
Kaleciler: 1 Frankie Fielding (Derby County), 23 Jason Steele (Middlesbrough), 13 Alex McCarthy (Reading)
Defans: 14 Kyle Walker (Tottenham Hotspur), 6 Phil Jones (Manchester United), 2 Michael Mancienne (Chelsea), 5 Chris Smalling (Manchester United), 15 James Tomkins (West Ham United), 3 Ryan Bertrand (Chelsea), 12 Kieran Gibbs (Arsenal)*
Orta Saha: 17 Tom Cleverley (Manchester United), 7 Marc Albrighton (Aston Villa), 8 Jordan Henderson (Liverpool), 16 Jack Cork (Chelsea), 18 Henri Lansbury (Arsenal), 19 Jack Rodwell (Everton), 4 Fabrice Muamba (Bolton Wanderers), 11 Scott Sinclair (Swansea City), 20 Danny Rose (Tottenham Hotspur)
Forvet: 10 Daniel Sturridge (Chelsea), 21 Nathan Delfouneso (Aston Villa), 9 Danny Welbeck (Manchester United), 22 Connor Wickham (Ipswich Town)
Andy Carroll, Micah Richards ve ülkedeki futbolseverlerin bazılarını hayal kırıklığına uğratacak bir seyir sonunda Jack Wilshere'ın turnuva kadrosunun dışında kalması sonrasında bu yaş kategorisinde kıta sıralamasının tepesinde yer alan İngiltere aslında Danimarka'ya en güçlü haliyle seyahat etmiyordu. Bu aşamaya gelirken de çok kolay bir yol izlememiş, grup ikincisi olarak Avrupa Şampiyonası kurasına son torbadan girebilmişlerdi. Başlarında menajerlik kariyeri daha ziyade Manchester City'de emaneten getirildiği, fakat işler iyi gidince uzun bir süre yürüttüğü görevle hatırlanan Stuart Pearce vardı. Esasen işlerin iyi gittiği savına karşı çıkacak çok fazla isim bulabilirsiniz şehirde hala. Fakat City'nin o dönemdeki beklenti düzeyi ölçüsünde başarı addedilebilecek bir ilk sezon geçirip, UEFA Kupası biletini son maçta Robbie Fowler'dan gelen bir penaltı ıskasıyla kaybedince şehirde bir güven ortamı yaratmıştı. Takımına fazla kişilikli bir futbol oynattığı söylenemezdi, elindeki kadro kendi seçimlerinden bile oluşmuyordu. Fakat herkesle iyi ilişkileri vardı, FA tarafından destekleniyordu. Tüm bunlar sonucunda 15. sırada bitirilen sezon bile kellesini almaya yetmiyordu. Sabrın sınırına ulaşıldığında ise, zaten halihazırda City menajerliği yanında yürütmekte olduğu federasyon kaynaklı 21 yaş altı milli takım görevine odaklanıyor, yani pek fazla yalnız kalmıyordu. Şanslı bir adam...
Andy Carroll, Micah Richards ve ülkedeki futbolseverlerin bazılarını hayal kırıklığına uğratacak bir seyir sonunda Jack Wilshere'ın turnuva kadrosunun dışında kalması sonrasında bu yaş kategorisinde kıta sıralamasının tepesinde yer alan İngiltere aslında Danimarka'ya en güçlü haliyle seyahat etmiyordu. Bu aşamaya gelirken de çok kolay bir yol izlememiş, grup ikincisi olarak Avrupa Şampiyonası kurasına son torbadan girebilmişlerdi. Başlarında menajerlik kariyeri daha ziyade Manchester City'de emaneten getirildiği, fakat işler iyi gidince uzun bir süre yürüttüğü görevle hatırlanan Stuart Pearce vardı. Esasen işlerin iyi gittiği savına karşı çıkacak çok fazla isim bulabilirsiniz şehirde hala. Fakat City'nin o dönemdeki beklenti düzeyi ölçüsünde başarı addedilebilecek bir ilk sezon geçirip, UEFA Kupası biletini son maçta Robbie Fowler'dan gelen bir penaltı ıskasıyla kaybedince şehirde bir güven ortamı yaratmıştı. Takımına fazla kişilikli bir futbol oynattığı söylenemezdi, elindeki kadro kendi seçimlerinden bile oluşmuyordu. Fakat herkesle iyi ilişkileri vardı, FA tarafından destekleniyordu. Tüm bunlar sonucunda 15. sırada bitirilen sezon bile kellesini almaya yetmiyordu. Sabrın sınırına ulaşıldığında ise, zaten halihazırda City menajerliği yanında yürütmekte olduğu federasyon kaynaklı 21 yaş altı milli takım görevine odaklanıyor, yani pek fazla yalnız kalmıyordu. Şanslı bir adam...

