18 Temmuz 2008 Cuma

Son Rossonero San Siro'da

Ronaldinho San Siro'nun zeminiyle de tanışmış. Binlerce taraftar da onu bu özel gününde yalnız bırakmamış. Bu fotoğraflardan şunu çok net olarak görüyoruz ki, o gülümseme geri gelmiş. Hem Milan, hem de Ronaldinho için devran dönüyor mu ne?

Bu arada bu transferi yakından takip edenlerin başında da Brezilya Milli Takım Antrenörü Dunga geliyordu. Haberler onun için iyi... Adriano Galliani, Pekin için Ronnie'ye yeşil ışık yakmış:

"If he had already been a Rossoneri, we would not have let him go, but as he is joining us later we will let him go to the Olympics."



17 Temmuz 2008 Perşembe

Deutsches Retro #1


Panini'nin çıkartma albümleri benim jenerasyonumdan olanların çocukluğunun önemli bir parçasıdır. Okul döneminde tasolar, futbolcu kartları ön plana çıkardı. Taso konusunda da fena değildim, çok pis kökerdim gerçi ama benim zamanım yazın başlardı. Euro '96 zamanını hatırlıyorum, o sıralar Muratlı'da otururduk, Tekirdağ'da bir kasaba. Babam da futbolu bıraktıktan sonra ticarete girdi, bir sürü şey sattı. Bunun bana getirisi esnaf dayanışmasını kullanıp, bakkaldan bedavaya aldığım çıkartmalardır. Ucuz şeyler de değillerdi hani. Hala da albümleri alırım, bitirme konusunda eski heyecan yok tabi.


Neyse Panini, Almanya pazarına daha seksenlerde girmiş. Ben de onların arşivine dadandım, seksenlere de imrenen bir adamımdır. Eski Beşiktaşlı Stefan Kuntz ile başlayalım. 1996'da Alman Milli Takımı kupaya uzanırken, ilk onbirin değişmez ismiydi Kuntz, 11 numarayı giyerdi. Beşiktaş'ta da o formayı sırtına geçirdi ve 1 sene boyunca hakkını vererek taşıdı. Bir Beşiktaş-Galatasaray maçı hatırlıyorum mükemmel oynadığı, başlıklar da "Galatasaray:3 Kuntz:2" gibi bir spor basını klişesi şeklindeydi. Yanlış hatırlamıyorsam 3-2, evet. 30 maçta 9 golle kapatmış sezonu. Almanya dışında oynadığı tek kulüp olmamız da onur verici bir durum.


Futbolu ilk profesyonel kulübü olan VfL Bochum'da bitirdi Kuntz. 1999'da Regionalliga'da Borussia Neunkirchen'i çalıştırdı, sonrasında Joachim Löw'ün yerine Karlsruhe'nin başına geldi. Orada başarılı olamadı, Waldhof Mannheim'da denedi şansını. Werner Lorant'ın yerini aldığı bu takımda daha da kısa bir kariyer bekliyordu onu. Sonra Ahlen'de bir risk aldı, bu da tutmayınca teknik direktörlük kariyerine son verdi. Bunun sebebi onun için çok şey ifade eden bir takım olan Bochum'un onunla çalışmak istemesi, ama kulübe geçmişinin onları tatmin etmemesiydi. Kuntz, yenilen pehlivan olmakta ısrar etmedi ve sportif direktör olarak Bochum'da görev aldı. 2006-2008 yıllarında onunla birlikte iyi bir dönem geçirdi Bochum. Geçen Nisan ayında karşılıklı olarak anlaşıp ayrıldılar.


