31 Aralık 2010 Cuma

HEDİYE PAKETİ YAPALIM MI?


Bu yılbaşında en güzel hediyeyi Fenerbahçe Ülker taraftarı alıyor gibi.

Panathinaikos'ta özellikle son senesinde kısıtlı sürelere verdiği reaksiyon soru işaretlerine yol açmış olabilir ama büyük sahneye yeniden çıkmak için son fırsatını burada elde edeceğinin farkında gözüküyor. Yani doğru kafa yapısıyla burada olacaktır. Bizim için de onun gibi bir virtüözü izlemek için son fırsatlar, orada olacağız.

Foto: rewixas.deviantart.com

THE SEASON WITHIN A SEASON: Hoşgeldin Pac-10


Geçen sezon büyük turnuvaya sadece iki takımla iştirak edebilen ve özellikle elinde bulundurduğu yetenek portföyü açısından tarihinin en kötü görüntülerinden birini veren Pac-10 bu sezon silkinmenin yollarını arıyor. Bahsettiğimiz iki biletten birinin sahibi olan Washington, bu yaz Quincy Pondexter'ı kaybetmiş olsa da konferansın en büyük güç merkezi görünümünü koruyor. Geçen sezon konferans turnuvası finalinde Washington'a kaybetmiş olmasına rağmen, komitenin davetiyle NCAA turnuvasına katılma şansı bulan Mike Montgomery yönetimindeki California ise onları konferans şampiyonluğu başarısına taşıyan iskeletin büyük bölümünü (Jerome Randle, Theo Robertson, Patrick Christopher) yaş haddinden emekli ettikten sonra epey irtifa kaybetmişe benziyor. Kolej seviyesindeki 28 sezonunda çalıştırdığı takımları tam 27 defa 50% üstü derecelere taşıyan Montgomery, Notre Dame karşısında bir devrede yalnızca 5 sayı üretebilen takımını izlerken o istisnai sezonlardan birine adım attıklarını düşünmüş olsa gerek... Bir diğer zorunlu inişe ise Stanford taraflarında rastlıyoruz. Bunun nedenini ise bu sezon herhangi bir New York Knicks maçına denk gelmiş olanlarınız çabucak fark edeceksiniz: Landry Fields!

Biz pusulayı esas odak noktamız olan UCLA'e çevirelim yavaş yavaş. Pac-10 bu sezon da şu anda ülke çapındaki mevcut Top 25 sıralamasında bir takım bulundurmuyor olmasına karşın, geçen sezonki o berbat görüntüyü biraz olsun aşmışa benziyor ve bunu sağlayan yükselişteki takımlardan biri de gerek saha üzerindeki vasat altı performansla, gerekse de sadece okulun değil kolej basketbolunun en büyük efsanesi John Wooden'ın vefatıyla unutmak istediği bir seneyi geride bırakmaya hazırlanan UCLA. O sezonla ilgili cesur kalemimden çıkmış son yazıyı hatırlayacaksınız. Tık! Orada da geride bırakılan sezonun beraberinde getirdiği buruk tada rağmen yeni sezondan daha büyük beklentiler içine girilebileceğinden bahsetmiştim. Zira kaybedilen oyuncuların hiçbiri -o günkü ifademe sadık kalarak- 'arkasından ağıtlar yakılacak' isimler değillerdi. Şu anda -eğer hala kovulmadıysa- eylemlerine Rusya'da Spartak St. Petersburg formasıyla devam eden Nikola Dragovic'ten kurtulduğuna sevinmeyen bir Westwood sakini olacağını sanmıyorum. Michael Roll son senesinde gösterdiği karakterle, son mağlubiyet sonrası duruşuyla falan beni kazanmıştı ama UCLA gibi bir takımın 1 numaralı silahı olmak için gerekli spesifikasyonları göstermediği de ortadaydı. Jason Keefe ise sadece bir isimdi zaten, hayatının geri kalanında başarılar.


Bu yeni takım eğer ortaya geçen senenin her türlü kalıntısını unutturacak şeyler koyacaksa, bunun iki sophomore Tyler Honeycutt ve Reeves Nelson'ın gösterecekleri gelişimle mümkün olabileceği ortadaydı. Konferans dışı fikstür geride kalırken, bu yaz lotaryadan seçilmesi sürpriz olmayacak Honeycutt takımın en iyisi görünümünde. Geçen sezon bana mental olarak çok kuvvetli gözüken Nelson'da ise oyun kimliğini oluşturması adına çok kritik olan bu sezonda bir kaybolmuşluk hakim. İki kez çok ciddi sakatlıklardan dönerek, hiçbir gelecek vadetmeyen sezonda büyük bir özveri göstererek genç kariyerini belki de riske atan Nelson portresine uygun olarak tekrar vites yükseltmesini ve konferans fikstüründe kendini bulmasını bekleyebiliriz. Bu paralelde ilk konferans maçında Washington State'e karşı oynadığı ikinci devre olumlu bir işaret.

Fakat eğer WSU maçından bahsetmeye başlayacaksak, Honeycutt-Nelson ikilisi kadar vurguyu hak eden iki oyuncu var. Bunlardan biri eski bir yüz. Ve açıkçası içimde Dragovic ölçüsünde nefret tohumlarına sebep olmasa da, geçen sezon Jerime Anderson'la birlikte her fırsatta bu formayı hak etmediğini söylediğim iki isimden biri: Malcolm Lee. Westwood'a Anderson'la kıyaslanmayacak bir beklentiyle adım atan Lee, iki hayal kırıklığı sezonun ardından NBA hayalleri için bu sene bir iddia göstermek zorundaydı. Sezona başlangıcı da bu paralelde kendisini motive ettiğinin göstergesi. Fakat dün 3/7 üçlükle 21 sayı attığı ve özellikle de rakibin hücumunun sürükleyicisi Klay Thompson üzerindeki savunmasıyla manşetleri süslediği bir karşılaşmada bile hayli tartışılır bazı tercihleri oldu. Üzerine fazla kafa yorulmadan yapılmış bu tercihler, muhtemelen oyun kimliğinin bir parçası olarak onu kariyerinin sonuna kadar takip edecek. Fakat sezon sonunda kritik konferans turnuvası maçları oynanırken, takımın kilit skorerlerinden birinin böyle bir özellikle bezenmiş olmasını yeğlemezsiniz. Bu beni Lee konusunda endişeye sevk eden hususlardan en önemlisi. Fakat özellikle Ben Howland, bu sezonki savunma prensiplerinde zone yerine adam adama merkezli bir savunma şablonuna geçiş yapmışken Lee'nin savunma yetenekleri de çok kritik olacak. Özellikle konferanstaki birçok takım hücumlarını 2-3 numaralı pozisyonlarındaki oyuncular üzerinden şekillendirirken, büyük bir savunma içgüdüsüne sahip olmayan fakat uzun kollarıyla doğal bir savunma tehdidi olan Honeycutt ile birlikte güzel bir ikili oluşturacakları kesin. Bitirim ikilinin diğer parçası Anderson ise her ne kadar Arsenal maçında çok büyük övgü almış olsa da... Pardon, bitirim ikililer karıştı. Buradaki Anderson da geçen sezon Jrue Holiday'in beklenenden erken ayrılma kararı üzerine, yeteneklerinin üzerinde bir yükü üstlenmek zorunda kalmıştı. O yükün altında kaldığı için onu da suçlamamak gerek, bu sezon yedek oyun kurucu olarak sınırlı da olsa katkılar verebileceğini Cougars'a karşı da gösterdi.


Adını anmamız gereken ikinci oyuncu ise, yazın yapılan iki şaşaalı recruitment hamlesinin gölgesinde kalan fakat ilk günden bu yana en sorunlu bölgeye zamanında bir takviye görüntüsü vermiş Lazeric Jones. Ona sezon boyunca "Laz" diye hitap edeceğim, yanlış anlaşılmalara mahal vermesin. Chicago doğumlu olan ve o civarda John A. Logan College'da geçirdiği iki yılın ardından takıma kazandırılan Laz, uzun süredir bir UCLA guardında göremediğimiz bir oyun zekasına haiz. (Darren Collison için ciddi argümanlar sunanlarınız olabilir. Fakat ne Jordan Farmar'ın, ne de The Jruth'un pür birer oyun kurucu gibi gözükmedikleri noktasında bana hak vereceksiniz.) Dün de 11 asist -ve yalnızca 1 top kaybıyla- oynayarak, ilk Pac-10 maçında müthiş bir 'merhaba' demiş oldu. Kerata çok da sevimli bir şey maşaallah. Yetenekleri parantez içinde saydığım oyuncular kadar gelişkin olmayabilir. Zor zamanlarda başvurduğu bir floater dışında güvenilir bir hücum silahından bahsetmemiz kolay değil örneğin. Fakat bu sezonun kanatlarda Lee, Honeycutt gibi zor oyuncuları, pota altında da uzun süre top almayınca soğuyan ve kontrolü kaybeden isimleri barındıran UCLA kadrosu için en uygun oyuncu prototipini alıp getirenlerin alnından öpüyorum.


O şaşaalı recruitment hamleleri ise geçen sezonki yazıda da bahsettiğim gibi Joshua Smith ve Tyler Lamb. Memeli çaylağımız Smith, dünkü WSU maçında da sezonun ilk bölümünü göz önüne alacak olursak olağan bir şekilde faul problemine girdi ve yalnızca 17 dakika sahada kalabildi. Bu sıkıntıya rağmen 3/3 ile bulduğu 8 sayı, 6 rebound, 2 top çalma ve 1 blok neden bu sezon Pac-10'deki en yetenekli freshman tartışmalarında hep uzak ara önde olduğunun göstergesi. Dragovic'in yerine geldiğini de hesaba katarsak 10.1 sayı, 6.8 rebound ve 1 top çalma ortalamalarıyla sezonun bu bölümüne kadar en az Laz'ın oyun kurucu bölgesinde sağladığı kadar büyük bir upgrade anlamına geldiği söylenebilir.