Pearce'ın birtakım eksiklerle -son anda takımın asli sol beki Gibbs de çürüğe ayrıldı- Danimarka'ya getirdiği bu kadro ilk iki maçta hayal kırıklığından başka bir şey yaratmadı. Tıpkı üst seviyede olduğu gibi İspanya tarafından domine edilen yarışmalara şahadet içinde geçen bir dönem sonunda, beklentilerin yükseldiği bir jenerasyondu eldeki. Wilshere, Carroll ve Richards önemli eksikler olarak görülse de, zaten gelişimleri olağanın dışında seyreden özel oyunculardan bahsediyorduk. Yani bu oyuncuların U21 seviyesini pas geçerek, A takımla devam etmelerinde çok büyük tuhaflık yoktu. Geriye kalan havuzda ülkenin güç merkezlerinden Liverpool'a 20 milyonluk transferini tamamlayan bir Henderson vardı mesela. Ya da Manchester'ın kırmızı güç merkezine benzer fiyatlarla transfer gerçekleştirmek için gün sayan bir Jones. Bunlar sadece son dönemde baş sayfalarda sıkça görülmeleri ve sezon boyunca Sunderland ve Blackburn ile daha şanslı sezonlar geçiren oyuncular olmaları yönüyle diğerlerinden ayrılıyordu aslında. Rio Ferdinand'ın sakatlığında beklentilerin üstünde bir katkı vererek United'ın lig şampiyonluğunda ve özellikle de Şampiyonlar Ligi finaline yürüyüşünde büyük pay sahibi olan Smalling de kadronun içindeydi. Ya da devre arasında Bolton'a kiralandıktan sonra Premier League tarihinde ancak Dion Dublin, Darren Bent ve Emmanuel Adebayor gibi elit golcülerin yakalayabildiği bir sezon ortası serisiyle esaslı bir etki yaratan Sturridge. Aston Villa'nın kötü sezonunun belki de yegane iyi şeyi Albrighton. Aynı takımda sezonun en iyi sağ bek performanslarından birini veren Walker'ı tabi ki unutmadım. Sadece bu iyi performansın, Villa Park'tan ziyade White Hart Lane'de hezeyan yaratması gibi bir farkı var. Walker gelecek sene Tottenham'a dönüyor ve onun varlığında Vedran Corluka ve Alan Hutton gibilerinin şehirde uzun vadeli planlara girişmeleri pek akıl karı olmayacak. Sunderland ve Wigan'da sakatlıklardan uzak kalabildikleri müddetçe iyi tatlar bırakmış iki United oyuncusu Welbeck ve Cleverley de göze çarpıyor. Belki Sir Alex Ferguson'ın uzun bir dönem alışveriş listesinin üst sıralarında yer bulmuş Everton yeteneği Rodwell de... Arsenal'a attığı golden ibaret olmadığı iddia edilen Rose, Championship play-off finalinde yaptığı hat-trick ile Galler'e Premier League getiren kahraman Sinclair. En üst seviyeden çok uzak kalmayacağı aşikar yetenekli Ipswich forveti Wickham -ki muhtemelen o da soluğu yakın gelecekte Big Four takımlarından birinde alacaktır- hep bu kadroda. Yani Pearce'ın elinde bayağı bir kadro var Güntekin.

