29 Ekim 2010 Cuma

Yetmez Yıldırım Demirören!


Akatlar'daki ilk maçta "Yetmez Yıldırım Demirören" tezahüratı duyulur mu? Ya da taraftarın yüzde kaçı eşlik eder. Betsson over/under bahislerini 85 üzerinden açmış, iyimser davranmış.

Nick Hornby'nin aşağıda paylaştığım, anaakım futbol üzerine söylediği sözler dahi doğru okunduğunda tek başına özetleyebilir durumu. Geçen sene -bugünün şartlarında Avrupa basketbolu için daha değerli bir oyuncu olan- Brad Newley'ye yapılanlar ve üzerine gelen seksenli yılların Yeşilçam filmlerinin söylemini taşıyan Şeref Yalçın açıklamalarından sonra, bunları görmüş birisinin hava alanına koşmasını beklememeli. Ben de koşmayacağım. Aksine bu formayı oyunun tek ve asil amacı olan kazanmak için ıslatan adamlardan sakınılan değerlerin, bugün enkazından ancak bayat bir pazarlama fenomeni çıkarılabilen bir başkasına bol kepçeden sunulması aslında daha büyük bir tepkiyi gerektiriyor. Benim tepkim burasıyla sınırlı olacak... Dostlar için birkaç Akatlar seferi düzenleriz, fakat bu sezon şimdiden iki maça gittiğimi düşünürsek aynı yoğunlukta olmayacaktır. En tuhafı ise bu transferi içine sindirip "Yetmez Yıldırım Demirören" diye bağıracakların, birkaç gün sonra alaşağı edilişine alkış tuttukları Beşiktaş değerlerinden bahsedip prim yapmaya çalışmalarını izlemek olacak...

Nick Hornby ile Anaakım Futbol Üzerine


"Bence futbolun en büyük sorunu, tamamen ve her şeyiyle anaakıma dönüşmüş olması. Çocukluğumda İngiltere futbolu zor bir dönemden geçiyordu. Anaakımın dışında tutuluyordu, televizyonda pek maç gösterilmezdi, formaların üzerinde reklam olmazdı...

Benim gençliğimde bir futbolcuyu saha dışında görmek çok tuhaf ve alışılmadık bir şeydi. Şimdiyse tam tersi: Futbolcuyu sahada oynarken görmek neredeyse tuhaf geliyor, çünkü onu televizyon programlarında, reklamlarda görmeye alışmışız... Arsenal'da oynadığı yıllarda, maça gidip onu gördüğünüzde "Vay be, hakiki Thierry Henry işte karşımızda oynuyor" derdiniz. 1975'te bir futbolcuya futbol sahası dışında rastlamanın kendisi bilhassa tuhaf bir olay olurdu.

Bugünün futbolunda takımlar arasında çok az fark var. Hepsi büyük şirketler haline geldi. Bir şirketi diğerine tercih etme durumunda olmak son derece aptalca geliyor: Sony'ye karşı Macintosh'u desteklemek gibi..."

Bir+Bir, Sayı 7, Ekim 2010
Çeviri: Alican TAYLA

11 Ekim 2010 Pazartesi

Arkayv Arkayv Arkayv


Konser haberini aldığım gün Archive dinlemeyeli ne kadar uzun süre olduğunu fark ettim. Doğrusu Archive'ı "Noise" albümleriyle sevmiş, daha sonra geri sarıp "You All Look the Same to Me" güzelliğiyle de tanışmış bir adam olarak "Controlling Crowds" albümlerinin turnesi kapsamında bir Archive konseri değildi 17-18 yaşlarındayken hayal ettiğim. Zira "Lights" sonrasında yeniden köklerine dönüş anlamında geldikleri yere doğru bir adım atan bu güzel insanlar, kadroyu da genişletip bir gruptan ziyade kolektif haline gelmeleriyle radarımdan çıkmışlardı. Yine de kalbimin bir köşesinde denize nazır yerlerini koruduklarındandır ki, genelde 'bu konser için fazla' gibi tepkiler alan bilet fiyatlarını görmem de beni engellemedi.