Neden mi? 170 maçta 75 gol attığı, kariyerinin en parlak yıllarını geçirdiği kırmızı forma onu göreve çağırıyordu. 1. FC Kaiserslautern'in başkanlık koltuğunda kendisi. Böylelikle saha içinden elini çekti Kuntz ve zor günler yaşayan Rote Teufel'e yardım etmek için kolları sıvadı. Geçen sezon düşme korkusu yaşadı Kaiserslautern, bu sezona ise Bundesliga hedefiyle başlıyorlar. Hem efsane bir takımı Bundesliga'ya geri dönerken görmek güzel olur, hem de Kuntz'un oyunculuk dönemi sonrası ilk büyük başarısına tanık olmak.

Toraman vs. Üzülmez Vol. 2


Karlsruhe idmanında sinirler gerilmiş. Takımın veteranlarından Maik Franz, Fransız kaleci Jean-Francois Kornetzky'ye saldırmış. Gelen duyumlara göre, takım arkadaşı Kornetzky'nin idman sahasına terlikleriyle inmesini içine sindiremeyen Franz, kendine hakim olamamış ve takım arkadaşının çenesine bir buse kondurmuş. Yok tabi, böyle bir şey olmamış. Neyse gerçek olan tüm bu yaşananlara rağmen kulüpten herhangi bir açıklama gelmemiş olması. Takımda şişman menajer eksikliği seziyorum. Kornetzky ise "Aynı takım için mücadele ediyor olmamız birbirimizi sevmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Hayat devam ediyor, büyütülecek fazla bir şey yok, kimsenin gözünde bir morluk göremiyorum" demiş. Güzel de cevap vermiş, Franz çok muhatap olmak isteyeceğiniz bir oyuncu değil çünkü.


Maik Franz, Bundesliga'nın en nefret edilen oyuncusu. Yanlış anlaşılmasın, bu onun kendini tanımlayış şekli. Stefan Effenberg'in izinden gittiğini, onun hırçın yapısını kendisine örnek aldığını da sık sık belirtiyor Franz. Oyunculuğunu beğenirim kendisinin, geçen sezon Mario Eggimann ile oluşturduğu sağlam ikili Karlsruhe'nin başarısının anahtarlarındandı. Yalnız, "Özrü kabahatinden büyük" sözü böyle durumlar için var sanırım. Effenberg oyun içinde sertti, bazen teması fazla da abartırdı ama Franz bunu oyun içinde tutmayı beceremiyor. İşin benim açımdan asıl ilginç olanı, Effenberg'in basın yoluyla "Futbol bir temas sporudur, bunu sahada uyguladığı için onu suçlayamazsınız, Maik değişmemeli ve böyle oynamaya devam etmeli" diyerek kendisini rol model seçmiş Franz'a destek vermesi oldu. Mario Gomez ise Franz hakkında daha kısa ve kesinlikle daha öz konuşmuştu: Franz ist ein Arschloch. Farklı iki bakış açısı tabi.


Ioannis Amanatidis de Franz'la yaşadığı sürtüşmeden sonra Gomez'e hak verenlerden. Yalnız o daha yumuşak ifadeler kullandı. Bunda Gomez'in maç cezası almasının da payı olmuştur tabi. Amanatidis, böyle oyuncuların oyunu kirlettiğini düşünüyor. "Franz gibi oyuncular sahada dolaştığı sürece, kolumuzda Fair-Play logosu taşımamızın bir anlamı yok" dedi Yunan futbolcu. Son söz de Franz'dan gelsin: Hakaretler de oyunun bir parçası, ben bu oyunu sert oynuyorum ve kazanmak için bunu yapmam gerekiyorsa yapmaya devam edeceğimden emin olabilirsiniz.


Karlsruhe Teknik Direktörü Edmund Becker, futbolcusu Franz'ın arkasındaydı tüm tartışmalar boyunca. Ancak özellikle antrenmandaki son kavga sonrası yönetimdeki kişilerin bir kısmının Becker'in disiplininden şüphe duyduğu konuşuldu. Buna rağmen Becker'le yola devam edildi ve bugün de sözleşmesi uzatıldı. Ancak önce geçen sezonki Eintracht Frankfurt maçında Bradley Carnell ile kaleci Markus Miller'ın ön direkte yumruklaşması, sonra da yaşanan bu olay Becker'in kredisini azaltmışa benziyor.

Dalembert Evinde


"Dalembert Pekin'de" diye bildirmiş Sayın Akarsu. Bu hayal kısa sürdü ne yazık ki. Haiti doğumlu olan, Montreal'de yetişen Samuel Dalembert, geçen yaz vatandaşlığa geçmiş, soluğu takımının Amerika Elemeleri'nde almıştı. Bu kadar özveri fazla gelmiş oyuncuya sanıyorum, bu yaz pek de kendinde gözükmemiş. Geçen yılı 82+6 maç yaparak bitirdi Dalembert. Hakkını da vermek lazım, Phila ligin en kötü kadrolarından biriyle play-off yaparken büyük katkı koydu Samuel. Hatta play-offta da acaba dedirttiler herkese bir ara.

Bu formda sezon Kanadalılar'a umut vermiştir herhalde. Ancak bu umutlara cam kırılması efekti eşlik etti ilk Slovenya maçında. Sammy, takımın grup liderliği şansını direkt etkileyen maçta 1/9 isabet oranı ile oynayıp, sadece 4 rebound yapabildi zira. Bunun ardından Coach Leo Rautins, kendisinden biraz daha gayret beklediğini, ama yenilginin faturasını ona çıkarmadığını söylemiş. Dalembert'in de kafası buna bozulmuş belki. Belki de başka bir şeye, bilemeyiz. Sonuçta takım otobüsüne binmeyi reddetmiş ve Kore maçı için salona gitmemiş. Bu gelişmeler üzerine takımın özgüveni kaybolmuş olacak ki, zayıf Kore önünde farklı yenik duruma düştüler. Sonrasında iyi bir comebackle galibiyete ulaşmışlar. Veteran Rowan Barrett ise bu comebacki takımı toparlamak için kullanmaya çalışıyor. Bu noktada başarılı olur mu bilinmez, ancak bu birleşmenin iki taraf için de yarardan çok zarar getirdiği ortada.


Bunun nedeni büyük ihtimalle Dalembert'e iki farklı takımda biçilen iki rolün birbirinden çok uzak olması. Phila'da Sammy, seken topları toplayan, içeriye dalan kısalar için blok tehdidi yaratan, hücumda da yoktan var eden bir oyuncu. Aldığı hücum reboundları bulduğu sayıların esas kaynağı. Kanada'da ise bir anda takımı sırtlaması beklenen bir oyuncuya dönüşüyor aynı isim. Bu yükü taşımak kolay iş değil, taşıyacak kapasiteye sahip olsanız dahi. Bunun en göz önündeki örneklerinden biri de bizim NBA oyuncularımız. Hidayet Türkoğlu son dönemde Magic'te benzer bir rol üstlendi aslına bakarsanız. Topu eline verip bir şeyler bekleyebileceğiniz bir oyuncu haline geldi, son periodlarda takımın go-to-guyı oldu çoklukla. Fakat Mehmet Okur hala öyle bir oyuncu değil. Kendisi için hazırlanmış oyunlar var ve bunlar onun kolay dış şutlar bulmasına yardımcı oluyor. Ancak Bogdan Tanjevic'in, Jerry Sloan'un yaptığını yapma konusunda pek bir hevesi yok gibi. Belki de zamanı yok. Ama bence zaman sorun olmamalı, çünkü uzun süreli kamp dönemleri geçiriyor milli takımlar. 2009'da Mehmet'i yapmayı hiç sevmediği şeyleri yapmak zorunda kalmış bir durumda görmeyiz umarım. Bu en çok da onun özgüveni için zararlı. Tabi Mehmet'in 2009'da olacağının da bir garantisi yok. Tanjevic'le yaşamayı öğreniyoruz yavaş yavaş.

West Brom Kalıcı Olmak İstiyor


Premier League yeni bir Cech daha kazandı: Marek Cech. Kendisi benim çok da parlak olmayan anılarımı tazeledi, o yüzden biraz kırgınım. Ekim ayında, kasvetli bir İnönü gecesinde Beşiktaş'ın baskısından iyice bunalan Porto'da Tarik Sektioui'nin yerine girmişti oyuna, orta sahayı da toparlamıştı biraz olsun. Gol umudun Federico Higuain olunca, bu amaca ulaşman çok da kolay olmuyor. Nitekim 90. dakika gelmiş çatmış, Beşiktaş gol kaydına muvaffak olamamıştı. Yeni Açık'taki koltuğumdan kalkıp çıkış kapısına doğru ilerliyordum, maç bitmeden bunu yapmaya koyulmam içimdeki kötü hislerin göstergesiydi. Golleri kaçıran taraf biz olmuştuk daha çok, ama hala gol yemekten korkuyor, maçın o şekilde bitmesini umuyordum. O anda İnönü semalarında dolaşan sahipsiz bir top gördüm. Avrupa Kupası'nda bir Türk takımı maç yapıyorsa bu iyiye işaret değildir. Nitekim bu öngörü yanılmadı ve Ricardo Quaresma hiç beklemediği bir anda golle buluştu. Bense aza kanaat etmenin de yetmediği bir an yaşıyordum. Neyse ki bağışıklık var, oturup ağlardı başka takım taraftarı olsa.


İşte o Marek Cech yok pahasına gitmiş West Bromwich Albion'a. WBA, son dönemde mekik dokur oldu iki lig arasında. 2002'den bu yana dördüncü Premier League sezonuna hazırlanıyorlar şu anda. Kulübün mali durumu pek iç açıcı sayılmaz, bu nedenle gözden düşmüş oyunculara rağbet ediyorlar daha çok. Aston Villa'da beklentileri karşılayamayan Luke Moore'la 3 milyon pounda anlaştılar bu doğrultuda ilk iş olarak, geçen sezonun sonunu WBA'de getirmişti zaten. Savunmaya Heerenveen'den yapılmış ilave Gianni Zuiverloon da önemli işlere imza atabilir. Heerenveen'den babam çıksa yerim, affedersiniz. Sevdiğimiz, saydığımız Vliegende Nederlander de güzel değinmiş konuya vesselam. Curtis Davies'in Aston Villa'da geçen sezonun sonunu çok iyi oynaması ve Martin O'Neill'ın bu oyuncunun bonservisi için 8 milyon poundu gözünü kırpmadan vermesi piyango gibiydi WBA için. Ancak o para da yavaş yavaş suyunu çekti. Moore'un yanına vasat bir forvet daha ekleyip kapamasını bekliyordum transferi Baggies'in. Konuşulan isimler de Marcus Bent ve Shola Ameobi idi. Tam West Brom'un adamları yani.


Derken, bir anda Cech ismi düştü gündeme ve sadece 1,4 milyon pounda imzayı attırmayı başardılar Slovak oyuncuya. Benim beğendiğim bir oyuncu, takip etme fırsatı bulabildiğim kadarıyla. Sol bekte de forma giydi zaman zaman ama savunma ağırlıklı bir takımda bekten ziyade açık olarak görmemiz daha olası onu. Hatta ön libero görevini başarıyla yürüttüğünü de gördük, duyduk Slovakya Milli Takımı'nda. WBA'in birkaç takviyeye daha ihtiyacı olabilir, özellikle de istikrarsız Moore'un yanına. Ancak özellikle Davies transferinden gelen para onları yeni gelenler arasında en aktif takım yaptı transfer piyasasında. Hull City'nin Geovanni transferi var elle tutulur, belki bir de George Boateng. Stoke City'de o da yok. Yani yeni gelenler arasında bir takım kalacaksa o takım Baggies olacakmış gibi. Tabi Premier League bu, üst sıralarda olmasa bile alt sıralarda her zaman sürpriz var.

Kapo ve Bruce Bir Kez Daha


Geçen sezon uzun bir süre ligden düşme korkusu yaşayan Wigan Athletic ikinci transferini de resmiyete kavuşturdu. Steve Bruce, Daniel De Ridder'ın ardından ikinci imzayı da bir Birmingham City oyuncusuna, Olivier Kapo'ya attırdı. Kapo, Bruce'un favori oyuncularından biri. Geçen sezon görevi bırakana kadar vazgeçemediği isimlerdendi Birmingham'da. Onun halefi Alex McLeish içinse Kapo, Mauro Zarate'nin de kulübe gelmesinden sonra 60. dakikadan sonra başvurulacak adamdı. Zaten takım küme düşünce Kapo'nun transfer olması bekleniyordu. Haber gecikmedi ve 3,5 milyon euroya Latics'e, eski hocasının yanına geçti Fransız. Auxerre'den Juventus'a geçtiğinde çok umut besliyordu İtalyanlar. Olmadı, kiralık sözleşmelerle geçen Monaco ve Levante yılları takip etti bu transferi. Ada'da Steve Bruce'un güvenini boşa çıkarmayarak iyi iş yaptı aslında. Oyununa ofansif açılımlar ekledi, kontraataklarda etkili oldu Birmingham ekibi adına. Benim beğendiğim bir oyuncudur Kapo, fantasy takımımda da yer vermişliğim vardır uzunca süre. Wigan için yararlı olacaktır Bruce'un yönetiminde. Ama bu performans çekirgenin bir kez daha sıçramasına yeter mi, emin değilim.

NBA Türkiye 2008/7


NBA Türkiye'nin Temmuz sayısı elime geç ulaştı biraz, yine de bir solukta okudum diyebilirim. En doyurucu sayılarından biri olmuş NBA Türkiye'nin. Belki ekonomik durumunuz iki basketbol dergisini karşılayacak düzeyde değildir ve bu ay posterlerin cazibesiyle SLAM'i tercih etmişsinizdir. Olabilir, ama çok şey kaçırmış olursunuz o kadar söyleyeyim. Eskiden Fast Break vardı, o kepenk indirdi, bir süre Fanatik Basket'e talim ettik. Benim basketbolu en yoğun yaşadığım yıllardı belki de Fanatik Basket yılları. Mete Aktaş'ın NBA sayfalarından başlar, bütün gazeteyi ezberler, Pazartesi günü de alternatifsizlikten Cem Atabeyoğlu'nun kaleminden Mehmet Baturalp'in çalıştırdığı milli takımı okurduk. İsmet Badem'in "Dudaklarınızdan tebessüm, kalbinizden basketbol sevgisi eksik olmasın" bitirişi bizim için de bir kapanış anlamındaydı. Salı sabahı o dönem yaşadığım Çorlu'da evimizin karşısındaki bakkala gider, koliyi bakkal amcayla birlikte açar ve 3 adet Fanatik Basket'ten birini alıp evime dönerdim. Güzel ve basit zamanlardı. Her şeye rağmen İsmet Badem'e çok şey borçlu bir nesil. Sonra Pivot küllerinden doğdu, ilk döneminden daha da güçlüydü belki. Kronolojik olarak nereye koyacağımı bilemediğim bir Overtime dönemi bile vardı, o ilk sayıyı neredeyse 20 gün aramış, kapaktaki Mehmet Okur'u görünce müthiş bir haz yaşamıştım. Ekim 2000 olması lazım Overtime'ın ilk sayısının çıkışı. 6. Adam da çok doyurucu bir dergiydi, her yazarla bire bir muhabbet ediyormuşçasına okurdum yazıları. Tamamen bize ait dergiler olması bugünkü dergilerden daha anlamlı kılıyor tabi onları. Ama, tematik dergilerin piyasada kendi başına ayakta durabilmesi kolay iş değil, bunu da hesaba katmak lazım.


Yine nostalji sevdamdan kopamadım, konu epey dağıldı. Bize Fanatik Basket'teki sayfasında NBA'i öğreten Mete Aktaş'ın genel yayın yönetmenliğinde 23 sayıyı devirmiş NBA Türkiye. Klasik genel yayın yönetmeni tanımından kopup dergi içinde de çok aktif rol alıyor Aktaş. Bu sayıyı da domine etmiş. Basketball Without Borders için İstanbul'da bulunan kim varsa tutmuş kolundan, röportaj yapmış (Randy Foye istisna, zaten Foye, Mete Aktaş'la röportaj yapsın bence), ne de güzel yapmış. Bruce Bowen'ın fazlasıyla yeşile çalan profesyonellik tanımı, Knicks'teki en düzgün adam David Lee'nin kusursuz karakteri daha da somutlaştı bu röportajlardan sonra biz basketbolseverlerin gözünde. Aktaş'ın Mickael Pietrus röportajını okuyan şanslı kesim olarak Orlando'ya attığı imzaya da hiç şaşırmadık. Organizasyonun evsahibi Hidayet Türkoğlu da ne kadar olgunlaştığını bir kez daha gözler önüne seriyor cevaplarıyla.

Sayıda tabi ki ön plana çıkan Celtics'in 22 yıl sonra gelen zaferi. Murat Murathanoğlu'dan yine çok tatminkar bir final serisi analizi okuyoruz, rekabetin geçmişine Mete Aktaş'la uzanıp Ümit Can İlhan'ın kaleminden MVP'nin yaşadıklarına farklı bir açıdan bakıyoruz. Bir Celtics taraftarı olması bizi hiç rahatsız etmiyor "Pierce ve Sadakat" konulu bu yazı boyunca.


Her sayıda kulüplerin banka cüzdanlarını kontrol eden Orkun Çolakoğlu'nun yazısının öznesi Sixers idi bu ay. VGM efsanesi olarak tanıdık, daha sonrasında Türkiye'deki tüm Lakerlar gibi benim için de Orkun Abi halini aldı bu adam. Bu ay "Ya Herkes Doğruyu Yapsaydı" adlı yazısında 1996'dan 2006'ya draftleri baştan yazıyor, her takımın GMi oluyor. Gerçekten de meşakkatli bir iş giriştiği, ama altından kalkmayı da beceriyor bana kalırsa. Tabi ki sübjektif olmaktan kaçınamaz bazı noktalarda ama bunu hissettirmiyor. Açıkçası okuma alışkanlığı olan biri olarak tanımlarım kendimi, yine de bir korktum yazıyı gördüğümde. 2006 sayısını görene kadarsa bu hayattan kopup alternatif bir evrene geçtim sanki, bir çırpıda bitiverdi yazı. Thomas More'un bile saygıyla yaklaşacağı ütopik bir deneme olmuş. Bazıları için ütopyadan çok distopya tabi. Yazıyı okursanız 2002 ve 2004'ün bugünü nasıl etkilediğini görüp hayrete kapılacaksınız. Yalnız Clippers, Grizzlies ya da Bulls taraftarıysanız okumadan önce bir kez daha düşünün derim ben. Üstad, Draft 1996 ile başlamadan önce şöyle diyor zaten: Clipperslılar'a "Gözünüzü seveyim sakin olun" diyerek başlayalım.

Demem o ki, alalım, aldıralım bu sayıyı. SLAM'i de alalım. Basketbolla ilgili ne varsa alıp okuyalım. Bu dergilerin sonunun da Pivot gibi, 6. Adam gibi olmaması için alalım. Çünkü bu dergiler eskisi kadar olmasa da hala amatör bir sevginin, yoğun bir çabanın ürünü. Pazartesi gününü Cem Atabeyoğlu ile geçiren yaşıtlarım bu hassasiyetime hak verecektir...

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...