İlk maçta İspanya'yı karşılarına getiren fikstür çok cömert değildi, kabul etmeliyiz. Fakat genel seçim hengamesinde göz ucuyla bakabildiğim maç, hafızamda büyük oranda -pek de hatırlamak istemediğim- Şampiyonlar Ligi finali anlarını uyardı. Sadece Rose'un önüne atılmaya çalışılan uzun toplar. Stoperlerin kucağında kaybolan Welbeck. Sağ tarafta hiçbir şekilde kullanılamayan -ve belki sırf bu yüzden haksız biçimde ikinci maç kadrosundan kesilecek- Cleverley. Bu isimleri sırasıyla Park, Rooney ve Valencia da yapabilirsiniz. Zira ortaya çıkan görüntü büyük oranda benzeşmekteydi. Bir yan topta arka direkte bitiveren cevval Ander Herrera'nın golüyle geri düştüler. Üçüncü tekrarda anlayabildim ki eleman golü basbayağı eliyle atmıştı. Ancak sahadaki oyuncular dahi bunu ancak soyunma odasında öğrenebileceklerdi. "Zaten İspanya'da bunu altyapılarda öğretiyorlarmış Kaan." İkinci yarıda ise topu sürekli kontrolünde tutmasının yanında, bu hakimiyeti tehlikeli bölgeye sıkça taşıyan bir İspanya vardı. Tablo biraz da geçtiğimiz dünya kupasındaki Almanya hezimetine kaymaya başlamıştı. 88. dakikada her şey bitmek üzereyken, yukarıda uzun uzadıya bahsettiğimiz Walker'ın ferdi çabasıyla getirdiği top Welbeck'in ayağıyla buluştu ve maç 1-1 bitti.
İspanya maçı öncesinde iki cümlesinden birine "İspanya'dan korkmuyorum" diye giren Pearce basın toplantısında biraz hava atabilirdi. Zaten çoğu insan maçı izlememişti, izleyenler de karşılarında bayağı yetenekli bir takım olduğunun bilincindeydi. Onlar Pearce'ın aksine maç öncesinde korku taşıyorlardı fakat. (Zaten aksini çok fazla dillendirmesi, Pearce'ın da bu korkuyu fazlasıyla taşıdığına yorulabilir. Ve hatta yorulmalı galiba.) Maç da her anında bu korkularının dayanaksız olmadığını onlara göstermekten geri durmamıştı. Basında rakibin hanesinde yazan 1 için Smalling'e, kendi hanelerinde yazan 1 içinse Walker'a gidiyordu krediler. Gerisi koskoca bir hayal kırıklığı...

Grubun ikinci gününün ilk maçında puan alınan İspanya'nın grubun seribaşı Çek Cumhuriyeti önünde güzel futbolla aldığı 2-0'lık galibiyetin İngiltere'yi biraz havaya sokması beklenebilirdi. Ukrayna'yı yendikleri takdirde büyük bir avantaj yakalayacaklardı. İlk maçta en çok eleştirilen Pearce tercihi olan, gerçek pozisyonunun orta saha olduğu hayli su götürür Mancienne'deki ısrar ilk onbirden yapılan ilk okumaydı. Yine İspanya'ya karşı oyunu hareketlendiren iki isim Sinclair ve Lansbury kenarda tutulmuş, Rose ve Henderson'a sadakat gösterilmişti. Welbeck'in merkezde, Sturridge ve Rose'un kenar forvetlerde dizildiği 4-1-2-3 ideale pek yakın durmuyordu. Sturridge topla her buluştuğunda etkili oldu, fakat etki gösterdiği alanlar -radyo ağzıyla konuşursak- orta yuvarlağın taç çizgisine bakan yanlarıydı. Ne büyük israf! Kaleci Fielding'den Rose'un koşu yoluna atılan uzun toplar. Doğru bildiniz sol bek orijinli Rose'un boyu 1.73, karşısında ise ideal bir Ukrayna erkeği duruyor... İlk yarının oyun planı buydu. Sturridge limitlerini zorladığı bir anda ceza sahasına kadar yaklaşmış, yay çevresinden çıkardığı şut direği yerinden oynatmış ama fileleri bulmamıştı. Bunun dışında bayağı kötü de bir maçtı.