Ön grubun Post Dial olması da beni konser alanına erkenden getiren bir unsurdu elbette, uzun zamandır dinlememiştim. Sonra kısa süre zarfı içerisinde iki kez dinleyerek yeniden sıkılma noktasına geldim. Kendileriyle böyle çalkantılı bir ilişkimiz var, ama Post Dial ismini hangi organizasyonda görsem "Güzel seçim" diye yapıştırırım. (Şair burada şimdi çok uzaklarda olan İsmail Özkısaoğlu'na sesleniyor.) Uzun lafın kısası, bir İBB tribünü kadar seyirci toplayamamış olmaları beni üzdü. Biraz da yaşadıkları teknik problem onları zorladı. Belki kalabalığın yavaş yavaş toplandığı final anlarına saklansa daha isabetli olabilecek "Get It" konser başında murdar edilmiş gibi oldu. Bu da bir olumsuzluk olarak sayılabilir. Kaç hafta geçti, net hatırlamıyorum açıkçası...

Archive geldiğinde ise tamamen başka bir boyut kazandı konser. "Controlling Crowds" ile başlayan -iyi anlamda- curcuna, favori albümlerimden biri olan "Lights" parçası olmasından mütevellit daha bir kulak kesildiğim "Sane" ile maksimum noktalarından birini gördü. Açıkçası yolculukları boyunca farklı janrlar arasında gezinmeleri ve son albümün turnesi kapsamında olan bir konserde dahi tüm dinleyicisini kucaklamak adına her dönemlerinden çalmaya gayret etmeleri nedeniyle ideal bir konser olamadı. Ama istedikleri buysa herkesi mutlu ettiler, her şarkının da hakkını verecek ölçüde çatır çatır çaldılar. En son The Cranberries ile bıraktığım Maçka Küçükçiftlikpark da gözümde tekrar 'iyi bir konser alanı' statüsüne yükseldi. Ama burada kalmaları için oraya her hafta Archive getirmeleri gerekebilir. Geçen hafta Yunanistan'da, hatta genel olarak turne boyunca hiç yapmadıkları bir şeyi yaptılar ve hem 18 dakikalık kemiksiz "Lights", hem de "Again" çaldılar. Bitiriş de "Again" ile olunca, konser sonunda suratımızda "Bizi sevdiler de ondan" mealindeki ebleh bir sırıtışla kalakaldık. Konserin ve dört şarkılık bisin yoğunluğunu ölçmek için en doğru an, "Again" şoku atlatıldığında tuvaletlere hücum eden onlarca insanın yarattığı görüntüydü. "Az önce şarkılar farklı türlerden olduğu için kopukluklar oldu demiştin, ne biçim adamsın" diyebilirsiniz. Archive büyüklüğü başka bir büyüklüktür diye kontrhamleye geçerim, adamlar kolektifliğin dibine vurup sahneye piyanist şantör çıkarsa yine bırakamıyorsun. Bittiğinde senin şarkına geçmeleri ve pisuvarda dinlemek zorunda kalman ihtimali korkutucu ve aynı zamanda daha önce belirttiğim gibi her şeyi hakkını vererek çaldıklarından eksilmeyen bir takdirle izliyorsun sahneyi. Müziği sunanla içeri buyur eden arasındaki o aynanın kırıldığı anlardan biri oldu yani Archive konseri. Galiba hep de böyle oluyor... O yüzden yine gelsinler.

Fotoğraf: Erdal Mahir Cüran

10 Ekim 2010 Pazar

Rol Oyuncusu Diye Aldık, San Epifanio Çıktı



Unicaja Malaga yıllardır bir dolu vasat ya da son kullanma tarihi geçmiş Amerikalı getirdikten sonra, oyun kurucu koltuğu için doğru ismi bulmuş. Özellikle kadro derinliği hususunda yetersiz gözüküyorlar ve ilerleyen dönemde bu sıkıntı yaratabilir. Fakat geçen seneye göre daha derli toplu bir takım oldukları açık. Terrell McIntyre kenardayken 10-12 dakika katkı verebilecek bir back-up bulacaklarını umuyorum bunları söylerken.