4 numaralı Kansas ve 7 numaralı Villanova'ya karşı dirense de kaybeden, All-American adayı Jimmer Fredette'in takımı BYU önünde önemli bir galibiyet alarak genel olarak başarılı bir konferans dışı fikstürü geride bırakan UCLA, Washington State sonrasında bu öğleden sonra da Washington'ı konuk edecek Pauley Pavilion'da. (Türkiye saatiyle 23:00 elbette onların öğleden sonrası, Digiturk sahipleri 70. kanaldan yani Fox Sports'dan canlı izleyebilir. Size mükemmel bir yılbaşı planı sunmadığımın farkındayım, fakat 2010'a nasıl girdiğimin anıları tazeyken bu hasta halimle benim için güzel bir plan.) Top 25 listesinde kendisine yer bulamasa da konferansın bu en büyük güç merkezine karşı verilecek sınav, sezonun geri kalanına da önemli derecede ışık tutacak. WSU önünde ilk yarıdaki 11 sayılık dezavantajı kapatacak müthiş bir hücum performansı ile geri döndü UCLA. Jones bulduğu üçlük sonrası, hızlı gelerek Lee ve Honeycutt'a yarattığı iki üçlük pozisyonuyla bu geri dönüşün baş tetikleyicisi olmuştu. Yani ikinci yarıdaki 4/7 üç sayı isabetini dışarıdan bakıp şans olarak yorumlamak yanlış olacaktır. Direkt olarak Laz'ın doğru oyun kuruculuğunun meyvesiydi o dört isabetin üçü.


Bugün de eğer kısa savunmasında bu düzey korunabilirse ve geçen sezon pek durdurulamayan Isaiah Thomas'ın hayatı zorlaştırılabilirse 'neden olmasın' diyorum. Bu anlamda da WSU maçının ikinci yarısında yine Laz merkezli başlayan yoğun perimetre savunması ve oyun kurucu Reggie Moore üzerinden oynanan transition hücumlarından gelen sayıların neredeyse sıfıra çekilmesi ümit verici. Zaten arka alan savunması Howland takımlarının hep en güçlü yanlarından biri olmuştur. Öte yandan konferansın en sert takımlarından bir diğeri olan ezeli rakibimiz U$C de, Washington için kolay bir fikstür başlangıcı olmadı. Vidaların sıkıldığı maçı Huskies ancak uzatmada 73-67 kazanabildi. Washington'ın en büyük sıkıntısı halen 5 numarayı doldurabilecek bir kütle yoksunluğu. Bunun için rotasyona dahil ettikleri Senegal boğası Aziz N'Diaye de çok ham bir oyuncu ve orayı dolduracak bir kütle olmaktan başka çok az şey yapıyor hakikaten. Yani Smith'in faullerden olabildiğince uzak durup sahada kalmaya çalışması ve Huskies'i içeriden işlemesi şart. Onlar adına ilk maçın yıldızı Matthew Bryan-Amaning ile de Nelson-Smith ikilisinin iyi derecede boğuşması gerekiyor.

Pac-10 bu sezon John Wooden'ın anısını yüceltmek adına oynanıyor ve bu sezonun konferans adına geçen sezonki kadar vasat geçmesi o anının koruyucusu olarak en çok UCLA'i üzer. O yüzden... Go Bruins!

24 Aralık 2010 Cuma

When the Game Was Ours #3


2.08 boyundaki çaylak [Kevin] McHale'in öyle geniş omuzları vardı ki, dışarıdan bakınca gömleğin askısını çıkarmayı unuttuğunu düşünebilirdiniz. Uzun ve çevikti, fakat bunların yanında Bird ne kadar azimliyse bir o kadar rahat ve gamsız bir yapıdaydı. Bu birkaç saniyede bile fark edilebilecek temel zıtlıklara rağmen, ustalıklarını tamamen farklı birer yaklaşımla yerine getiren iki başarılı forvetin kurdukları ilişki tek kelimeyle büyüleyiciydi.

"Larry dur durak bilmiyordu," diyor M.L. Carr. "Antrenmana geldiğimizde onu orada bulurduk, bitirdiğimizde de o hala orada olurdu. Bir gün Kevin'ın yanına gidip sordum: 'Neden Larry gibi olamıyorsun?' 'Hey, benim bir hayatım var.'*"

("When the Game Was Ours", J. MacMullan, p. 84)

* Dublaj yaptım McHale'e resmen, hiç samimi olmadı. "Hey, man, I've got a life" diyor yoksa.

When the Game Was Ours #1
When the Game Was Ours #2

Numaraiki'de Yazıyorum, Manipülatif Yazıyorum


Dersi yarıda kestim, daha iyi bir işim olmadığına kanaat getirip bloga bir şeyler karalamaya karar verdim. Orlando'nun yeni yapısı hakkında sadeleştirilmiş bir formatta olsa da Salsa Basket'e yazmıştım yazacağımı genel hatlarıyla. Biraz da sıktı zaten muhabbet. Farklı bir kafada yaşayan John Hollinger'ın bile ikinci takas daha kesinleşmeden sorguladığı bir şeydi Ajan Zero'nun ne kadar elzem olduğu. En azından NBA'in açık ara en berbat kontratının talibiysen bir aciliyetten bahsetmek güçtü, bunu irdelemek de çok radikal bir bakış açısının sonucu değil. Öte yandan olaya çok fazla sayılarla bakıp rasyonalize etme çabası da her zaman iyi sonuç vermez. Sakatlıklar sonrası hız kesmiş olsa da ona çizilen sınırlar dahilinde yaşamayı kabul eden bir Gilbert Arenas'ın, o gece takım değiştiren oyuncular arasında bir takımı tek başına -gerçekten- şampiyonluk adayı haline getirebilecek kudretteki yegane isim olduğu gerçeği biraz fazla kulak arkası ediliyor bu bakışın kaçınılmaz sonucu olarak. Evet, 2009 ile kıyasladığımızda daha palazlanmış ve işin içine entegre olmuş bir oyun kurucu zaten Hidayet Türkoğlu'nun eski rolünü üstlenmesinin önünde bir engel olarak duruyorken Rashard Lewis gibi kendi şutunu bekleyerek de mutlu olabilen birinin yerine böyle bir azgın tekenin eklenmesi işleri daha da zorlaştıracak. Fakat Shard'ın 1.5 senedir ne oynadığının biraz farkındaysanız ve yine de Hedo'nun geri dönüşüyle tekrar eski güzel günlerine depar atacağını umuyorsanız, kıskanılacak bir hayat yaşıyorsunuz. Öte yandan Stan Van Gundy'nin 4 şutör ve 1 bekçiye dayalı sisteminden vazgeçişi de sezon başına kadar uzanıyor. Takas sonrası Lewis ile çalışmayı hayatının fırsatı olarak gördüğüne dair açıklamalarını gereğinden fazla yorumlamanın manası yok. Zira SVG kendisinin eski rolünde eski etkinliğini göstereceğine artık inanmadığını sene başında yaptığı oynamalarla açık etmişti. O yüzden Arenas'ın buradaki kimyayı nasıl bozacağından bahsetmeyelim şimdiden, ya da 'oysa ki Lewis olsa böyle mi olurdu' muhabbetlerine yeltenmek için de erken. Biliyorum birçoğunuz Peja Stojakovic, Carlos Boozer, Jameer Nelson ve Jose Calderon diye uzayıp giden listeye yeni birisini eklemek istiyorsunuz ve Ajan Zero da özgeçmişiyle buna en yatkın isimlerden. But still...

Bir de Phil Jackson'ın Christmas yorumlarına değinecektim, özellikle ESPN'den çıkan şu İlker Acun niteliğindeki yazıya kafayı taktım da 140 karakterle mikro bir iç dökmede bulunuverdim. Bu sözden yola çıkıp David Stern dönemini ele alacak esaslı bir makale de yazılabilir ama gece için planlarım var.


Taslaklarda şunu buldum bu düşünceler içinde boğulmuşken. 6 Ekim itibarıyla Euroleague'deki en iyi transferleri dizmişim kendimce. Şimdi bakınca Marko Keselj konusunda nasıl bu kadar ümitli olduğuma biraz şaşırıyorum, sonuçta favori oyuncularımdan biri sayılmaz. Ama onun dışındakilerin birçoğunu isabetli buluyorum, en azından arkasındaki düşünüşü takip edebiliyorum. Marko Tomas pek uymadı ama ya, Top 16 da çok büyük bir çıkış getirmeyecek gibi gözüküyor...

1. Vassilis Spanoulis, Olympiakos

2. Romain Sato, Panathinaikos

3. Aleks Maric, Panathinaikos

4. Jamont Gordon, CSKA Moskva

5. Marko Keselj, Olympiakos

6. Marko Tomas, Fenerbahçe Ülker

7. D'or Fischer, Real Madrid

8. Terrell McIntyre, Unicaja Malaga

9. Brad Newley, Lietuvos Rytas

10. Bo McCalebb, Montepaschi Siena

18 Aralık 2010 Cumartesi

Õhus (2009)


Manipülasyonun rahatsız edici yüzünü dışarıdan bir gözle deneyimleme ve bunu 10 dakikalık bir animasyonun yoğunluğuyla yapma. Estonyalı Martinus Klemet'in yazıp yönettiği bu film gibilerini bugün ve yarın da 6. Animasyon Film Festivali kapsamında Pera Müzesi'nde görebilirsiniz.

Kobe Bryant's My New BFF (Season 1)


Long time no see...

"Şunu belirtmek isterim ki birisi bundan 1 yıl kadar önce, bir blogda yazacağım ilk basketbol yazısının Vujacic hakkında olacağını söylese, vücudumun hangi uzvuyla güleceğimi şaşırırdım muhtemelen."

Haziran 2008. Sasha Vujacic'in kariyeri inişler ve çıkışlar gördüyse, bir daha ulaşmayı bile hayal edemeyeceği zirvesine 2008 yılının play-off performansı denk geliyordu. Ortalama 21.7 dakika, 8.8 sayı, 2.2 rebound, 39% ile atılan maç başına 1.5 üçlük. Aynı zamanda bunların yanına eklenen ve tüm bu rakamların içinden sıyrılarak en beklenmedik parametre olmayı başaran bir savunma direnci. Hani NBA'deki çaylak sezonunu izledikten sonra hangi oyuncunun bir dönem boyunca istikrarlı olarak averaj üstü savunma yeterliği göstereceğini hiç düşünmezdin deseler, sayacağım ilk üç oyuncu arasında yerini alırdı Vujacic. (Belki buraya girecek isimlerden biri de J.J. Redick olurdu ki onun da beni yanılttığı çok verimli play-off dönemleri oldu. Hatta Vujacic'in aksine onun her zaman iyi bir savunma malzemesine sahip olduğunu, ancak kariyerini ayağa kaldırması için göstermek zorunda olduğu dönemde bunu gösterdiğini düşünüyorum şimdilerde.) Bu arkaplanda düşünecek olursak, o dönemde açtığımız blogun ilk cümlelerinden birinin yukarıda alıntıladığım şekilde kurulması çok büyük sürpriz olmamalı...


Fakat o 2008 baharında, özellikle de konferans finalinde Manu "King of the Flop" Ginobili'yi dahi deliye döndüren numaralarını cebinden çıkaran Vujacic tablosunu betimlerken yukarıda değindiğimiz 'dönemsellik' boyutunun altını bir kez daha çizmeliyiz. Anne karnında kazanılan yetilerden hırs etmenini Vujacic söz konusuysa hiçbir zaman bir kenara itemeyiz. Bana Vujacic'in oyununun en güçlü yönleri sorulduğunda a) hırs, b) özgüven diye maddeliyorum hemen. (Fakat devamını getirmek çok kolay olmuyor ve dönemsel olarak sunulan birtakım iyi performanslara rağmen onu külliyen "iyi savunmacı" olarak nitelemeye de dilimiz varmıyor.) Yani temelde sahaya konan şeye herhangi bir somutlukla dahil olamayacak iki nitelik oluyor saydıklarım. Elbette hırs ve özgüven bir sporcuyu yeteneklerinin taşıdığı noktada devralıp, yeni bir düzleme geçmesine hiç azımsanmayacak birer yardım eli olan kaldırıcı etkenlerdir. Fakat henüz oyuncu yapısı olarak sağlam bir temele oturamamış iseniz ve NBA kalitesi gösterecek kalifikasyonlara sahip değilseniz bunların pek bir anlamı olmaz. Yani size uzun süreli kontratlar sağlamaya yetmez. Yetmemeli... Vujacic bu önermeyi tekzip etme konusunda yeni bir çığır açan ve NBA şampiyonu takımdan 3 yıllığına 15 milyon dolar koparabilen bir adam. O kaliteyi iyi niyetle zorladığı tek sezonun üzerine hem de. (Kabul ediyorum, sahada gösterilen eforu taraftarı olduğum takımın oyuncusundan beklediklerim arasında ilk sıraya koyan biri olarak o gün bunları görmekte zorlanıyordum. Hatta verilen kontratta da Mitch Kupchak'in arkasında durmuştum. O günkü argümanlarımdan biri nispeten kısa süreli bir kontratın masaya gelmiş olmasıydı. Bugün bakınca halen anlamını koruyabilen tek argümanım da o gibi görünüyor.)

Nasıl olsa Vujacic'in takımın yakın geçmişindeki en kritik serbest atışlar olan ve bu özelliğini muhtemelen daha uzun bir süre koruyacak iki serbest atışı, kenardan çok soğuk bir şekilde gelmesine rağmen Celtics çemberinin göbeğine aşk eylediği O 7. MAÇ dışında hemen hemen hiç katkı vermediği iki şampiyonluğun rahatlığıyla konuşuyoruz. Vujacic 5 milyonluk adam kalıbında bir etkinlik göstermese de takıma pek köstek olmadığını da söyleyebiliriz. Elbette burada geçen sezon, vatandaşı Goran Dragic ile girdiği manasız horoz dövüşü sonrasında neredeyse bir mağlubiyete mal olacağını görmezden geliyoruz. O mağlubiyetin kolaylıkla Phoenix serisinin elden gitmesine, dolayısıyla efsanevi Boston finali sonrası ulaşılan Larry O'Brien kupasının da bir hayal olarak kalmasına yol açabileceği gerçeğini de yok sayıyoruz. Ortada bir ihanet yoksa, ayrılıklardan sonra böyle bir tutum sergilenir. En azından genel eğilim bu olur. İçinde bulunduğumuz durumda her şeyden biraz var ama ihanet? Brown-Blake-Barnes üçlüsü, nam-ı diğer Killa B's sezona böyle başlamışken yedek sırasında hak ettiği bir koltukla ödüllendirilmiş Vujacic için bu takas bir fırsat aksine.
----- Kırmızı Çizginin Çok Ötesinde Konuşmalar ------
Slovenya'dan ABD'ye adım attığı günden beri kendisine ev olan, başka bir ortamda görmesi mümkün olmayan bir ilgi yumağı hazırlayan, bununla da kalmayıp iki şampiyonluk yüzüğü ve tüm erkek türünün en azından bir kez derin biçimde arzuladığı bir kadın hediye eden bir takımdan bahsediyoruz. Böyle bir şeyi terk edince, içinizden bir şeylerin koptuğunu hissetmemeniz düşünülemez. Vujacic'in bugün tüm ailesi ve ülkesi için yarattığı mirası, ancak Lakers camiasının büyüklüğünden güç alarak bugünkü boyutlarına ulaşabilirdi. Belki de sadece Lakers camiasının... Yine de profesyonel spor dünyasında tanımlaması ve sınırlarını çizmesi zaten güç olan 'ihanet' mefhumundan bahsedebileceğimiz son durumlardan biri budur. Her iki taraf adına da...


Fakat Lakers-Vujacic ikilisi arasında yukarıda kastettiğimiz kadar tek taraflı bir ilişki mi mevzubahisti gerçekten de? Yani Vujacic bugün olduğu oyuncuya dönüşürken Lakers'ın kudretini sınırsız biçimde kullandı ve birkaç üçlük, iki serbest atış ve sayısız yalancı pres dışında bunun karşılığını geri ödeyemedi diyebilir miyiz hocam? "Yani dersek, kimse de ağzını açıp bir şey söyleyemez Güntekin." Ancak bu saha içindeki durum sadece. Hırs ve özgüven. Rakip takımda topa hükmetmeyi seven bir guard varsa, elinizde Vujacic gibi birisine sahip olmanın çok değerli olduğunu bugün dahi söyleyebilecek genel menajerler vardır muhtemelen ligde. Halbuki içten yanmalı bir savunmacı olan Vujacic'in bu ön alan baskılarından kazanılan top sayısı neyse, bu sayının iki katı kadar manasız faulün mevzubahis olduğunun garantisini verebilirim. Biraz Mert Nobre kuralı geçerli aslında savunmadaki Vujacic'i değerlendirirken. Staples Center'da en ateşli seyircinin bulunduğu kapalı tribün civarının önünde yaptığı topa baskıyla dikkatleri üzerine çeken Vujacic'in net kazanç tablosunu ele aldığımızda negatif değerleri gördüğümüz maçların sayısı az değildir. Hatta kimden çekiniyorum, çoğunluktadır yahu!

Şimdi ikinci maddeye atlayalım: Özgüven. Muhtemelen Maria Sharapova'yı tavlamasının arkasında yatan sebeplerin başında bu geliyordur. En azından erkek dergilerinde böyle şeylerin yazıldığından haberdarız, seksi olmanın yolu özgüvenden geçiyormuş. Fakat saha içine geldiğimizde bu özgüvenin Vujacic'in oyunculuğunu besleyen bir faktör olmak şöyle dursun, özellikle 2008 sezonuna kadar oyunculuğunu büyük sekteye uğratan bir bela olarak hayatında yer ettiğini söylemeliyiz. Shaquille O'Neal sonrası sancıları atlatamamış ve bir takım kimliği oluşturamamış kadroda aldığı sürelerde, şut atmaktan hiçbir zaman çekinmeyen bir adamdı. Oyunun -tırnak içinde- olgunluk dönemi hafızalarımızda tazeyken bu benzetmeye hak vermek zor olabilir, fakat Vujacic ilk senesinde bir Von Wafer ikinci senesinde ise bir Nick Young'dan halliceydi. Hücumda şut atmadan da bir değer yaratacağına basbayağı inanmıyordu. Uzunca bir süre de onu ikna edebilen birileri çıkmadı. Bunu savunmadaki 'her topu çalabilirim' ve 'her oyuncuyu durdurabilir, Michael Jordan'ı ise en azından yavaşlatmayı umabilirim' felsefesi takip ediyordu. Bu hırs ve özgüven bileşiminin takım için en tatsız halini aldığı maçtan bahsetmiştik. Kazanma derdinin olmadığı 2005-07 dönemindeki tüm saçmalıklar kabul edilebilirdi, fakat geçen sezonki o Phoenix serisinde her güzel şeyi berbat edebilecek bir noktada geldi Vujacic'in büyük burnu. Bahse konu maç farklı bir seyirde gelişse Vujacic'in Los Angeles'ta aynı ölçüde popüler bir figür olarak kalabileceğini ise hiç sanmıyorum. O gaflet anlarını gelin, hep birlikte tekrar izleyelim. Tık! (Uyarı: Eser miktarda Craig Sager Fail içerir.)

"We have something between us going, rivalry or something. Every game, he pressures me so hard and I try to penetrate. I would say it is personal. I don't know why but maybe because last year we were together on the national team..." - Goran DRAGIC


Vujacic'in Lakers'a verdiklerinin büyük kısmı ise saha dışından kök alıyordu doğrusu. NBA'in en görkemli iki organizasyonundan biri olan takımın tarihinde Vujacic gibi oyunculardan yüzlerce bulabilirsiniz. İnanması güç ama Lakers tarihinden bir "yenge takımı"* oluşturacak olsak, Sharapova'nın listedeki yeri tartışılır. Küçük şehirden melekler şehrine adım attığı ilk günden itibaren, Magic Johnson'a yöredeki tüm doğal güzellikleri göstermek adına Jerry Buss'ın ne büyük çabalara girdiğini biyografilerden okuyoruz. ("Hergelelik, kumarbazlık, ahlaksızlık... Hepsini öğreneceğim.") Sportif başarılar güzel de, bu renkler biraz da Lakers kültürünü yaşatan. Biz buradan "Kusur kalsın böyle renk, siyah beyaz izleyelim" diye söylensek de, bunlar olmasa bir takımı diğerinden ayıramayacağınız yavan bir lige dönüşürdü NBA de. Basketbolculuğun takım elbiseyle gidilen bir iş halini aldığı, hakeme mimik yapmanın cezasının 6 ay hak mahrumiyetinden başladığı, "Chris Andersen damat tıraşı olsun, o dövmeleri de sildirsin" diye Facebook gruplarının kurulduğu bir ortamda bazılarının bunu görmek istediğinin farkındayım. Fakat ben aynı isteği paylaşmıyorum. En çok da o yüzdendir belki tüm saydıklarıma rağmen Sasha'yı şimdiden özlemiş olmam. Çünkü bir Lakers duruşu varsa, kendimizi hiç kandırmayalım ki onu sendika başkanı Derek Fisher, basketbol kariyeri boyunca sevişmemiş A.C. Green veya -çok özür dileyerek- Ukrayna köylüsü Stanislav Medvedenko taşımıyor. Doğu Avrupa'dan gelip Amerikan Rüyası'nı yaşayan, Paris Hilton'la görüntülenip çok daha iyisini yavuklusu yapan bu kült adam onu yansıtan. Yüreğine sağlık. New Jersey'de, Brooklyn'de, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan aynı desteksiz özgüvenle devam et. (Kardeşim sanma ki yollarımız ayrılıyor tadında bitiriş.) O tribündeki yenge takımının da evelallah hepsini...