Mancienne ilk dakikadan beri net olarak aksayan isim olmasına rağmen, kenara yol alanın Rodwell olması Pearce'ı eleştirmek için sabırsızlananları fazla bekletmedi. Lansbury yine hücuma hareket getirmişti ve Rose-Sinclair değişikliğiyle dönülen 4-4-2 de ilk ciddi organize İngiltere tehlikesiyle sonuç verdi. Sturridge'in pası bir golcü için kaçırılmaması gereken bir pozisyon yaratıyordu, Welbeck hayli kötü bir vuruşla karşılık verdi. Bu andan sonra savunma-orta saha bağlantılarını kaybeden İngiltere -neden Muamba'nın şans bulmadığını anlamıyorum- önemli pozisyonlar verdi. Sonuncusu maç boyunca takımın en iyilerinden olan Jones'un bireysel hatasıyla geldi. Sahadaki duruşuyla şişman bir John Terry'yi andıran Jones, son dönemde Büyük Kaptan'ın da bolca gösterdiği bir akıl tutulması anı yaşadı ve yaptığı top kaybı Fielding'in üstün refleksleri sonrası ucuz atlatıldı. İngiltere adına ilk iki maçın ortaya çıkardığı az sayıda güzel sürprizden biri de Derby County'nin 1988 doğumlu kalecisi Fielding. Gözden uzak olduğundan kıymetini takdir edemedik belki de, bir özrü hak ediyor. Championship sansasyonu olarak esas patlaması beklenen Wickham ise Pearce'tan henüz dakika alamadı. Sinclair konusunda da durum ne yazık ki pek farklı değil.
Kadro güzel, yetenekli oyuncular izliyoruz. Sırasıyla söylemem gerekirse Sturridge, Smalling, Walker, Jones, Wickham, Lansbury, Henderson ve Sinclair'in hem milli takım için, hem de yavaş yavaş yaygın terim haline gelmesi olası Büyük Altılı (Büyük Dörtlü + City + Tottenham) için hep düşünülen oyuncular olacağına dair inancım var. Zaten bunların bazıları şimdiden o kulüplere kapağı atmış durumda. Ladytron'un başlığa konu olmuş dahiyane dizeleri belki burada devreye giriyor. 17 yaşında önemli kulüp yöneticileri kapında yatabilir, fakat 21 yaşında bu piyasa için artık 'eski haber' anlamına geliyorsun. Bu bağlamda hemen yukarıda saydığım listenin arkasına iliştireceğim Rodwell, Cleverley, Welbeck ve Fielding için aynı ölçüde ümitvar değilim. Cleverley önümüzdeki sezon için Paul Scholes'un kavuğuna talip olduğunu açıklamış, güzel bir özgüven gösterisi ama yine de bilemiyorum. Fielding de kaleci, o hala tazeliğini kaybetmedi aslında mevkisi gereği.

Pazar günü grubun seribaşı Çek Cumhuriyeti ile oynanacak maç çok stresli olacaktır. Güzel bir seyirlik olur mu, emin değilim. Bugün büyük hayal kırıklığı yaşadım zira. Ancak Çek Cumhuriyeti, İspanya'nın gösterdiği kadar kötü bir takım değil kesinlikle. Tomas Pekhart'ı Ada'da da iyi tanırlar. Hakeza Vaclav Kadlec ve Marek Suchy de zaman zaman maçlarına denk gelmiş olduğum yetenekli topçular. Takım yapısı da İngiltere kadar defekt barındırmıyordur büyük ihtimalle. Onbirde yine Mancienne'i görürsem sinirlenip izlemeyebilirim, ama çocuklara bir şans daha vereceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder