sayı için gönderdiği yazıyı okudum, iki sene içinde Avrupa'nın büyük dergilerine satmış oluruz...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Fenerbahçe 1-1 Beşiktaş


Beşiktaş çok uzun zamandır olmadığı kadar net favori olarak çıkıyordu Şükrü Saraçoğlu Stadı'na. Buna karşılık Christoph Daum ile başlayan dönemden itibaren tecrübe ettiğimiz üzere Fenerbahçe kader maçlarında genellikle başarılı olan, derbileri de yüksek yüzdeyle kaybetmeyen (genellikle kazanan) bir kimliğe bürünmüştü. Bu açıdan bakıldığında Fenerbahçe'nin ligde bu sezon ilk kez taraftarı önüne çıktığı derbiye farklı bir motivasyonla hazırlanıp Avrupa yorgunu Beşiktaş'tan puan ya da puanlar alması muhtemeldi. Bunun için de Daum ile başlayıp Zico, Luis Aragones ve ardından yeniden Daum ile devam eden dönemde derbilerde uygulanan kontrollü futbol anlayışı galibiyetin anahtarıydı. Velhasıl Aykut Kocaman da seleflerinin yolunu izleyen bir diziliş ve oyun anlayışıyla sahaya sürmüştü takımını.


Bernd Schuster dersine iyi çalışmış. İlk 11'e Necip yerine Aurelio, Hilbert/Holosko yerine ise Nihat'ı monte ederek, Guus Hiddink ile benzer şekilde üst düzey futbol oynamış ve derbi baskısını kaldırabilecek tecrübeli oyuncuları tercih etmiş. Bunların yanında üzerlerine baskı yapıldığı taktirde topları oyuna gelişigüzel sokan ve genellikle bu topları kaybeden Lugano/Bilica ikilisi üzerine baskı yapmak için de Bobo yerine Nobre'yi oyuna sürmüş. Bu plan doğrultusunda maç sonunda sahanın en çok mesafe kat eden oyuncusu Nobre idi. Nihayetinde oyun tam da Schuster'in istediği şekilde başladı.

Fenerbahçe savunması, Beşiktaş oyuncularının yer yer iki hatta üç kişiyle baskı yaparak pasla çıkışa izin vermediği bölümde topları Emre ve Alex ile buluşturamadı, ya uzun oynayıp kaybettiler ya da kaptırdılar. Beşiktaş önce İsmail'in kapıp taşıdığı pozisyonda ofsayttaki Quaresma'nın direkte patlayan vuruşuyla, ardından Guti'nin ara pasında Nobre'nin Volkan ile çarpışıp Volkan'ı sakatladığı pozisyonlarda gole yaklaştı. Beşiktaş adına işler iyi giderken Nihat, üst üste iki basit pozisyonda yaptığı pas hatalarıyla Fenerbahçe'nin nefes almasına fırsat vererek Beşiktaş'ın momentumu kaybetmesine sebep oldu. Ekrem'in sakatlanmasıyla Beşiktaş 10 kişi oynamaya başlayıp önde baskı yapamayınca Fenerbahçe rahat top çevirip yüklenmeye, beklerini çıkartmaya başladı. Ekrem'in oyuna dönmesine rağmen rüzgarı arkasına alan Fenerbahçe, yarattığı ilk tehlikede Santos'un ortasında Hakan'ın elinden kaçırdığı topta Niang ile golü buldu.

Nihat'ın kaybettiği toplar ile dengelenen, Ekrem'in sakatlığından doğan boşlukta Fenerbahçe yönüne kayan oyun dominasyonu golün ardından tamamen Fenerbahçe'ye geçti. Beşiktaş'ta savunma dengesi, Ekrem'in sakatlığı sonrası yerine hayatında belki de ilk kez sağ bek oynayan Üzülmez girince, bir de Hakan'ın sakatlanıp yerini Cenk'e bırakmasıyla tamamen bozuldu. Konsantrasyonu dağılan Beşiktaş oyuncuları top kaybetmeye, kaybettikleri toplara bilinçli baskı yapamamaya başladılar. Aurelio savunmanın içine gömüldü, orta alanda Emre ve Alex rahat top kullanmaya başladılar. Hal böyle olunca Gönül, Niang, Dia ve en nihayetinde Alex net pozisyonlar buldular fakat değerlendiremediler. İlk yarının bitiş düdüğü birkaç dakika daha gecikse Beşiktaş'ın ikinci golü kalesinde görmesi işten bile değildi -ki bu gol Fenerbahçe için galibiyetten öte farkın müjdecisi olacaktı.

İkinci yarı başlarken tek değişiklik hakkı kalan Schuster'in sahaya sürdüğü sistemi revize etmekten başka şansı yoktu. Buna karşılık Kocaman'ın iyi giden maçta takımın 20. dakika sonrası oyunu hakimiyet altına alan orta sahasını sakatlanan Emre yerine Özer'i oyuna alarak bozması, bütün dengeleri Beşiktaş yönünde değiştirdi. Özer sağ kanada, Mehmet ise Emre'nin yerine ortaya geçti. Selçuk/Mehmet ikilisi Ernst/Aurelio destekli Guti karşısında yeterli baskıyı kuramadı. Beşiktaş orta sahası Fenerbahçe'nin göbeğini iyice geriye itip orta sahaya kadar çıkan savunmasının da katılımıyla rahat top çevirmeye başlayınca Quaresma solda etkinliğini arttırdı.


Beşiktaş soldan Quaresma'nın bireysel çabaları ve İsmail'in bindirmeleriyle pozisyon kovaladı fakat bu ataklar geriye yaslanan sistemde yıldızlaşan Bilica/Lugano ikilisi ve iyice içeri gömülen Fenerbahçe orta sahasının etkin savunmasıyla karşılanarak etkisiz hale getirildi. Nobre'nin kalabalık savunma arasında kaybolması, Nihat'ın fayda sağlamaktan çok zarar vermesi üzerine kalan tek oyuncu değişikliği hakkını Aurelio yerine Bobo'yu oyuna alarak kullanan Schuster 4-4-2'ye döndü. Bobo'yu önde, Nobre'yi biraz daha arkasında konumlandırıp soldan Quaresma sağdan Nihat ortadan da Guti'nin paslarıyla sonuca gitmeye çalıştı. Kocaman bu hamleye Aurelio'nun çıkmasıyla Ernst'in sırtına binen Beşiktaş orta sahasına üstünlük kurmak amacıyla Alex yerine Baroni'yi alarak cevap verdi. Son düzlüğe girilirken maç boyu kayıpları oynayan Nihat, yalancı koşusuyla Fenerbahçe savunmasının dengesini bozdu, Guti'nin pasıyla topla buluşan Bobo, Volkan tarafından indirildi. Sonrası maç bitene kadar orta saha mücadelesi.

İlk yarıda art arda gelen sakatlıklar, dağılan konsantrasyon ve değişen yapıyla savunma dengesinin bozulduğu dönem göz ardı edilirse Beşiktaş'ın Schuster'in kafasındaki sistemle oynadığı dönemde Fenerbahçe'ye verdiği sadece iki pozisyon var. Beşiktaş adına üst düzey bir takım ve Gönül, Dia, Niang gibi güçlü sprinti olan oyunculara karşı verilmiş başarılı bir sınav olarak kayda geçer.


Schuster yönetiminde duran toptan atılan gol sayısı şimdiden geçmiş sezonlarda ulaşılan sayıları aşmış olabilir. Nobre sadece duran toplardan bulduğu gollerle ligde, geçen seneki gol sayısını üçe katladı. Beşiktaş'ın ikinci yarı girdiği bütün net pozisyonlar bilinçli duran top organizasyonları ile geldiler. Toraman'ın ikinci yarının hemen başında kale önünde vuramadığı kafa, Quaresma'nın art arda ceza yayı üzerinden kornerlere vurduğu voleler belli ki çalışılan pozisyonlardı.

Beşiktaş, ilk dört haftada İzmir Atatürk, Karabük Dr. Necmettin Şeyhoğlu ve iki İnönü zemininin ardından ilk defa ligin 5. haftasında düzgün bir zeminde futbol oynama şansı yakaladı. Guti'nin bu kadar ön plana çıkması ve %60 topla oynama istatistiği gelecek haftalarda düzelecek İnönü zemini ile daha bir umutla bakmayı sağlıyor.

