
Çin maçını değerlendireyim mi? Gerek yok. Zaten izlemedim. Perşembe günü, Slovenya ve ABD'nin maçlarını izlemek için Abdi İpekçi yollarında helak olurken bindiğimiz taksideki abinin ''Çin'de uzun var mı lan, basketbol oynuyor mu onlar'' tarzındaki sorusu maça ülkece bakışımızı özetliyordu. Yanımdaki arkadaşım, bir anlık gafletle ''Yao Ming ve Çin'deki basketbol yayıncılığı'' üzerine uzunca bir diskur çekmeye hazırlanıyordu ki, duymamla lafa girmem bir oldu. ''Yeneriz ya'' dedim, sonra konuya ilgisi o soruyla sınırla kalan taksici abi Tayyip Erdoğan'ın miting konuşmasını radyodan açtı, son ses, çalan şey "Sultans of Swing"in solosuymuş gibi gülümseyerek yoluna devam etti.
Öteki maçları konuşabiliriz ama. Mesela, benim hayatım boyunca hatırlayacağıma inandığım bir görüntüden girmek istiyorum. Belki, o zaman, senelerdir dillere pelesenk ettiğimiz ''kolej takımı hüviyetinde'' ifadesinin 12 Dev Adam'da ilk defa gerçekten, bu turnuvada vücut bulduğunu anlayabiliriz.
Rusya maçı. Gergin dakikalar yaşıyoruz, üçüncü periyot civarları ve ülke olarak yeteneğine ve kariyerine büyük saygı duyduğumuz Hidayet daha ortaya çıkmamış bile. Geçen turnuva akıllarda. Girmeyen şutlar, yanlış tercihler, top kayıpları. Her şey bir kabusu andırıyor onun için, takım da iyi giderken üstelik. Ancak, çeyreğin ortalarında bir aralık Hedo, içeri yükleniyor ve Ömer Aşık'a güzel bir pas veriyor. Basket bir de faul. Şimdi burada özel bir durum var. O anda kimse kutlama için Ömer Aşık'a doğru hareketlenmiyor, herkes pası veren Hidayet'e doğru yürüyor ve ona destek olmaya çalışıyor. Daha sonra, aynı Hidayet şahane bir oyunla maçı getiren adam oluyor. Maç sonrası Kerem Tunçeri'nin açıklaması şu şekilde: (Söz sende Irmak.) ''Ya Hidayet benim çocukluk arkadaşım, onu bu turnuvaya ısındırmalıyız, yoksa olmaz''
Bu işte sözün bittiği yer, demeyeceğim çünkü afedersiniz ama kullana kullana bu lafı çürüğe çıkardınız. Yine de o an, beraber maçları takip ettiğim, basketbolda içeri yüklenmeyi ve uzun adamı gereksiz bulan ve ayrıca tüm oyuncuların, her pozisyonda şut atması gerektiğini savunan babama ''Biz olduk'' dedim.
Emre Belözoğlu'nun takım kaptanı ve Fatih Terim'in teknik direktör olduğu takım için hiçbir zaman ''Biz'' ifadesini kullanmamıştım. Kullanamıyorum. Başarılara sevinip sevinmeme durumu değil bu, başka bir şey. Bu hissiyatımı paylaşanlar vardır aranızda. Fakat uzun yıllardır basketbol milli takımı benim takımım. Fark ne, gerçekten bilmiyorum.
Gazı aldık, önümüze bakalım. Rakip: Fransa.
Şans, kader ve en nihayetinde üzerine espri yapmak istediğim ismi güzel, kendi güzel Abercrombie'nin basketi bizi buralara getirdi. Aklıma bile getirmek istemiyorum ama belki de bütün turnuvanın gidişatı ve bizim için tarihi bir anlam ifade edecek bir andı o. Belki de değildi, Bana bakmayın siz, zaten oldum olası durumları ve olguları abartıp tarihsel bir çerçeveye yerleştirmeye çalışırım. Büyük lafları, iddialı tanımları severim, yalan yok.
Bazıları Yeni Zelanda yerine Fransa'yla eşleşmemizi olumlu karşıladı, içimizdeki pesimistlere nazaran. Teknik, taktik bir sürü açıklama yapıldı rahatlayalım, sakinleşelim diye. Fransa'nın genç, ham ve dengesiz takımının alan savunmasına hücum etmekte zorlanmasından tutun da, şut yüzdelerinin düşüklüğüne kadar. Hepsi gayet net bir şekilde doğru, katılıyorum lakin ben bunlarla ilgilenmiyorum. Ben bu eşleşmeye sevindim çünkü açık ve net şekilde Fransa'yı sevmiyorum.
Aydan Çelik, Laurent Fignon'a saygı duruşunda bulunduğu son yazısında, her zamanki savruk ama muhteşem yazı stiliyle daldan dala atlarken arkadaşı Karbon Murat'a göndermede bulunarak ''Fransızca eğitim alıp Fransız sevene pek rastlamadım'' diyordu.
Bir istisna diyebilir miyim kendim için, sanmıyorum. Senelerdir Fransa'da yaşayan aile büyüklerimin Fransız eşlerinin ve çocuklarının soğuk tavırlarını da ekleyin. Prekazi'nin Monaco'ya attığı golün uzaklığının seneler geçtikçe artması gibi her konuşmada artan peynir çeşidiyle (300 dediniz, 400 dediniz, 500 dediniz, bir karar verin, ne ayaksınız?) ve dünyanın merkezi tavırlarınla seni pek de sevmiyorum Fransa.
İstisnalar (Godard, Rohmer, Cohn-Bendit...) bu yazıda da kaideyi bozmuyor.
Fakat bir an durup, eksiklerimiz üzerine de kafa yormamız gerekiyor, mesela o bir parça abartılan alan savunmamızı Yunanistan maçında aslında çok da şahane uygulamadığımızı, sonucu belirleyen şeylerin başında rakip takımın feci şut performansının geldiğini de bir köşeye yazmak lâzım. Fransa'nın çok keskin şutörlerden oluşan bir takım olmadığı açık fakat bu aynı hataları tekrar yapmamızı gerektirmiyor.
Öte yandan, hücumda disiplini elden kaçırdığımız anlara da dikkat etmemiz şart. En basitinden, Ender Arslan'ın oyunda olduğu dakikalarda kullandığı ''Topu 20 saniye elimde tutarım, sonra da rakip guardın üzerinden sallarım'' hücumları konusunda uyardığımız ya da Hidayet'in neden en iyi yaptığı işlerden biri olan topla içeriye yüklenme konusunda bu kadar isteksiz kaldığını sorguladığımız an, ''Onu da yeneriz, bunu da yeneriz'' şeklindeki hedeflerimizin daha gerçekçi bir zemine oturacağı ortada.
Sloven kızları bolca gördüğümüz, Doğan Hakyemez'i ise neredeyse hiç görmediğimiz bu şampiyonanın sırf bu nedenler yüzünden bile benim için rüya gibi geçtiğini söyleyebilirim. Liste uzatılabilir. Ve o listenin içinde, ''Faul olması lazım'' diyen abi olmaz.
2 yorum:
Sevgili Robbie :),
Bir yazıyı okurken bu kadar "evet abi, evet abi" diye iç ses onayı verdiğimi hatırlamıyorum uzun süredir.
Giydirdiğin ve sempati beslediğin tüm kişi ve kurumlar konusunda aynı noktadayız...
Eline sağlık.
olaya fransız kalmak ayrı bi iş...
Yorum Gönder