Blogger fotoğraf altı yazı konuda bir yeniliğe gitmiş aslında, ama biz çok uzak kaldık. Şu yukarıdaki fotoğraf da tek başına Lakers'ın Vujacic'e büyük bir katkısını belgeliyor aslında. Cristiano Ronaldo gibi Manchester'a ayak bastığında Almancı modasını takip eden bir adamı Oasis dinleyicisi olarak Madrid'e göndermek nasıl bir tedrisatın göstergesiyse, bu adama bu tişörtü giydirmek de öyle bir şey. Bir üstteki fotoğrafa iliştirilecek şeyse belli: Wedding Crashers!

Türübüt Şov (by ImadoggyDogg)

* Literatüre katkılarından dolayı hakem hocası, basketbol otoritesi, güzel insan Orkun Çolakoğlu'na minnet duyuyoruz.


Kobe Bryant yeni bir BFF (Best Friend Forever) arayadursun, Allen Iverson kendisininkini bulmuş gibi. Yalnız Iverson'ın sabahtan akşama Etiler TGI Friday's'de cheese wrap yiyerek Philadelphia nostaljisi yaşattığı kulağımıza çalınıyor. Sen o adamı kolundan tutup Bambi'ye götüremiyorsan, kankalık meramına sığmaz bu sevgili Cüneyt Erden.

16 Kasım 2010 Salı

Erken All-American Adayları

Ay lav mot à mot çeviri. Ay lav veri veri mot à mot çeviri. Sezon 25 saat aralıksız basketbolla başlamaktayken bundan da eksik kalmayalım istedik...

Jacob PULLEN (Kansas State, Sr.)
6-0, PG
Maywood, IL
2009-10: 31.6 dakika, 19.3 sayı, 2.6 rebound, 3.4 asist, 1.8 top çalma

Kalin LUCAS (Michigan State, Sr.)
6-1, PG
Detroit, MI
2009-10: 31.1 dakika, 14.8 sayı, 1.9 rebound, 4.0 asist, 1.2 top çalma

Harrison BARNES (North Carolina, Fr.)
6-7, SF
Ames, IA
2009-10: -

Kyle SINGLER (Duke, Sr.)
6-8, SF/PF
Medford, OR
2009-10: 35.9 dakika, 17.0 sayı, 7.0 rebound, 2.4 asist, 1.0 top çalma

Jared SULLINGER (Ohio State, Fr.)
6-9, PF
Columbus, OH
2009-10: -

Bay Tahmin

Dergi için yapılmıştı aslında bu tahminler, farklı bir kaderi yaşıyor. Burada paylaşmış olalım, takibi daha kolay olur...


MVP: Kevin Durant (Oklahoma City Thunder)
Burada iki kutuplu bir rekabet öngörüyorum. Sayı departmanındaki muhtemel düşüşe rağmen LeBron James’in istatistiklerinin, ihtişamını kaybedeceğini pek sanmıyorum. Yine de jüri, bu sene Durant’in zamanının geldiğine ikna olacaktır.

Yılın Savunmacısı: LeBron James (Miami Heat)
Dwight Howard yine tek başına Magic’in normal sezonda bir savunma takımı olarak nam salmasını sağlayacaktır, fakat Wade-Bosh ikilisinin yanında oyunu evrim gösterecek James savunmacı yönünü daha fazla gözümüze sokup bu ödülü de koleksiyonuna katabilir.

Altıncı Adam: Anthony Randolph (New York Knicks)
Eğer sezon içerisinde Randolph’ü ilk beş çıkarmanın daha yararlı olacağına kanaat getirilirse bilemem, fakat Mike D’Antoni’nin hücum rakamlarını şişiren sisteminde A-Dolph’ün fazlaca kredi alması sürpriz olmaz. Sahada yeterince kararlı davranabilirse elbette...

Çaylak: Blake Griffin (Los Angeles Clippers)
Kenarda geçen bir senede otoriteler onu unutmuş olsa gerek, bu ödülde adı yeni çocuklar kadar sık geçmiyor. Kendisini hatırlatması ve pota altında bir 20-10 makinesine dönüşmesi fazla uzun sürmeyecektir.


MIP: Jrue Holiday (Philadelphia 76’ers)
UCLA’de geçirilen tek sezonun ardından erken bir ayrılma kararı alan Holiday, ilk sezonunda henüz oyunu öğrenme sürecini geçiriyordu. Ne kadar eleştirilse de, bu süreçte sağlıklı ve nispeten hızlı yol aldı. Yaz Ligi ve sezon öncesi performansları der ki, bu çocuktan birkaç triple-double bile görebiliriz.

Coach: Tom Thibodeau (Chicago Bulls)
Erik Spoelstra’nın elindeki kadroyu verimli kullanacağını ve başarılı olacağını düşünüyorum. Fakat Bulls’un rekorunu kırmalarını bekleyenlerin dahi olduğu bir ortamda hakkı verilmeyebilir. Bu yüzden adayım, takımına galibiyet anlamında en büyük yükselişi sağlayacak Thibs.

Genel Menajer: Pat Riley (Miami Heat)
Ya kim olacaktı? Deniz-kum-güneş, bizatihi kendinden menkul Riley fenomeni ve biraz da vergi kolaylıkları her şey için yetti.

Sayı Kralı: Kevin Durant (Oklahoma City Thunder)
20.3, 25.3, 30.1... Bu çocuğun ortalamaları Fibonacci dizisi gibi ilerliyor, bu sene de ödülün karşısına şimdiden adını yazmalı. Sakatlıklardan uzak durursa, sadece işi resmiyete dökmek kalacak.


Rebound Kralı: Dwight Howard (Orlando Magic)
Sene sonunda yanılmayacağımı düşünüyorum. Tabi Kevin Garnett’in gençlik iksirini icat etmediği varsayımıyla...

Asist Kralı: Chris Paul (New Orleans Hornets)
Öncelikle kendisine sağlıklı bir yıl diliyorum. İyi şeylerin iyi insanların başına geleceğine inanıyorsak, Louisiana’ya sadakat gösterirse bu unvanı da almalı. Mantıken...

Top Çalma Kralı: Chris Paul (New Orleans Hornets)
Sağlıklı bir CP3 için bir önceki maddeden de güvenli bir kategori. Üst üste 2.71 ve 2.77 ortalamalarla gövde gösterisi yaptığı senelerden sonra, emaneti geri alma vakti.

Blok Kralı: Dwight Howard (Orlando Magic)
Amway Arena çemberleri, D12 gibi bir savunucuya -hatta kaleciye- sahip oldukları için çok şanslılar. Magic’le oynarken arka alan savunmasını aşmak öyle çok zor değil, ama istediğinizin bu olduğundan emin misiniz?


Doğu Top 8:

1- Miami
2- Orlando
3- Chicago
4- Boston
5- Atlanta
6- New York
7- Milwaukee
8- Philadelphia

Batı Top 8:

1- LA Lakers
2- San Antonio
3- Oklahoma City
4- Dallas
5- Portland
6- Utah
7- Denver
8- New Orleans

Final:

LA Lakers-Miami: 3-4

14 Kasım 2010 Pazar

Büyük Takımın Küçük Hocası!

Blog olarak kısır günleri geride bıraktığımız bu dönemde, Hürriyet yazarı Meriç Tunca'dan Miami Heat'i konu alan bir yazı istedim. Sağolsun, ricamızı geri çevirmedi. Şimdi sözü üstada bırakma vakti!


Dorell Wright'ı, Earl Barron'ı yönetmeye çalıştığın gibi, LeBron James'i, Chris Bosh'ı yönetmeye çalışırsan olacağı budur..

Neresinden başlayayım..


Sezon başında kurduğun, ya da kuramadığın takımdan mı?.


Bu takıma gelmiş geçmiş en iyi oyuncular arasında olan LeBron'ı bitirme planlarından mı?


Sahaya çıkardığın yanlış 5'lerden mi?.


Yaptığın hatalı değişikliklerden mi?..


Taktiksel hatalarından mı?..


Oyunu hiç okuyamamandan mı?


Basketbolu hiç bilmediğinden mi?..


Neresinden, evet neresinden..


Sakın ola ki, ''Sakatım çok, ben ne yapayım?'' deme..


Sakın ola ki, ''Oyuncu kalitesi bu'' deme..


Sakın ola ki, ''Daha yeni kurulmuş bir takımız'' deme..


Sakın ola ki ''Buraya devrim yapmaya geldim.. İleride düzeleceğiz'' falan deme.


Çünkü ne olursa olsun, bu takım, hiç bir zaman bu kadar rezil durumlara düşmedi..


Çünkü bu takım hiç bir zaman taraftarını bu kadar umutsuzluğa sevketmedi..


Çünkü bu takım, kendisine gönül verenleri, kendisinden bu kadar nefret ettirmedi..


Bu takımın senin yönetiminde düzeleceği falan da yok..


Bak arkadaş..


Senin yaptığını Van Gundy bile yapmadı.


Senin basketbol bilgin sıfır..


Senin saha kenarındaki duruşun rezalet.


Senin karizman falan da yok..


Sen en fazla ''Küçük'' takımların, ''Küçük'' hocası olabilirsin..

Lütfen bu büyük takımın yakasından düş!!!

8 Kasım 2010 Pazartesi

31 Songs #1


"Led Zeppelin'i yeniden keşfetmek -ve Chemical Brothers'ı ve The Bends'i dinlemek- konusunda en çok hoşuma giden şey bunların artık hayatımda kolayca kendilerine yer bulamamaları. Yaşınız ilerledikçe tükettiklerinizin çoğu rahatlıkla ilgili oluyor: çocuklarım, komşularım ve hayatında bir daha herhangi bir blues-metal melodisi ya da block-rockin' beat duymasa hiç üzülmeyecek olan bir sevgilim var. Artık daha az zamanım var, saçmalığa eskisi kadar tahammül edemiyorum, zevklere daha düşkünüm, kendi yargılarıma daha çok güveniyorum. Etrafımda bulundurmayı seçtiğim kültür benim kişiliğimin ve içinde yaşadığım koşulların bir yansıması... Bir açıdan da böyle olması gerek. Ancak bunu yapmayı öğrenirken bazı şeyler kaybediliyor, kaybolan şeylerden biri de -mesela hasta çocukları anlatan hastane dizileri ve deneysel filmlerin yanında- Jimmy Page. Onun çıkardığı gürültü artık beni ifade etmiyor ama yine de dinlemeye değer bir gürültü; ayrıca akıllı bir adam olarak büyümeye çalışmanın da bir bedeli olduğunu hatırlatıyor."