Deplasmanda, kalecinin hediye golü ve sakatlıklar sebebiyle bozulan oyun planına rağmen alınan 1 puan Beşiktaş için kar hanesine yazılır.

10 Eylül 2010 Cuma

Der Untergeher #2

"Glenn, Wertheimer ve ben, ki ilk iki hafta Eski Kent'te tamamen uygunsuz evlerde ayrı ayrı kalıyorduk, Horowitz kursu süresince Leopoldskron'da birlikte bir ev kiraladık, orada istediğimizi yapabiliyorduk. Eski Kent'teki her şey üzerimizde felç edici bir etki yapmıştı, hava solunamıyordu, insanlar dayanılır gibi değildi, duvarlardaki nem bize ve enstrümanlarımıza bulaşıyordu. Horowitz kursunu sürdürebilmemizin tek nedeni kentten taşınmamız oldu, kent aslında insanın aklına gelebilecek en büyük sanat ve düşünce düşmanı, aptal insanlar ve soğuk duvarlarla dolu kalın kafalı bir taşra kasabasıdır, zamanla orada her şey kalın kafalılığa dönüşür, istisnasız her şey. Pılımızı pırtımızı toplayıp kent dışına, Leopoldskron'a taşınmamız kurtuluşumuz oldu, o zamanlar orası yeşil çimenlikti, inekler otlar, yüzbinlerce kuş orayı mekan edinirdi. Bugün en ücra köşelerine kadar yeniden boyanan Salzburg kenti, yirmi sekiz yıl önce olduğundan daha da iğrençleşti ve o zaman olduğu gibi şimdi de insanın içindeki her şeye karşı ve onu zamanla çökertiyor, bunun farkına hemen varmış ve oradan kaçarak Leopoldskron'a gelmiştik."

"Bitik Adam", Thomas Bernhard
YKY, Çeviren: Sezer Duru, s. 12

In-Between Days


Bugünün ilk çeyrek finaline aile yemeğinde yakalandık, yine de ikinci ve üçüncü çeyrekleri tüm masaya izletmeyi başardım. Yeni doğan yeğenim de basketbola ilk tepkisini bir Chauncey Billups üçlüğünde verdi, 2010 jenerasyonu sağlam geliyor...

Arjantin-Litvanya maçını da yarısında yakaladım. Daha skora bakamadan gelen acayip Martynas Pocius smacı da çok geç kaldığımın göstergesiydi. Maçın anlamlı yarısının da tekrarını izledim az önce, yarın bir şeyler yardırırız o yarı final hakkında da.

Bugün ise biraz Mike Krzyzewski-David Blatt gerginliğine değinmek istiyorum. Krzyzewski'nin ucuz milliyetçilikleri bana yabancı değildi, birçok basın toplantısında konuşmalarına bu sosu yedirmeye çalışırken komik durumlara düştüğünü görmüştüm. Son kitabı "The Gold Standard" içerisinde bu vurguların iç bayıcı, 'of be abi' dedirtici boyutlara ulaştığını da duymuştum. O yüzden bu yaşananlar çok şaşırtıcı değil. "Neden bahsediyor bu adam?" Tamam sakin olun, önce özet geçiyorum.

Her zaman Amerikalı kimliğiyle gurur duyan, zamanında 2007 finalinde oradaki az sayıda Amerikalı'dan Chris Sheridan'a yaptığı içten açıklamalarda da bunu hissettiren bir adam Blatt. Aynı zamanda İsrail pasaportu da var. Fakat Massachusetts'dan yetişme, Princeton'dan mezun ve Yahudi olan -yani NBA'de esaslı bir yer edinmek için tek başına yetebilecek üç etiketi üzerinde taşıyan- bu adam yaşadığı uluslararası deneyimden o kadar haz alıyor ki, ülkesine dönmek hiçbir zaman yakın dönem planları içine girmedi. Bunu denese bugün çok daha büyük bir repütasyona ve daha fazla sıfır barındıran bir maaşa sahip olabilirdi belki... Yine Sheridan'a verdiği röportajda, efsanevi İspanya maçı sonrasında İstanbul'a henüz yerleşmiş ailesine müjdeli haberi verdiğinde evdeki dört çocuğunun aynı anda dört farklı dilden -İbranice, İngilizce, Rusça, Türkçe- bağırışlarını duymanın eşsiz bir zevk olduğunu söylüyordu. O şampiyonanın elemelerinde Belçika maçı sonrasında soyunma odasında terör estiren ve "Herkesin size neden loser dediğini şimdi anlıyorum ve bugünden itibaren ben de onlara katılıyorum" sözleriyle ülke basketbolunun 10 yıllık fetret devrini resmen sonlandıran kurşunu atan bu adamdı. Fakat bu şampiyona öncesinde elindeki yeni çocuklarla aynı şeyleri yeniden tecrübe ettiğini ve canının bu işe çok sıkıldığını anlamamak mümkün değildi. O mucizevi başarının kahramanı olan Kirilenko-Holden-Khryapa üçlüsünden yalnızca biri kadrodaydı ve o da sahaya adımını atamıyordu. Bu çaresizlik onu bundan böyle milli takım çalıştırmama kararına itti. (Seneye Maccabi Tel Aviv'in başında olacak Blatt.)


1972 senesindeki ABD-SSCB finalinde üç kez tekrarlanan son hücumlardan Sovyetler lehine sonuçlanan tek senaryo onanınca ve Alexander Belov'un topu çemberin içinden geçip de Amerikalılar için kutsal olan altın madalya rakibe gidince bu 'hırsızlık' yıllarca manşetlerden düşmedi. Adeta Soğuk Savaş'ta yeni bir dönemin sembolü oldu o maç. Kendisini belki de her şeyden önce bir 'yurtsever' olarak niteleyen Krzyzewski ve bu takımdaki asistanı Chris Collins -doğru tahmin, babasının adı Doug- için en güzel hatıralar değil. O kirli takımın bugünkü uzantısının başında bir Amerikalı'yı görmek bile onlar için kaldırılabilir bir şey değilken, o Amerikalı'nın "Gerçekten maçın sonlarında komik şeyler yaşandı fakat bunu bir Amerikalı olarak söylemekten nefret ediyorum ki sonuç adildi" demesi küplere binmek için yeterli sebep.

Fakat bu cümleleri sarf etmek için yeterli bir sebep mi?

"O bir Rus. Rus takımını çalıştırıyor ve muhtemelen artık onların bakış açısına sahip. Gözleri şimdi daha net görüyordur, çünkü artık onu engelleyen gözyaşları yok."

Avrupa basketbolu hakkındaki ilk izlenimini o meşhur 1972 finalinde edindiğini ve o sırada Massachusetts'da transistörlü bir radyo başında olabilecek en tutkulu Boston Celtics taraftarı olduğunu söyleyen Blatt, o gün ekran karşısında ağlayan Amerikalı çocuklardan birini olduğunu söylüyordu. Ve Krzyzewski'ye bir çocuğun gözyaşları üzerinden de siyaset yapabileceğini gösterme fırsatı sundu. Blatt yeteri kadar Amerikalı değildi. Belki çocukken öyleydi ama sonra şeyleri olduğu haliyle görme yetisini kazandı. Aynı gün Krzyzewski'nin anlayışına göre gerçek bir yurttaş olma şansını da kaybetti.

Herkesin yurt sevgisinin sınandığı, bu işin kalleşçe insanların kökenini sorgulayan bir kafatasçılığa götürüldüğü ve bunun sonucunda da bazılarının bazı diğerlerine hedef gösterildiği bir ülkede yaşıyoruz biz de. Coach K gibi adamlar gelecek ve vatanı uğruna kendini feda etmeye amade yurttaşlarına bu bazılarını işaret edecek. Bu işleyişe aşinayız sanırım.


Milliyetçiliğin milliyeti olmadığını görerek böylelerine verilecek en güzel cevaplardan birini Blatt'in verdiğini fark ediyoruz. Oyunun değerini yerle yeksan eden Jonas Kazlauskas'a oyuncuları yoluyla sahada en güzel cevabı veren ve bu oyunun sadece kazanmak için oynandığı takdirde onurunu koruyabileceğini ifade eden Blatt, İstanbul'daki son ayarını vererek uzaklara gidiyordu. Kendisine karşı hala öfkeli Efes Pilsen taraftarlarına aldırmadan. Arkasında bir Red Kit silüeti bırakarak... (Jean Tigana'nın Beşiktaş kariyerini ve David Blatt'in Efes Pilsen kariyerini hep benzetmişimdir.)

"Anlaşılan Mike benim de en az onun kadar Amerikalı olduğum gerçeğini kaçırıyor. Amerika'da bize düşünce ve ifade özgürlüğünü öğretiyorlar, böylece olanlara karşı tarafsız bir bakış edinip kendi düşüncelerimizi üretmemiz ve onları ifade etmemiz mümkün oluyor. Bunu yaparken herhangi bir şekilde yurttaşlığımızın sorgulanmasını göze almamız da gerekmemeli ama ona karşı bu mümkün olmayacak sanırım."

"Ben Rus değilim. Ama olaylara tarafsız yaklaşabilmekten ve kimseye hakaret içermediğini umarak kendi düşüncelerimi oluşturabilmekten dolayı gurur duyuyorum. Fakat bu ancak insanların en azından bazı konularda daha açık fikirli ve hakkaniyetli davranması halinde anlamlı."

"Son otuz yılda Avrupa'da yaşamak bana bir şey öğrettiyse o da olaylara tüm perspektiflerden bakabilmek ve tamamen gerçekler üzerinde bağımsız fikirler üretebilmek olmuştur. Bunlar popüler düşüncenin karşıtı da olsa, genel temayülün dışında da olsa bunu söyleyebilmek... Yaşamda ilerleme sağlayabilmemizin tek yolu bu."

"Bunların geride kaldığını düşünmüştüm. Mike bir Amerikalı antrenörün Avrupa'da sıfırdan bir kariyer yaratıp da Rus milli takımının başına geçmesini gururla karşılamalı değil mi? İnsanlar hala 40 yıl önceki hadiseler konusunda hislerine kapılabiliyor ve bunları argümanlarını ileri götürme yolunda kullanabiliyorsa, öyle olsun."

Peki Koç-Ka galibiyet sonrası ne diyor?

"We're friends."

Amerikan basının cesur kalemi, LeBron James ve Chris Paul konularında da her zaman yazılamayanları yazacağını gösteren aslan yürekli Adrian Wojnarowski de güzel bir yazı yazmış, ilham kaynağım oldu. Tık!

Kevin Durant üzerinde "1972" yazan ayakkabılarla sahaya çıkmış, 38 yıl sonra vatanın onurunu kurtarmış falan filan. Bugüne kadar desteklediğim bu ABD takımı, Litvanya maçı öncesi beni kaybetti. Çünkü Krzyzewski'nin üst üste iki dünya şampiyonasında altınsız eve dönen ilk ABD coachu olması yönünde duyduğum istek daha şiddetli.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Gönül Yarası

Cumartesi sabahı erken kalkmaktan nefret ediyorum fakat yarın batug.com ekibi olarak "Yenilsen de Yensen de" çıkarması yapmamız istendi. Bu yüzdendir ki planladığım grup maçlarına bakışı bugün yapamayacağım. Belki hiçbir zaman yapamayacağım. Peki kimlere üzüldüm?


- Porto Riko, beklediğimden daha derli toplu bir takımla buraya gelmiş. World Basketball Festival kapsamındaki Çin maçlarında iyi sinyaller almamıştım ama daha sonra Çin'in de öyle yaban atılır bir takım olmadığı gerçeğiyle yüzleştim. Porto Riko da anlaşılan o ki, o günden sonra hazırlık dönemini iyi değerlendirip kimyayı oturtmuş. Takımdaki Larry Ayuso ve Christian Dalmau adındaki safraları atmak da bunda yararlı olmuştur muhtemelen. Carlos Arroyo'dan yararlanamamaları onları kuşkusuz önemli etkiledi. Fakat Angel Vassallo eskiden Ayuso'nun sağladığı dış şutör katkısını sağlarken, Nathan Peavy ne kadar büyük bir baş belası olduğunu göstermiş ve ilk maçlarda yeterli şansı bulamayan Renaldo Balkman da savunmada çok önemli bir faktöre evrilmişti. Başroldeki Barea-Ramos ikilisi de iyi bir turnuva geçiriyordu. Yunanistan ve Rusya'yı ellerinden kaçırdıktan sonra, Türkiye karşısında da oyunu krize sokmayı başardılar. Ama Fildişi Sahili karşısındaki şok yenilgi her şeyin sonu oldu. Yine güzel bir takımdan gelen erken bir veda.

- Kanada'da da da da Damir Mrsic. Kanada'da da ilk turun ötesine geçebilecek bir kadro vardı. Özellikle Gonzaga öğrencisi Kelly Olynyk geleceğe dair umutlar verdi. Görünüşüyle bana Caner Öner'i anımsatsa da sonunun o kadar trajik olmayacağına inanıyorum. Joel Anthony NBA'de pek gösteremediği hücum bitirişlerini, burada üzerinden oynanan oyunların sonunda fazlaca gösterdi. NBA'de kontrat bulabilmesine hep şaşırdığım bir topçu olmuştu ama rolünün hakkını her zaman veriyor. Turnuva öncesi 'sevdiğim bir adam' olarak işaret ettiğim Levon Kendall da çok olumluydu. Peki neden Lübnan ve Yeni Zelanda gibi cüssesine göre rakiplerin olduğu bir grupta sıfır çekip geri döndüler? Tüm bunların sağlıklı biçimde işlemesi için gereken parça yerinde değildi. Andy Rautins ilk iki maçta sadece 38 dakika oynayabildikten sonra sakatlanıp takip eden iki maçta oynayamadı. Formalite anlamındaki son İspanya maçı oynanırkense çoktan takımı New York Knicks'in kampına katılmıştı bile. Düzen dışı skorer kimliğiyle kenardan katkı getirmesini beklediğimiz Jermaine Anderson, bir numaralı oyun kurucu haline gelip 35 dakika üstü süreler almaya başlayınca sonuçlar Kanada adına pek hayırlı olmadı haliyle. Anthony'nin ve oyundayken -bir başka Gonzaga öğrencisi- Robert Sacre'nin üzerindeki ilgiyi dağıtacak bir dış şutör de yoktu. Denham Brown beklentiler altında kaldı ve Carl English'i aradık ister istemez. J.E. Skeets takım hakkında ağır konuşuyor ama kapasiteleri ölçüsünde Fransa ve Litvanya maçlarını son topa götürerek benden alkışı aldılar. Rautins -baba olmayanı- sahada olsaydı belki şimdi bambaşka şeyleri konuşuyorduk Güntekin? Gökhan Gönül bugün Real Madrid'de oynamaz mı?


- Almanya'ya pek üzülmedim. Güzel takımlardı ve her şeyi hak ediyorlardı. Ben onlardan her maçı kafa kafaya götürmelerini bekliyor, ama son dakikalarda zayıf kalarak bu maçların çoğunu vermelerinin de normal olacağını düşünüyordum. Fikstürdeki üçüncü maç olan Avustralya maçı kaderlerini belirleyecekti. İlk iki gün gerçekten de beni yanıltmadılar ve karakterlerini sahaya koyarak Arjantin ve Sırbistan için kolay lokma olmayı reddettiler. 78-74 kaybedilen ilk maç sonrasında, Sırbistan'ı iki uzatmaya giden maçta devirdiler ve bu epik maçla birlikte kesinlikle turnuvada iz bıraktılar. Fakat ertesi gün gelen 35 sayılık Avustralya mağlubiyeti de kolay kolay zihinlerden silinemeyecek. O gün İstanbul grubu maçları için Abdi İpekçi'de olduğumuzdan takip edemedim. Belki de üçüncü gün ara veren gruplardan biri olsalardı o hedef maçı kazanıp yollarına iyi bir şeritten devam edeceklerdi. Kader! Bu şampiyonada Demond Greene, Steffen Hamann ve Jan Jagla gibi tecrübeliler ön plandaydı aslında. "Bu sene biz oynayalım, seneye de siz oynarsınız" dediler. Hakikaten de sırasıyla Tibor Pleiss, Robin Benzing, Tim Ohlbrecht, Elias Harris ve Lucca Staiger bu takımda rol aldıklarında ne kadar etkin olabileceklerinin ilk sinyallerini verdiler. Bu sıralamada hedef şampiyona olan London 2012'de mutlaka değişiklikler olacaktır. (Özellikle Harris'ten yana ümitli olduğum biliniyor.) Vakit geldiğinde bugünkü tecrübeler çok değerli olacak, fakat keşke bir de eliminasyon maçına çıksalardı. Olsun Dirk Nowitzki de seneye Litvanya'da olacağını resmen açıklamışken Dirk Bauermann dışında herkes mutludur. Onu Bayern München ile milli takım arasında bir seçim bekliyor...

- Tas Melas'a üzüldüm. Yunanistan milli marşına eşlik ederek izlemeye başladığı Rusya maçında, Yunan milli formasının oyuna hakaret aracı olarak kullanılmasına tanıklık etti. Hoş değil...

- Red Foxes =(((

Gerekli yerlere gitmesi dileğiyle:


- Başka da kimseye üzülmedim galiba, beter olsunlar.

- Başlık da bulamadım, Google aramalarını hedefliyorum.
  • Barış Özbek Kürt mü?
  • Çalıkuşu dizisi TRT
  • Cristiano Ronaldo Orgy
  • Tyson Gay mi?
Bugüne kadar en sık karşılaştığımız arama sözcükleri yukarıdakiler. Bunlara dün gece vaatkar bir tane daha eklendi:

Bursa arrived from google.com.tr on "NUMARAIKI: Brave New World - Tier IV" by searching for "moraller gayet iyi gayet iyi gayet iyi".

Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik, Slooovenyaaa!


Çin maçını değerlendireyim mi? Gerek yok. Zaten izlemedim. Perşembe günü, Slovenya ve ABD'nin maçlarını izlemek için Abdi İpekçi yollarında helak olurken bindiğimiz taksideki abinin ''Çin'de uzun var mı lan, basketbol oynuyor mu onlar'' tarzındaki sorusu maça ülkece bakışımızı özetliyordu. Yanımdaki arkadaşım, bir anlık gafletle ''Yao Ming ve Çin'deki basketbol yayıncılığı'' üzerine uzunca bir diskur çekmeye hazırlanıyordu ki, duymamla lafa girmem bir oldu. ''Yeneriz ya'' dedim, sonra konuya ilgisi o soruyla sınırla kalan taksici abi Tayyip Erdoğan'ın miting konuşmasını radyodan açtı, son ses, çalan şey "Sultans of Swing"in solosuymuş gibi gülümseyerek yoluna devam etti.

Öteki maçları konuşabiliriz ama. Mesela, benim hayatım boyunca hatırlayacağıma inandığım bir görüntüden girmek istiyorum. Belki, o zaman, senelerdir dillere pelesenk ettiğimiz ''kolej takımı hüviyetinde'' ifadesinin 12 Dev Adam'da ilk defa gerçekten, bu turnuvada vücut bulduğunu anlayabiliriz.

Rusya maçı. Gergin dakikalar yaşıyoruz, üçüncü periyot civarları ve ülke olarak yeteneğine ve kariyerine büyük saygı duyduğumuz Hidayet daha ortaya çıkmamış bile. Geçen turnuva akıllarda. Girmeyen şutlar, yanlış tercihler, top kayıpları. Her şey bir kabusu andırıyor onun için, takım da iyi giderken üstelik. Ancak, çeyreğin ortalarında bir aralık Hedo, içeri yükleniyor ve Ömer Aşık'a güzel bir pas veriyor. Basket bir de faul. Şimdi burada özel bir durum var. O anda kimse kutlama için Ömer Aşık'a doğru hareketlenmiyor, herkes pası veren Hidayet'e doğru yürüyor ve ona destek olmaya çalışıyor. Daha sonra, aynı Hidayet şahane bir oyunla maçı getiren adam oluyor. Maç sonrası Kerem Tunçeri'nin açıklaması şu şekilde: (Söz sende Irmak.) ''Ya Hidayet benim çocukluk arkadaşım, onu bu turnuvaya ısındırmalıyız, yoksa olmaz''

Bu işte sözün bittiği yer, demeyeceğim çünkü afedersiniz ama kullana kullana bu lafı çürüğe çıkardınız. Yine de o an, beraber maçları takip ettiğim, basketbolda içeri yüklenmeyi ve uzun adamı gereksiz bulan ve ayrıca tüm oyuncuların, her pozisyonda şut atması gerektiğini savunan babama ''Biz olduk'' dedim.

Emre Belözoğlu'nun takım kaptanı ve Fatih Terim'in teknik direktör olduğu takım için hiçbir zaman ''Biz'' ifadesini kullanmamıştım. Kullanamıyorum. Başarılara sevinip sevinmeme durumu değil bu, başka bir şey. Bu hissiyatımı paylaşanlar vardır aranızda. Fakat uzun yıllardır basketbol milli takımı benim takımım. Fark ne, gerçekten bilmiyorum.

Gazı aldık, önümüze bakalım. Rakip: Fransa.

Şans, kader ve en nihayetinde üzerine espri yapmak istediğim ismi güzel, kendi güzel Abercrombie'nin basketi bizi buralara getirdi. Aklıma bile getirmek istemiyorum ama belki de bütün turnuvanın gidişatı ve bizim için tarihi bir anlam ifade edecek bir andı o. Belki de değildi, Bana bakmayın siz, zaten oldum olası durumları ve olguları abartıp tarihsel bir çerçeveye yerleştirmeye çalışırım. Büyük lafları, iddialı tanımları severim, yalan yok.

Bazıları Yeni Zelanda yerine Fransa'yla eşleşmemizi olumlu karşıladı, içimizdeki pesimistlere nazaran. Teknik, taktik bir sürü açıklama yapıldı rahatlayalım, sakinleşelim diye. Fransa'nın genç, ham ve dengesiz takımının alan savunmasına hücum etmekte zorlanmasından tutun da, şut yüzdelerinin düşüklüğüne kadar. Hepsi gayet net bir şekilde doğru, katılıyorum lakin ben bunlarla ilgilenmiyorum. Ben bu eşleşmeye sevindim çünkü açık ve net şekilde Fransa'yı sevmiyorum.

Aydan Çelik, Laurent Fignon'a saygı duruşunda bulunduğu son yazısında, her zamanki savruk ama muhteşem yazı stiliyle daldan dala atlarken arkadaşı Karbon Murat'a göndermede bulunarak ''Fransızca eğitim alıp Fransız sevene pek rastlamadım'' diyordu.

Bir istisna diyebilir miyim kendim için, sanmıyorum. Senelerdir Fransa'da yaşayan aile büyüklerimin Fransız eşlerinin ve çocuklarının soğuk tavırlarını da ekleyin. Prekazi'nin Monaco'ya attığı golün uzaklığının seneler geçtikçe artması gibi her konuşmada artan peynir çeşidiyle (300 dediniz, 400 dediniz, 500 dediniz, bir karar verin, ne ayaksınız?) ve dünyanın merkezi tavırlarınla seni pek de sevmiyorum Fransa.

İstisnalar (Godard, Rohmer, Cohn-Bendit...) bu yazıda da kaideyi bozmuyor.

Fakat bir an durup, eksiklerimiz üzerine de kafa yormamız gerekiyor, mesela o bir parça abartılan alan savunmamızı Yunanistan maçında aslında çok da şahane uygulamadığımızı, sonucu belirleyen şeylerin başında rakip takımın feci şut performansının geldiğini de bir köşeye yazmak lâzım. Fransa'nın çok keskin şutörlerden oluşan bir takım olmadığı açık fakat bu aynı hataları tekrar yapmamızı gerektirmiyor.

Öte yandan, hücumda disiplini elden kaçırdığımız anlara da dikkat etmemiz şart. En basitinden, Ender Arslan'ın oyunda olduğu dakikalarda kullandığı ''Topu 20 saniye elimde tutarım, sonra da rakip guardın üzerinden sallarım'' hücumları konusunda uyardığımız ya da Hidayet'in neden en iyi yaptığı işlerden biri olan topla içeriye yüklenme konusunda bu kadar isteksiz kaldığını sorguladığımız an, ''Onu da yeneriz, bunu da yeneriz'' şeklindeki hedeflerimizin daha gerçekçi bir zemine oturacağı ortada.

Sloven kızları bolca gördüğümüz, Doğan Hakyemez'i ise neredeyse hiç görmediğimiz bu şampiyonanın sırf bu nedenler yüzünden bile benim için rüya gibi geçtiğini söyleyebilirim. Liste uzatılabilir. Ve o listenin içinde, ''Faul olması lazım'' diyen abi olmaz.

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...