Yine de Tiago Splitter'ın ayrılışından sonra tam olarak yaraları kabuk bağlamamış gözüken Caja Laboral'i yenerlerken, şovu çalan isim Fernando San Emeterio oldu. Milli takımda ismi hiçbir zaman diğerleri kadar parlak tınlamadığı için fazlaca göz ardı edildiğinden dem vuruyordu 26 yaşındaki oyuncu. Hem onun, hem de Victor Claver'in rotasyonda Alex Mumbru'nun önünde olabileceğini düşünüyordum ben de... Geride bıraktığımız Euroleague sezonunu izleyen herkesde benimle hemfikirdi zaten sanırım. Dün de tüm o açıklamalarının altına imzayı attı. Yukarıdaki videoda görecekleriniz tatmin etmezse resmi siteden maçın tekrarını izleyebiliyorsunuz sanırım.

Lektion 1: Die Integration


Dün gece eve döndükten sonra "Yenilsen de Yensen de" programının tekrarına rastladım, tanıdık bir simayı görünce de kanalı değiştirmedim. Fakat stüdyodaki tribünün Mesut Özil hadisesine yaklaşımı, sağ üstteki Iron Maiden tişörtlü elemanın "Mesut'u ıslıklayan ikinci jenerasyon, eve gidince çocuklarını da yuhalamış olabilir" esprisi dışında bana çok değerli gelmedi. (O espriye konu olan durumun da ancak çok az sayıda evde söz konusu olduğunu düşünüyorum, birazdan geleceğim zaten. Ama en azından komikti ve bir gerçeklik payı vardı.) Özellikle ilk söz alan katılımcı, hayli süslü kelimelerine rağmen bence temel bir konuyu gözden kaçırıyordu. Söylediğine göre Mesut'un golüne sevinmişti, çünkü Angela Merkel Dünya Kupası'nda olduğu gibi bir Türk'ün golünü alkışlamak durumunda kalıyordu ve bu ona içten içe dayanılmaz bir acı veriyordu. Mesut'un golüne sevinmişti, çünkü o gol tribündeki görmezden gelinen Türk nüfusunu tekrar gündeme taşıyordu. Oysa ki o kalabalık Mesut'un golüne sevinmek şöyle dursun, maç boyunca Mesut'u ıslıklamayı tercih ediyordu. Dolayısıyla Merkel de entegrasyonunu sağlıklı biçimde tamamlamış ve Alman toplumunun bir parçası olmuş ideal bir göçmen için çırpıyordu ellerini. Yani tribünde meşale yakan, Alman milli marşını ıslıklayan, entegrasyon sürecinde henüz çok az mesafe katetmiş 'vandal' Türkler için değil. Bu ayrımı yaptığımızda Merkel'in Mesut'u alkışlarken herhangi bir feragatta bulunduğunu çıkarsamak benim açımdan pek mümkün değil.

Ben de maç öncesinde bana sorulduğunda "Öyle bir durum olsa sevinmem herhalde, neden sevineyim ki" falan diyordum. Gerçekten de gol anında sevinmedim ama özellikle maç içerisinde hasıl olan ıslıklamalar nedeniyle, son düdük çaldığında öyle bir golün atılmasının çok isabetli olduğunu düşündüm. Sevindim yani bir anlamda...


Entegrasyon meselesi çok katmanlı bir mesele, fakat İstanbul Lisesi'nde dil kitaplarının daha ilk ünitesinde ele alınan bu konuya buradaki ve oradaki Türk nüfusunun bakışı çok doğru değil. Entegrasyon pratikte mutlaka tavizler içerecektir, fakat bunun tamamen bir 'vazgeçiş' şeklinde seyredip seyretmemesi de bireyin kontrolündedir temelde. Yani sağlıklı bir şekilde entegre olmuşken, eş zamanlı olarak kültürünü yaşamayı da sürdürmen bir ütopyadan ibaret değil. Özellikle İslam dininin Almanya'da hakim olan dine oranla sosyal hayatı daha fazla etkileyen vecibelerinin bir zorluk yarattığı ortada. Fakat bu zorluğun tezahürü ile ilk karşılaşmada 'ben oynamıyorum' demek de biraz kolaycılık gibi geliyor. Almanya'daki Türk azınlığın, şu anda entegrasyon sürecinde en az yol almış kitlelerden biri olmasında bu zihniyetin payı büyük. Elbette Sırp ya da Yunan halkın din kaynaklı sorunları minimize olmuş durumda. Aynı zamanda Türkler'in nicel olarak çok daha büyük bir populasyon olması, Alman toplumunun dinamikleri içerisine girmeden kendi komünitesiyle mutlu olma gibi bir opsiyon da sunuyor Türk azınlığa. Bunları da göz ardı etmemeliyiz, fakat asıl sorunun 'entegrasyon' mefhumuyla barışık olunmamasının altında yattığını da görmeliyiz.

İşte bu yüzden, cuma akşamı tribünlerden yükselen ıslık önemli. Hemen her majör sosyolojik olayda en kilit jenerasyonun üçüncü jenerasyon olduğu söylenir. Bahse konu olan büyük çaplı bir göç ya da Almanya örneğinden devam edecek olursak III. Reich gibi özel bir dönem olabilir. Orada da "Täter-Generation" olarak adlandırılan soykırımda aktif olarak rol alıp almamasından bağımsız olarak o dönemi yaşayan ve sürece yaparak ya da göz yumarak dahil olan birinci jenerasyonun, bu ağır sorumluluğun üstesinden gelmesi beklenmedi. Kendi annelerini veya babalarını yargılamak gibi yine ağır bir sorumluluğun hakkını vermeye çalışan ikinci jenerasyon için de şüphesiz ki bu kolay bir iş değildi. Fakat birinci jenerasyon artık yavaş yavaş sallanan sandalyelerine oturup, sosyal hayatta faktör olmaktan çıktığında oyuna giren üçüncü jenerasyon bunu atlatmalıydı.


Bugün birinci nesil göçmen ailelerin yaşadığı tüm diskriminasyona rağmen, o günleri atlatmış Alman toplumuna katılımı beklenen mevcut jenerasyonun futbol sahasına çıkan bir başarılı entegrasyon örneğine verdiği bu tepki entegrasyon sürecinin başarı düzeyini özetlemektedir. Burada özne olan Alman hükümetiyle, göçmen politikasının ana nesnesi olan Türk halkı arasında sorumluluğu paylaştıracak kadar ileriye gidemem, çünkü gereğinden fazla dışarıdayım. Ancak tüm alan araştırmalarının işaret ettiği, bu sancılı işleyen sürecin yakın zamanda büyük değişiklikler göstermeyeceği gerçeği... Alman hükümetinin yanlışları mutlaka olmuştur, Thilo Sarrazin gibi birçoklarının üst makamlarda görev aldığı da bir gerçektir. Ve kendisinin "Bir yabancı baş örtülü, Arnavut, Türk ya da Arap ise entegrasyonu mümkün değildir" şeklinde özetlenebilecek basmakalıp düşüncelerinin arkasına takılmış insanların Alman ulusunda azınlık olmadıkları da öyle. Fakat tüm bunları tekzip etmek yerine -gerçek anlamda- sokağa çıkmamayı, Türk mahallelerinde yaşayıp mümkünse orada iş bulmayı ve bürokratik ıvır zıvırlar dışında Almanca'yı hiç konuşmamayı tercih eden ve entegre olanları 'zayıf milliyetçilik' timsali gösterip stadyumda yuhalamayı doğru tepki olarak görenlerin kalesine atılmış bir golse Mesut'un golü, ben de ziyadesiyle mutlu oldum...

Bu arada bu tartışmayı Mesut örneği üzerinden geliştirmiş olsam da, kendisini sadece "başarılı biçimde entegre olmuş bir üçüncü jenerasyon" sembolü olarak kullandığımı belirtmeliyim. Bu böyle olmayabilir, zira Mesut'un yıllardır kendisi adına kararlar veren ve çok sevmediğimiz bir profesyonellik anlayışı olan babası olmasaydı Mesut duygusal bir karar verip köklerinin milli takımını seçebilirdi. Ya da Mesut futbolcu olarak bir kalibre daha aşağıda olsaydı ve babası da bunu görüp, onun hiçbir zaman Alman milli takımının as oyuncusu olamayacağına kanaat getirseydi Mesut bence yine Türk milli takımını seçebilirdi. Milli takım hadisesine tamamen profesyonel işlerinin bir parçası olarak bakanlar her zaman sinirimi bozmuştur. Son zamandaki "maddi-manevi" şebekliği de çok rahatsız etmiştir mesela beni. O yüzdendir ki Mesut'a öyle çok büyük bir sempati beslemiyorum. Fakat gerçekten de "Kendimi Alman gibi hissediyorum ve o yüzden burada oynamayı seçtim" açıklamaları babası tarafından yazılmış kelimeler değilse ve samimi bir arka planı varsa kendisine saygım büyük olur. O zaman da bir başka Almanya-Türkiye maçının arefesinde aynı soruya muhatap olursam yanıtım farklı olabilir. Fakat özellikle Bremen-Schalke geçişinde Özil ailesinin yaptıkları bu şekilde bakmama engel ve bunu milli takım olgusunu profesyonelliğin bir parçası olarak tanımlayan zihniyetin verdiği bir kariyer kararı olarak görüyorum. Mesut hakkında daha fazla şey okursam ve kafamdaki imajı değişirse ne olur bilemem...


Not: Mesut Özil, Fatih Akın ya da Nazan Eckes değilseniz entegrasyon biraz daha zor, onu biliyorum elbette... Tekrarlıyorum ki, Mesut sadece bir sembol ve aslında o sembol olmak için en doğru kişi olmadığını düşündüğümü son paragrafta açtım.

6 Ekim 2010 Çarşamba

FYI, Akatlar'da Maç Oldu


Dün akşam Deutsche Bank Skyliners maçı için Akatlar'daydık, salonun ismiyle halen pek barışık değilim... Burak Bıyıktay'ın çok büyük hayranlarından olmadığım sır değil ama saha içindeki marazlara gelene kadar bayağı bir yol katetmeniz gerekiyor konu Beşiktaş Cola Turka ise. Yine de biz o yolu görmezden gelelim, golü yiyerek tehlikeyi savuşturmayı tercih edelim.

Geçen sene pota altında gamsız yapısı ve eşleşmelerinin çoğunda rakibe oranla ağır kalması nedeniyle, hücumdaki üst düzey yeteneklerine rağmen savunmada bir kara delikten öteye gitmeyen Lonny Baxter'ın varlığında bir savunma takımı olmak pek mümkün görünmüyordu. Her ne kadar kanatlarda hem Muratcan Güler, hem de Brad Newley savunmada yetenekleri kadar iş disiplinleriyle de önemli birer silah olsa da ancak münferit bir değer sağlayabiliyorlardı. Bu sene takıma dahil edilen Vanderbilt mezunu Andrew Ogilvy de bulabileceğiniz en sert oyuncu sayılmaz, hatta oyununun zayıflıklarını sayarsak en yukarıya yazılır lateral çabukluğunun yetersizliği ve savunma bilgisi eksikliği. Fakat karakter de devreye girdiğinde, seneye daha yüksek profilli bir lige kapağı atma ve daha iyi kontratlar kapma peşindeki Avustralyalı'nın Baxter sonrası ileri yönde bir adım olacağını düşünüyorum.

Gelin görün ki, eldeki malzemeden bağımsız olarak bir Bıyıktay takımı olarak savunma karakteri gösterme ihtimaliniz pek yok. Yumuşak savunma yapıları, niteliksiz hücumlar Bıyıktay'ın "mutlu oyuncular, mutlu basketbol" düsturuyla açıkladığı fazla iyimser basketbol bakışının default olarak getirdiği görüntüler.