"31 Şarkı", Nick Hornby
Sel Yayıncılık, Çeviren: Betül Kadıoğlu, s. 25

2 Kasım 2010 Salı

We Are Globally Yours: Who's Hot, Who's Not?

Her maçı izleyemiyorum, o yüzden buraya sadece geride bıraktığımız hafta özelinden bir şeyler yazabilmem pek mümkün değil. Yapmaya çalışacağım, ama mutlaka idealden uzak bir liste olacaktır servise sunulan. Periyodik bir şeyler yaratma arzusundayım, belki başlangıç olur...


HOT


Nathan JAWAI (Partizan):

Aborijin asıllı oyuncu için ortaya ilk çıkışından bu yana söylenegelen "Baby Shaq" tanımlaması çok şaşırtıcı değil. Öte yandan ilginç ya da rastlanılmayan bir lakap da değil. Fakat bu bebeklerin NBA'de başarılı olmasının çok kolay olmadığını gösteren örneklerden sonuncusu olmuştu Jawai, Toronto'da ve Minnesota'da bulduğu şansları çok da iyi kullanamayarak. D-League yerine Avrupa'yı tercih etmesine çok sevinmiştim, burada özellikle size konusunda sıkıntılı pota altı rotasyonlarını yakaladığında çok etkili olacaktır.

İlk hafta Zalgiris deplasmanında onun için ideale yakın bir ortam vardı aslında. Fakat ancak 6 sayı ve 5 reboundla bitirebilmiş maçı. Bu hafta ise Khimki önünde 15 sayı ve 8 reboundla seyircisine güzel bir selam çaktı. Euroleague'in resmi sitesindeki yazısında Jiri Zidek, kilo vermesini öğütlemiş Nathan'a. Kendisi büyük bir pivottu, düşüncesine saygı duyuyorum ama bana kalırsa kilo vermesi oyununun en güçlü yanını zayıflatacak bir gelişme olabilir. İlk iki haftada 10 kez faul alan bir oyuncudan bahsediyoruz, Yıldıray Baştürk görse kıskanır. Partizan'a son maçtakine benzer katkılar vermeye devam edecektir, haftaya ise karşısında Sofoklis Schortsanitis olacak. Sadece bu eşleşme için bile izlemek isterim o maçı...

Bootsy THORNTON (Efes Pilsen):

Çarşamba gecesi Sinan Erdem'e gittiğimde şu mevcut kadroda içimi ferahlatabilen tek oyuncuydu. Kendisine meydan okuyan birileri varsa, oyununun nasıl boyut değiştirebildiğini en iyi gördüğümüz seri 2-0 geriden gelerek kazanılan Fenerbahçe Ülker serisiydi kuşkusuz. Çarşamba gecesi ilk çeyreğin sonlarında sanırım Omar Cook'la bir gerginlik yaşadı ve o challenge maçı Power Electronics Valencia'dan Efes Pilsen'e çeviren andı sanırım. Elbette kimseden destek almasaydı bu kadar kolay olmazdı, fakat Kerem Tunçeri'nin Euroleague kariyerindeki en iyi 7-8 maçından birini sergilemesi yeterli oldu.

Şimdi Efes Pilsen'in Kutsi'ye bir galibiyet borcu var. Üçüncülük yolundaki diğer rakip Armani Jeans Milano ile oynanacak kritik iç saha maçı öncesinde rollerin Velimir Perasovic tarafından yeniden belirlenmesi ve Igor Rakocevic'in şutlarına bir ket vurması şart. Efes Pilsen mevcut sistemde volume shooter tanımının Sırpça'daki karşılığına katlanması mümkün değil. Tempoyu hızlandırma ve top adedini yükseltmeye yönelik ayarlamalarsa kısa vadede Rakocevic'in hasarını azaltabilir belki. Ama o sistemle sene sonunu ne biz görebiliriz, ne de Perasovic görebilir gibime geliyor.

Andrea CROSARIOL (Virtus Roma):

Ben bu çocuğun yeteneklerine hiçbir zaman güvenmemiştim. Benetton altyapısından yetiştiği günlerden sonra bir ABD seyahati de olmuştu yanlış hatırlamıyorsam. Tam ümidi kesmişken, Air Avellino'daki kiralık sezonunda bir çıkış gösterip tekrar gündeme geldi. Bu seneyse 26 yaşında nihayet beklentilere cevap verebileceği bir sezon kapıda anlaşılan. İlk iki haftadaki 12 sayı-7 rebound ortalamalarını sürdürmesi çok olurlu değil belki, zira Brose Baskets ve Spirou Charleroi gibi takımlar pek de büyük baş belası sayılmaz. Fakat bu gidişle 20-25 dakika gibi süreler alıp, Ali Traore'yi de hayli zorlayacaktır.

Sofoklis SCHORTSANITIS (Maccabi Electra):

Jawai'den bahsederken adını anmıştık ama Schortsanitis'in bu haftaki performansına da ayrı bir parantez açalım. David Blatt'in sistemine ne kadar uyum gösterebileceği bir endişe konusuydu, fakat özellikle Zalgiris gibi yumuşak pota altına sahip takımlarla karşılaşırken ne olursa olsun hücumu Big Sofo üzerine temellendirmeli. Perşembe akşamı Blatt'in yaptığı da buydu. Lior Eliyahu'nun iyi gününde olmasına ve Richard Hendrix sürprizine rağmen Schortsanitis sahada kaldığı 22 dakikaya 13 şut denemesini sıkıştırabildi. Aynı zamanda rakip uzunlara 7 faul aldırdı ve bunun neticesinde 9 kere faul çizgisine gitti. Euroleague seviyesinde ancak istisnai isimlerde bulabileceğiniz bir dominasyon gücü. Belki mevcut sisteme Eliyahu kadar, ya da kısalardan Doron Perkins kadar uygunluk göstermeyebilir ancak iş skor bulmaya geldiğinde takımdaki en güvenilir adresin Big Sofo olacağı kesin.


Leon RADOSEVIC (Cibona Zagreb):

Sonunda Radosevic büyük sahnede ilk beş oyuncusu olarak ilk gösterimini vermeye başladı. Takım adına defterde üzeri çoktan çizilmiş Barcelona deplasmanındaki etkileyici 15 sayı, 9 rebound, 5 top çalmalık performansının devamını bu sefer oyununun gerçekten fark ettiği bir maçta Fenerbahçe Ülker'e karşı ortaya koyduğu 8/13 şut isabetiyle 16 sayılık elit bir hücumla getirdi. 1990 doğumlu yıldızı zaten takip etmeye çalışıyorduk, artık fazla çaba sarf etmemize de gerek yok.

Jonas VALANCIUNAS (Lietuvos Rytas):

Burada daha önce gerek benim tarafımdan, gerekse de Oktay -neredesin- tarafından sıkça dile getirildiği üzere jenerasyonunun Enes Kanter'le birlikte en güçlü parlayan cevheriydi Valanciunas. Hala da öyle, bilmiyorum nereden geldi hikaye geçmiş zaman kipi? Hazır şimdiki zamandan bahsetmişken, geçen hafta Montepaschi Siena'ya beklenilenden daha fazla zorluk çıkaran Litvanya temsilcisinde ilk kez ilk beş çıktı ve güçlü bir istatistik kağıdı elde etti. Ben maçın tamamını izleyemedim, fakat ilk haftaki performansıyla da birleştirince işler onun adına çok iyi gidiyor. Türk basını da bunu keşfettiği takdirde "İşte bak, Enes yanlış yaptı demiştik" üzerine kurulu milyonlarca makale yazılabilir...

NOT

Oliver LAFAYETTE (Partizan)

David LOGAN (Caja Laboral)

Igor RAKOCEVIC (Efes Pilsen)

Bobby BROWN (Asseco Prokom)

Milos TEODOSIC (Olympiakos)

Marko TOMAS (Fenerbahçe Ülker)

29 Ekim 2010 Cuma

Yetmez Yıldırım Demirören!


Akatlar'daki ilk maçta "Yetmez Yıldırım Demirören" tezahüratı duyulur mu? Ya da taraftarın yüzde kaçı eşlik eder. Betsson over/under bahislerini 85 üzerinden açmış, iyimser davranmış.

Nick Hornby'nin aşağıda paylaştığım, anaakım futbol üzerine söylediği sözler dahi doğru okunduğunda tek başına özetleyebilir durumu. Geçen sene -bugünün şartlarında Avrupa basketbolu için daha değerli bir oyuncu olan- Brad Newley'ye yapılanlar ve üzerine gelen seksenli yılların Yeşilçam filmlerinin söylemini taşıyan Şeref Yalçın açıklamalarından sonra, bunları görmüş birisinin hava alanına koşmasını beklememeli. Ben de koşmayacağım. Aksine bu formayı oyunun tek ve asil amacı olan kazanmak için ıslatan adamlardan sakınılan değerlerin, bugün enkazından ancak bayat bir pazarlama fenomeni çıkarılabilen bir başkasına bol kepçeden sunulması aslında daha büyük bir tepkiyi gerektiriyor. Benim tepkim burasıyla sınırlı olacak... Dostlar için birkaç Akatlar seferi düzenleriz, fakat bu sezon şimdiden iki maça gittiğimi düşünürsek aynı yoğunlukta olmayacaktır. En tuhafı ise bu transferi içine sindirip "Yetmez Yıldırım Demirören" diye bağıracakların, birkaç gün sonra alaşağı edilişine alkış tuttukları Beşiktaş değerlerinden bahsedip prim yapmaya çalışmalarını izlemek olacak...

Nick Hornby ile Anaakım Futbol Üzerine


"Bence futbolun en büyük sorunu, tamamen ve her şeyiyle anaakıma dönüşmüş olması. Çocukluğumda İngiltere futbolu zor bir dönemden geçiyordu. Anaakımın dışında tutuluyordu, televizyonda pek maç gösterilmezdi, formaların üzerinde reklam olmazdı...

Benim gençliğimde bir futbolcuyu saha dışında görmek çok tuhaf ve alışılmadık bir şeydi. Şimdiyse tam tersi: Futbolcuyu sahada oynarken görmek neredeyse tuhaf geliyor, çünkü onu televizyon programlarında, reklamlarda görmeye alışmışız... Arsenal'da oynadığı yıllarda, maça gidip onu gördüğünüzde "Vay be, hakiki Thierry Henry işte karşımızda oynuyor" derdiniz. 1975'te bir futbolcuya futbol sahası dışında rastlamanın kendisi bilhassa tuhaf bir olay olurdu.

Bugünün futbolunda takımlar arasında çok az fark var. Hepsi büyük şirketler haline geldi. Bir şirketi diğerine tercih etme durumunda olmak son derece aptalca geliyor: Sony'ye karşı Macintosh'u desteklemek gibi..."

Bir+Bir, Sayı 7, Ekim 2010
Çeviri: Alican TAYLA

11 Ekim 2010 Pazartesi

Arkayv Arkayv Arkayv


Konser haberini aldığım gün Archive dinlemeyeli ne kadar uzun süre olduğunu fark ettim. Doğrusu Archive'ı "Noise" albümleriyle sevmiş, daha sonra geri sarıp "You All Look the Same to Me" güzelliğiyle de tanışmış bir adam olarak "Controlling Crowds" albümlerinin turnesi kapsamında bir Archive konseri değildi 17-18 yaşlarındayken hayal ettiğim. Zira "Lights" sonrasında yeniden köklerine dönüş anlamında geldikleri yere doğru bir adım atan bu güzel insanlar, kadroyu da genişletip bir gruptan ziyade kolektif haline gelmeleriyle radarımdan çıkmışlardı. Yine de kalbimin bir köşesinde denize nazır yerlerini koruduklarındandır ki, genelde 'bu konser için fazla' gibi tepkiler alan bilet fiyatlarını görmem de beni engellemedi.

Ön grubun Post Dial olması da beni konser alanına erkenden getiren bir unsurdu elbette, uzun zamandır dinlememiştim. Sonra kısa süre zarfı içerisinde iki kez dinleyerek yeniden sıkılma noktasına geldim. Kendileriyle böyle çalkantılı bir ilişkimiz var, ama Post Dial ismini hangi organizasyonda görsem "Güzel seçim" diye yapıştırırım. (Şair burada şimdi çok uzaklarda olan İsmail Özkısaoğlu'na sesleniyor.) Uzun lafın kısası, bir İBB tribünü kadar seyirci toplayamamış olmaları beni üzdü. Biraz da yaşadıkları teknik problem onları zorladı. Belki kalabalığın yavaş yavaş toplandığı final anlarına saklansa daha isabetli olabilecek "Get It" konser başında murdar edilmiş gibi oldu. Bu da bir olumsuzluk olarak sayılabilir. Kaç hafta geçti, net hatırlamıyorum açıkçası...

Archive geldiğinde ise tamamen başka bir boyut kazandı konser. "Controlling Crowds" ile başlayan -iyi anlamda- curcuna, favori albümlerimden biri olan "Lights" parçası olmasından mütevellit daha bir kulak kesildiğim "Sane" ile maksimum noktalarından birini gördü. Açıkçası yolculukları boyunca farklı janrlar arasında gezinmeleri ve son albümün turnesi kapsamında olan bir konserde dahi tüm dinleyicisini kucaklamak adına her dönemlerinden çalmaya gayret etmeleri nedeniyle ideal bir konser olamadı. Ama istedikleri buysa herkesi mutlu ettiler, her şarkının da hakkını verecek ölçüde çatır çatır çaldılar. En son The Cranberries ile bıraktığım Maçka Küçükçiftlikpark da gözümde tekrar 'iyi bir konser alanı' statüsüne yükseldi. Ama burada kalmaları için oraya her hafta Archive getirmeleri gerekebilir. Geçen hafta Yunanistan'da, hatta genel olarak turne boyunca hiç yapmadıkları bir şeyi yaptılar ve hem 18 dakikalık kemiksiz "Lights", hem de "Again" çaldılar. Bitiriş de "Again" ile olunca, konser sonunda suratımızda "Bizi sevdiler de ondan" mealindeki ebleh bir sırıtışla kalakaldık. Konserin ve dört şarkılık bisin yoğunluğunu ölçmek için en doğru an, "Again" şoku atlatıldığında tuvaletlere hücum eden onlarca insanın yarattığı görüntüydü. "Az önce şarkılar farklı türlerden olduğu için kopukluklar oldu demiştin, ne biçim adamsın" diyebilirsiniz. Archive büyüklüğü başka bir büyüklüktür diye kontrhamleye geçerim, adamlar kolektifliğin dibine vurup sahneye piyanist şantör çıkarsa yine bırakamıyorsun. Bittiğinde senin şarkına geçmeleri ve pisuvarda dinlemek zorunda kalman ihtimali korkutucu ve aynı zamanda daha önce belirttiğim gibi her şeyi hakkını vererek çaldıklarından eksilmeyen bir takdirle izliyorsun sahneyi. Müziği sunanla içeri buyur eden arasındaki o aynanın kırıldığı anlardan biri oldu yani Archive konseri. Galiba hep de böyle oluyor... O yüzden yine gelsinler.

Fotoğraf: Erdal Mahir Cüran

10 Ekim 2010 Pazar

Rol Oyuncusu Diye Aldık, San Epifanio Çıktı



Unicaja Malaga yıllardır bir dolu vasat ya da son kullanma tarihi geçmiş Amerikalı getirdikten sonra, oyun kurucu koltuğu için doğru ismi bulmuş. Özellikle kadro derinliği hususunda yetersiz gözüküyorlar ve ilerleyen dönemde bu sıkıntı yaratabilir. Fakat geçen seneye göre daha derli toplu bir takım oldukları açık. Terrell McIntyre kenardayken 10-12 dakika katkı verebilecek bir back-up bulacaklarını umuyorum bunları söylerken.

Yine de Tiago Splitter'ın ayrılışından sonra tam olarak yaraları kabuk bağlamamış gözüken Caja Laboral'i yenerlerken, şovu çalan isim Fernando San Emeterio oldu. Milli takımda ismi hiçbir zaman diğerleri kadar parlak tınlamadığı için fazlaca göz ardı edildiğinden dem vuruyordu 26 yaşındaki oyuncu. Hem onun, hem de Victor Claver'in rotasyonda Alex Mumbru'nun önünde olabileceğini düşünüyordum ben de... Geride bıraktığımız Euroleague sezonunu izleyen herkesde benimle hemfikirdi zaten sanırım. Dün de tüm o açıklamalarının altına imzayı attı. Yukarıdaki videoda görecekleriniz tatmin etmezse resmi siteden maçın tekrarını izleyebiliyorsunuz sanırım.

Lektion 1: Die Integration


Dün gece eve döndükten sonra "Yenilsen de Yensen de" programının tekrarına rastladım, tanıdık bir simayı görünce de kanalı değiştirmedim. Fakat stüdyodaki tribünün Mesut Özil hadisesine yaklaşımı, sağ üstteki Iron Maiden tişörtlü elemanın "Mesut'u ıslıklayan ikinci jenerasyon, eve gidince çocuklarını da yuhalamış olabilir" esprisi dışında bana çok değerli gelmedi. (O espriye konu olan durumun da ancak çok az sayıda evde söz konusu olduğunu düşünüyorum, birazdan geleceğim zaten. Ama en azından komikti ve bir gerçeklik payı vardı.) Özellikle ilk söz alan katılımcı, hayli süslü kelimelerine rağmen bence temel bir konuyu gözden kaçırıyordu. Söylediğine göre Mesut'un golüne sevinmişti, çünkü Angela Merkel Dünya Kupası'nda olduğu gibi bir Türk'ün golünü alkışlamak durumunda kalıyordu ve bu ona içten içe dayanılmaz bir acı veriyordu. Mesut'un golüne sevinmişti, çünkü o gol tribündeki görmezden gelinen Türk nüfusunu tekrar gündeme taşıyordu. Oysa ki o kalabalık Mesut'un golüne sevinmek şöyle dursun, maç boyunca Mesut'u ıslıklamayı tercih ediyordu. Dolayısıyla Merkel de entegrasyonunu sağlıklı biçimde tamamlamış ve Alman toplumunun bir parçası olmuş ideal bir göçmen için çırpıyordu ellerini. Yani tribünde meşale yakan, Alman milli marşını ıslıklayan, entegrasyon sürecinde henüz çok az mesafe katetmiş 'vandal' Türkler için değil. Bu ayrımı yaptığımızda Merkel'in Mesut'u alkışlarken herhangi bir feragatta bulunduğunu çıkarsamak benim açımdan pek mümkün değil.

Ben de maç öncesinde bana sorulduğunda "Öyle bir durum olsa sevinmem herhalde, neden sevineyim ki" falan diyordum. Gerçekten de gol anında sevinmedim ama özellikle maç içerisinde hasıl olan ıslıklamalar nedeniyle, son düdük çaldığında öyle bir golün atılmasının çok isabetli olduğunu düşündüm. Sevindim yani bir anlamda...


Entegrasyon meselesi çok katmanlı bir mesele, fakat İstanbul Lisesi'nde dil kitaplarının daha ilk ünitesinde ele alınan bu konuya buradaki ve oradaki Türk nüfusunun bakışı çok doğru değil. Entegrasyon pratikte mutlaka tavizler içerecektir, fakat bunun tamamen bir 'vazgeçiş' şeklinde seyredip seyretmemesi de bireyin kontrolündedir temelde. Yani sağlıklı bir şekilde entegre olmuşken, eş zamanlı olarak kültürünü yaşamayı da sürdürmen bir ütopyadan ibaret değil. Özellikle İslam dininin Almanya'da hakim olan dine oranla sosyal hayatı daha fazla etkileyen vecibelerinin bir zorluk yarattığı ortada. Fakat bu zorluğun tezahürü ile ilk karşılaşmada 'ben oynamıyorum' demek de biraz kolaycılık gibi geliyor. Almanya'daki Türk azınlığın, şu anda entegrasyon sürecinde en az yol almış kitlelerden biri olmasında bu zihniyetin payı büyük. Elbette Sırp ya da Yunan halkın din kaynaklı sorunları minimize olmuş durumda. Aynı zamanda Türkler'in nicel olarak çok daha büyük bir populasyon olması, Alman toplumunun dinamikleri içerisine girmeden kendi komünitesiyle mutlu olma gibi bir opsiyon da sunuyor Türk azınlığa. Bunları da göz ardı etmemeliyiz, fakat asıl sorunun 'entegrasyon' mefhumuyla barışık olunmamasının altında yattığını da görmeliyiz.

İşte bu yüzden, cuma akşamı tribünlerden yükselen ıslık önemli. Hemen her majör sosyolojik olayda en kilit jenerasyonun üçüncü jenerasyon olduğu söylenir. Bahse konu olan büyük çaplı bir göç ya da Almanya örneğinden devam edecek olursak III. Reich gibi özel bir dönem olabilir. Orada da "Täter-Generation" olarak adlandırılan soykırımda aktif olarak rol alıp almamasından bağımsız olarak o dönemi yaşayan ve sürece yaparak ya da göz yumarak dahil olan birinci jenerasyonun, bu ağır sorumluluğun üstesinden gelmesi beklenmedi. Kendi annelerini veya babalarını yargılamak gibi yine ağır bir sorumluluğun hakkını vermeye çalışan ikinci jenerasyon için de şüphesiz ki bu kolay bir iş değildi. Fakat birinci jenerasyon artık yavaş yavaş sallanan sandalyelerine oturup, sosyal hayatta faktör olmaktan çıktığında oyuna giren üçüncü jenerasyon bunu atlatmalıydı.


Bugün birinci nesil göçmen ailelerin yaşadığı tüm diskriminasyona rağmen, o günleri atlatmış Alman toplumuna katılımı beklenen mevcut jenerasyonun futbol sahasına çıkan bir başarılı entegrasyon örneğine verdiği bu tepki entegrasyon sürecinin başarı düzeyini özetlemektedir. Burada özne olan Alman hükümetiyle, göçmen politikasının ana nesnesi olan Türk halkı arasında sorumluluğu paylaştıracak kadar ileriye gidemem, çünkü gereğinden fazla dışarıdayım. Ancak tüm alan araştırmalarının işaret ettiği, bu sancılı işleyen sürecin yakın zamanda büyük değişiklikler göstermeyeceği gerçeği... Alman hükümetinin yanlışları mutlaka olmuştur, Thilo Sarrazin gibi birçoklarının üst makamlarda görev aldığı da bir gerçektir. Ve kendisinin "Bir yabancı baş örtülü, Arnavut, Türk ya da Arap ise entegrasyonu mümkün değildir" şeklinde özetlenebilecek basmakalıp düşüncelerinin arkasına takılmış insanların Alman ulusunda azınlık olmadıkları da öyle. Fakat tüm bunları tekzip etmek yerine -gerçek anlamda- sokağa çıkmamayı, Türk mahallelerinde yaşayıp mümkünse orada iş bulmayı ve bürokratik ıvır zıvırlar dışında Almanca'yı hiç konuşmamayı tercih eden ve entegre olanları 'zayıf milliyetçilik' timsali gösterip stadyumda yuhalamayı doğru tepki olarak görenlerin kalesine atılmış bir golse Mesut'un golü, ben de ziyadesiyle mutlu oldum...

Bu arada bu tartışmayı Mesut örneği üzerinden geliştirmiş olsam da, kendisini sadece "başarılı biçimde entegre olmuş bir üçüncü jenerasyon" sembolü olarak kullandığımı belirtmeliyim. Bu böyle olmayabilir, zira Mesut'un yıllardır kendisi adına kararlar veren ve çok sevmediğimiz bir profesyonellik anlayışı olan babası olmasaydı Mesut duygusal bir karar verip köklerinin milli takımını seçebilirdi. Ya da Mesut futbolcu olarak bir kalibre daha aşağıda olsaydı ve babası da bunu görüp, onun hiçbir zaman Alman milli takımının as oyuncusu olamayacağına kanaat getirseydi Mesut bence yine Türk milli takımını seçebilirdi. Milli takım hadisesine tamamen profesyonel işlerinin bir parçası olarak bakanlar her zaman sinirimi bozmuştur. Son zamandaki "maddi-manevi" şebekliği de çok rahatsız etmiştir mesela beni. O yüzdendir ki Mesut'a öyle çok büyük bir sempati beslemiyorum. Fakat gerçekten de "Kendimi Alman gibi hissediyorum ve o yüzden burada oynamayı seçtim" açıklamaları babası tarafından yazılmış kelimeler değilse ve samimi bir arka planı varsa kendisine saygım büyük olur. O zaman da bir başka Almanya-Türkiye maçının arefesinde aynı soruya muhatap olursam yanıtım farklı olabilir. Fakat özellikle Bremen-Schalke geçişinde Özil ailesinin yaptıkları bu şekilde bakmama engel ve bunu milli takım olgusunu profesyonelliğin bir parçası olarak tanımlayan zihniyetin verdiği bir kariyer kararı olarak görüyorum. Mesut hakkında daha fazla şey okursam ve kafamdaki imajı değişirse ne olur bilemem...


Not: Mesut Özil, Fatih Akın ya da Nazan Eckes değilseniz entegrasyon biraz daha zor, onu biliyorum elbette... Tekrarlıyorum ki, Mesut sadece bir sembol ve aslında o sembol olmak için en doğru kişi olmadığını düşündüğümü son paragrafta açtım.

6 Ekim 2010 Çarşamba

FYI, Akatlar'da Maç Oldu


Dün akşam Deutsche Bank Skyliners maçı için Akatlar'daydık, salonun ismiyle halen pek barışık değilim... Burak Bıyıktay'ın çok büyük hayranlarından olmadığım sır değil ama saha içindeki marazlara gelene kadar bayağı bir yol katetmeniz gerekiyor konu Beşiktaş Cola Turka ise. Yine de biz o yolu görmezden gelelim, golü yiyerek tehlikeyi savuşturmayı tercih edelim.

Geçen sene pota altında gamsız yapısı ve eşleşmelerinin çoğunda rakibe oranla ağır kalması nedeniyle, hücumdaki üst düzey yeteneklerine rağmen savunmada bir kara delikten öteye gitmeyen Lonny Baxter'ın varlığında bir savunma takımı olmak pek mümkün görünmüyordu. Her ne kadar kanatlarda hem Muratcan Güler, hem de Brad Newley savunmada yetenekleri kadar iş disiplinleriyle de önemli birer silah olsa da ancak münferit bir değer sağlayabiliyorlardı. Bu sene takıma dahil edilen Vanderbilt mezunu Andrew Ogilvy de bulabileceğiniz en sert oyuncu sayılmaz, hatta oyununun zayıflıklarını sayarsak en yukarıya yazılır lateral çabukluğunun yetersizliği ve savunma bilgisi eksikliği. Fakat karakter de devreye girdiğinde, seneye daha yüksek profilli bir lige kapağı atma ve daha iyi kontratlar kapma peşindeki Avustralyalı'nın Baxter sonrası ileri yönde bir adım olacağını düşünüyorum.

Gelin görün ki, eldeki malzemeden bağımsız olarak bir Bıyıktay takımı olarak savunma karakteri gösterme ihtimaliniz pek yok. Yumuşak savunma yapıları, niteliksiz hücumlar Bıyıktay'ın "mutlu oyuncular, mutlu basketbol" düsturuyla açıkladığı fazla iyimser basketbol bakışının default olarak getirdiği görüntüler.


Mire Chatman söylenene göre yazı pek iyi değerlendirmemiş ve takıma oldukça geç katılmış. Şu sıralardaki oyununun üstüne koyup geçen seneleri hatırlatacak performanslar vermesi kuvvetle muhtemel. Michal Ignerski dört senedir ACB'de forma giyiyor ve ev sahibi oldukları Eurobasket '09 performansından bihaber olanlar için bunu söylemek bile yeterli olacaktır. Fakat kesinlikle Newley kadar komplike bir oyuncu değil. Üstün fiziğine rağmen savunmada esaslı bir faktör değil ve hücumu da dış şut odaklı daha ziyade. Newley gibi değerleri bulduktan sonra elde tutmak için çok az şey yapıyoruz, bu sır değil ve yavaş yavaş kanıksadık da. Fakat Newley örneği özelinde gidersek, gerçekten mide bulandırıcı bir hal almıştı oyuncu-kulüp ilişkisi. Tık! Zaten bu anlamda üçüncü dünya ülkelerine yakışır o seviyemizi Şeref Yalçın'ın Haluk Yıldırım merkezli açıklamalarıyla bir kez daha açık etmiştik. Tüm bunlar seyircinin -ve oyuncunun da- aidiyet hissetmesini namümkün kılıyor. O yüzden isterlerse Allen Iverson'ı değil Kobe Bryant'ı getirsinler, değişen hiçbir şey olmayacak benim nazarımda.

Dün birisi kenardan geldi, diğeri de tribündeydi ama Bekir Yarangüme ve Serhat Çetin iyi transferler. Cüneyt Erden ve üçlüklerinin Akatlar sakinlerindeki hatıratı Damir Mrsic gücündedir neredeyse. (30 Nisan 2004 vs. Darüşşafaka, 10 Nisan 2008 vs. Galatasaray Cafe Crown) Özellikle parantezdeki ikinci maçta gelen o üçlüğün hançer etkisi birçoklarında hala bakidir. Bunu en azından bu sezon yaşamayacağını bilmek güzel duygu.

Yıllardır genç yetenek diye yutturulmaya çalışılan Arın Soğancıoğlu'dan sonra 1992 doğumlu Murat Kutlu'yu izlemek güzeldi. Gerçi babasının kim olduğunu bilmiyorum, temkinli yaklaşmakta fayda var.


Frankfurt ekibi için maçın başında söylediğim sözü alıntılamak uygun olacak: "Anlaşılan Deutsche Bank para musluklarını kapamış." Geçen sene play-off ilk turunda önemli bir sürpriz gerçekleştiren takımı sırtlayan oyunculardan Aubrey Reese ve Seth Doliboa zaten ülkemize transfer oldu. Temel taşlardan bir diğeri olan Derrick Allen'ı ise ALBA Berlin kaptı. İlk maçtaki büyük size dezavantajlarını gidermek adına yaptıkları iki uzun transferini geçen haftaya yetiştirebilselerdi eşleşmenin seyri büyük oranda değişebilirdi. Ancak geçen sene Kepez Belediyesi'nde izlediğimiz Brad Buckman oyuna girdiği gibi faulleri sıralayıp ikinci yarı sahaya pek adımını atamadı ve Kanada milli Jermaine Bucknor da takıma adaptasyonunu sağlamak için daha fazla zamana ihtiyacı olduğunu gösterdi. Buna rağmen verilen 15 hücum reboundu ve üçüncü çeyrekteki rezalet alan savunmasında Finlandiya'dan transfer Ajene Moye'den yenen basit basketlerle az daha tur tehlikeye gidiyordu. Ama Murat Didin'in halefi olan Finlandiya vatandaşı Kanadalı basketbol adamı Gordon Herbert'ın işi çok kolay olmayacak. (Evet Kanada ve Finlandiya dedim, çok matah bir scouting işlemiyor gibi Deutsche Bank Skyliners cephesinde.)

28 Eylül 2010 Salı

NBA Türkiye 2010/9


Eylül sayısını halen tam anlamıyla okuyabilmiş değilim, galiba bir kısmını okumak için hiç zamanım olmayacak da. Çıkış tarihi şampiyonanın ikinci gününe denk geldiği için ön inceleme sayısını okumaya pek gerek duymadım ama Ümit Avcı, Anıl Aksaç, Çağlar Torun üçlüsünden oluşan bir yazar ekibi olduğuna göre güzel bir iş çıkmış olsa gerek... Ekte Selçuk Ernak'ın ilgi çekici bir yazısı da yer buldu. Çin milli takımıyla Bob Donewald'un asistanlarından biri olarak Ankara'ya gelen Ernak, kendi deneyimleri üzerinden Çin gibi çok eskiye dayanan bir basketbol kültüründen yoksun bir ülkenin bile bizim için örnek teşkil edebilecek bazı anlayışlar geliştirdiğini vurgulamış. Dergi piyasada hala bulunabiliyor mudur emin değilim, ama okumaya değer bir yazı.

Sedat Koç'un ölü sezonu fırsat bilip, yarının da ötesine geçebilecek takımları sıraladığı yazısını okudum. Bir de Yiğiter Uluğ'un 1986 Dünya Basketbol Şampiyonası ile ilgili yazdıklarını attım hafızaya. Şampiyona süresince basketbola doygun günler geçirdikten sonra bütün basketbol neşriyatından geri çekmiştim kendimi, tatilin son ayında Georges Perec ve Thomas Bernhard külliyatına daldım. Yoksa Eylül sayısının diğerlerine göre düşük kalitede olmasıyla ilintili bir durum yok. Belki öyledir, bilemem tabi... First Five bölümünde Cem Pekdoğru ve Şansal Kulabaş imzasıyla çıkan yazılar da Anıl-Çağlar ikilisine ait bu arada, Şansal'ın Cem Çağal'ı tanıdığı bir paralel evren fazlasıyla fantastik olurdu zaten.


Ekim sayısının kapağı da NBA kulislerine düşmüş. First Five bölümü için evladım Russell Westbrook hakkında bir profil yardırdım ama onu kırpmadan tek sayfaya sığdırmak zor iş olabilir. Şampiyona yazıları ağırlıkta galiba. Son transfer Nick "Yabancı Damat" Gibson da heyecan verici. Bu sayı için gönderdiği yazıyı okudum, iki sene içinde Avrupa'nın büyük dergilerine satmış oluruz...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Fenerbahçe 1-1 Beşiktaş


Beşiktaş çok uzun zamandır olmadığı kadar net favori olarak çıkıyordu Şükrü Saraçoğlu Stadı'na. Buna karşılık Christoph Daum ile başlayan dönemden itibaren tecrübe ettiğimiz üzere Fenerbahçe kader maçlarında genellikle başarılı olan, derbileri de yüksek yüzdeyle kaybetmeyen (genellikle kazanan) bir kimliğe bürünmüştü. Bu açıdan bakıldığında Fenerbahçe'nin ligde bu sezon ilk kez taraftarı önüne çıktığı derbiye farklı bir motivasyonla hazırlanıp Avrupa yorgunu Beşiktaş'tan puan ya da puanlar alması muhtemeldi. Bunun için de Daum ile başlayıp Zico, Luis Aragones ve ardından yeniden Daum ile devam eden dönemde derbilerde uygulanan kontrollü futbol anlayışı galibiyetin anahtarıydı. Velhasıl Aykut Kocaman da seleflerinin yolunu izleyen bir diziliş ve oyun anlayışıyla sahaya sürmüştü takımını.


Bernd Schuster dersine iyi çalışmış. İlk 11'e Necip yerine Aurelio, Hilbert/Holosko yerine ise Nihat'ı monte ederek, Guus Hiddink ile benzer şekilde üst düzey futbol oynamış ve derbi baskısını kaldırabilecek tecrübeli oyuncuları tercih etmiş. Bunların yanında üzerlerine baskı yapıldığı taktirde topları oyuna gelişigüzel sokan ve genellikle bu topları kaybeden Lugano/Bilica ikilisi üzerine baskı yapmak için de Bobo yerine Nobre'yi oyuna sürmüş. Bu plan doğrultusunda maç sonunda sahanın en çok mesafe kat eden oyuncusu Nobre idi. Nihayetinde oyun tam da Schuster'in istediği şekilde başladı.

Fenerbahçe savunması, Beşiktaş oyuncularının yer yer iki hatta üç kişiyle baskı yaparak pasla çıkışa izin vermediği bölümde topları Emre ve Alex ile buluşturamadı, ya uzun oynayıp kaybettiler ya da kaptırdılar. Beşiktaş önce İsmail'in kapıp taşıdığı pozisyonda ofsayttaki Quaresma'nın direkte patlayan vuruşuyla, ardından Guti'nin ara pasında Nobre'nin Volkan ile çarpışıp Volkan'ı sakatladığı pozisyonlarda gole yaklaştı. Beşiktaş adına işler iyi giderken Nihat, üst üste iki basit pozisyonda yaptığı pas hatalarıyla Fenerbahçe'nin nefes almasına fırsat vererek Beşiktaş'ın momentumu kaybetmesine sebep oldu. Ekrem'in sakatlanmasıyla Beşiktaş 10 kişi oynamaya başlayıp önde baskı yapamayınca Fenerbahçe rahat top çevirip yüklenmeye, beklerini çıkartmaya başladı. Ekrem'in oyuna dönmesine rağmen rüzgarı arkasına alan Fenerbahçe, yarattığı ilk tehlikede Santos'un ortasında Hakan'ın elinden kaçırdığı topta Niang ile golü buldu.

Nihat'ın kaybettiği toplar ile dengelenen, Ekrem'in sakatlığından doğan boşlukta Fenerbahçe yönüne kayan oyun dominasyonu golün ardından tamamen Fenerbahçe'ye geçti. Beşiktaş'ta savunma dengesi, Ekrem'in sakatlığı sonrası yerine hayatında belki de ilk kez sağ bek oynayan Üzülmez girince, bir de Hakan'ın sakatlanıp yerini Cenk'e bırakmasıyla tamamen bozuldu. Konsantrasyonu dağılan Beşiktaş oyuncuları top kaybetmeye, kaybettikleri toplara bilinçli baskı yapamamaya başladılar. Aurelio savunmanın içine gömüldü, orta alanda Emre ve Alex rahat top kullanmaya başladılar. Hal böyle olunca Gönül, Niang, Dia ve en nihayetinde Alex net pozisyonlar buldular fakat değerlendiremediler. İlk yarının bitiş düdüğü birkaç dakika daha gecikse Beşiktaş'ın ikinci golü kalesinde görmesi işten bile değildi -ki bu gol Fenerbahçe için galibiyetten öte farkın müjdecisi olacaktı.

İkinci yarı başlarken tek değişiklik hakkı kalan Schuster'in sahaya sürdüğü sistemi revize etmekten başka şansı yoktu. Buna karşılık Kocaman'ın iyi giden maçta takımın 20. dakika sonrası oyunu hakimiyet altına alan orta sahasını sakatlanan Emre yerine Özer'i oyuna alarak bozması, bütün dengeleri Beşiktaş yönünde değiştirdi. Özer sağ kanada, Mehmet ise Emre'nin yerine ortaya geçti. Selçuk/Mehmet ikilisi Ernst/Aurelio destekli Guti karşısında yeterli baskıyı kuramadı. Beşiktaş orta sahası Fenerbahçe'nin göbeğini iyice geriye itip orta sahaya kadar çıkan savunmasının da katılımıyla rahat top çevirmeye başlayınca Quaresma solda etkinliğini arttırdı.


Beşiktaş soldan Quaresma'nın bireysel çabaları ve İsmail'in bindirmeleriyle pozisyon kovaladı fakat bu ataklar geriye yaslanan sistemde yıldızlaşan Bilica/Lugano ikilisi ve iyice içeri gömülen Fenerbahçe orta sahasının etkin savunmasıyla karşılanarak etkisiz hale getirildi. Nobre'nin kalabalık savunma arasında kaybolması, Nihat'ın fayda sağlamaktan çok zarar vermesi üzerine kalan tek oyuncu değişikliği hakkını Aurelio yerine Bobo'yu oyuna alarak kullanan Schuster 4-4-2'ye döndü. Bobo'yu önde, Nobre'yi biraz daha arkasında konumlandırıp soldan Quaresma sağdan Nihat ortadan da Guti'nin paslarıyla sonuca gitmeye çalıştı. Kocaman bu hamleye Aurelio'nun çıkmasıyla Ernst'in sırtına binen Beşiktaş orta sahasına üstünlük kurmak amacıyla Alex yerine Baroni'yi alarak cevap verdi. Son düzlüğe girilirken maç boyu kayıpları oynayan Nihat, yalancı koşusuyla Fenerbahçe savunmasının dengesini bozdu, Guti'nin pasıyla topla buluşan Bobo, Volkan tarafından indirildi. Sonrası maç bitene kadar orta saha mücadelesi.

İlk yarıda art arda gelen sakatlıklar, dağılan konsantrasyon ve değişen yapıyla savunma dengesinin bozulduğu dönem göz ardı edilirse Beşiktaş'ın Schuster'in kafasındaki sistemle oynadığı dönemde Fenerbahçe'ye verdiği sadece iki pozisyon var. Beşiktaş adına üst düzey bir takım ve Gönül, Dia, Niang gibi güçlü sprinti olan oyunculara karşı verilmiş başarılı bir sınav olarak kayda geçer.


Schuster yönetiminde duran toptan atılan gol sayısı şimdiden geçmiş sezonlarda ulaşılan sayıları aşmış olabilir. Nobre sadece duran toplardan bulduğu gollerle ligde, geçen seneki gol sayısını üçe katladı. Beşiktaş'ın ikinci yarı girdiği bütün net pozisyonlar bilinçli duran top organizasyonları ile geldiler. Toraman'ın ikinci yarının hemen başında kale önünde vuramadığı kafa, Quaresma'nın art arda ceza yayı üzerinden kornerlere vurduğu voleler belli ki çalışılan pozisyonlardı.

Beşiktaş, ilk dört haftada İzmir Atatürk, Karabük Dr. Necmettin Şeyhoğlu ve iki İnönü zemininin ardından ilk defa ligin 5. haftasında düzgün bir zeminde futbol oynama şansı yakaladı. Guti'nin bu kadar ön plana çıkması ve %60 topla oynama istatistiği gelecek haftalarda düzelecek İnönü zemini ile daha bir umutla bakmayı sağlıyor.

Deplasmanda, kalecinin hediye golü ve sakatlıklar sebebiyle bozulan oyun planına rağmen alınan 1 puan Beşiktaş için kar hanesine yazılır.

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...