Mire Chatman söylenene göre yazı pek iyi değerlendirmemiş ve takıma oldukça geç katılmış. Şu sıralardaki oyununun üstüne koyup geçen seneleri hatırlatacak performanslar vermesi kuvvetle muhtemel. Michal Ignerski dört senedir ACB'de forma giyiyor ve ev sahibi oldukları Eurobasket '09 performansından bihaber olanlar için bunu söylemek bile yeterli olacaktır. Fakat kesinlikle Newley kadar komplike bir oyuncu değil. Üstün fiziğine rağmen savunmada esaslı bir faktör değil ve hücumu da dış şut odaklı daha ziyade. Newley gibi değerleri bulduktan sonra elde tutmak için çok az şey yapıyoruz, bu sır değil ve yavaş yavaş kanıksadık da. Fakat Newley örneği özelinde gidersek, gerçekten mide bulandırıcı bir hal almıştı oyuncu-kulüp ilişkisi. Tık! Zaten bu anlamda üçüncü dünya ülkelerine yakışır o seviyemizi Şeref Yalçın'ın Haluk Yıldırım merkezli açıklamalarıyla bir kez daha açık etmiştik. Tüm bunlar seyircinin -ve oyuncunun da- aidiyet hissetmesini namümkün kılıyor. O yüzden isterlerse Allen Iverson'ı değil Kobe Bryant'ı getirsinler, değişen hiçbir şey olmayacak benim nazarımda.

Dün birisi kenardan geldi, diğeri de tribündeydi ama Bekir Yarangüme ve Serhat Çetin iyi transferler. Cüneyt Erden ve üçlüklerinin Akatlar sakinlerindeki hatıratı Damir Mrsic gücündedir neredeyse. (30 Nisan 2004 vs. Darüşşafaka, 10 Nisan 2008 vs. Galatasaray Cafe Crown) Özellikle parantezdeki ikinci maçta gelen o üçlüğün hançer etkisi birçoklarında hala bakidir. Bunu en azından bu sezon yaşamayacağını bilmek güzel duygu.

Yıllardır genç yetenek diye yutturulmaya çalışılan Arın Soğancıoğlu'dan sonra 1992 doğumlu Murat Kutlu'yu izlemek güzeldi. Gerçi babasının kim olduğunu bilmiyorum, temkinli yaklaşmakta fayda var.


Frankfurt ekibi için maçın başında söylediğim sözü alıntılamak uygun olacak: "Anlaşılan Deutsche Bank para musluklarını kapamış." Geçen sene play-off ilk turunda önemli bir sürpriz gerçekleştiren takımı sırtlayan oyunculardan Aubrey Reese ve Seth Doliboa zaten ülkemize transfer oldu. Temel taşlardan bir diğeri olan Derrick Allen'ı ise ALBA Berlin kaptı. İlk maçtaki büyük size dezavantajlarını gidermek adına yaptıkları iki uzun transferini geçen haftaya yetiştirebilselerdi eşleşmenin seyri büyük oranda değişebilirdi. Ancak geçen sene Kepez Belediyesi'nde izlediğimiz Brad Buckman oyuna girdiği gibi faulleri sıralayıp ikinci yarı sahaya pek adımını atamadı ve Kanada milli Jermaine Bucknor da takıma adaptasyonunu sağlamak için daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu gösterdi. Buna rağmen verilen 15 hücum reboundu ve üçüncü çeyrekteki rezalet alan savunmasında Finlandiya'dan transfer Ajene Moye'den yenen basit basketlerle az daha tur tehlikeye gidiyordu. Ama Murat Didin'in halefi olan Finlandiya vatandaşı Kanadalı basketbol adamı Gordon Herbert'ın işi çok kolay olmayacak. (Evet Kanada ve Finlandiya dedim, çok matah bir scouting işlemiyor gibi Deutsche Bank Skyliners cephesinde.)

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...