31 Ocak 2010 Pazar

#16


- What was different tonight Mr. Federer?
- Ball.

Fotoğraf falan eklemeyi Cem'e bırakıyorum.

29 Ocak 2010 Cuma

Anket Durumları #6 - All-Snub Team


All-Star öncesi kendi takımlarını oluşturmak, bunları gerekçelendirerek yazıya aktarmak her zaman zevkli bir iş olarak gelmiştir bana. Bu işi de genelde heyecanın doruk noktasına ulaştığı son geceye bırakmayı tercih ederim. Geçen sene beklenen TNT yayınına 2-3 saat kala seçilen isimlerin Adrian Wojnarowski tarafından basına sızdırılması heyecanıma biraz limon sıkmıştı. Bu sefer daha da ileri giderek heyecanı tamamen öldürdüler, tabi ilgiyi TNT yayınından kendi üzerlerine çekmeyi başardıklarını da eklemeliyiz. Dallas'a coachların seçimi olarak gidecek isimler şu şekilde belirlendi:

EAST:
Joe JOHNSON, Rajon RONDO, Derrick ROSE, Chris BOSH, Paul PIERCE, Gerald WALLACE, Al HORFORD

WEST:
Chris PAUL, Brandon ROY, Deron WILLIAMS, Kevin DURANT, Dirk NOWITZKI, Zach RANDOLPH, Pau GASOL

Şimdi müsaadenizle dışarıda kalan isimlerden bazılarına saygı duruşunda bulunmak istiyorum... Hatta bir 'All-Snub Team' kurmak da bunun iyi yollarından biri olabilir...

SHEED'S LIST:


G - Chauncey BILLUPS (Denver Nuggets):

Bir süredir batıdaki guardlar arasındaki All-Star rekabeti görülmeye değer gerçekten... Diğer yakada bu sezonki performansıyla -son dönemde toparlanmasına rağmen- beni tatmin etmekten uzak olan Derrick Rose'un seçimine bile söyleyecek fazla sözümüz yok. Koltuklardan birini de Allen Iverson'ın seyirci kontenjanından kaptığını düşünürsek, bu pozisyonda maçta da terazinin batı tarafının ağır basacağını öngörebiliriz. Yeni neslin en iyi iki guardı CP3 ve D-Will bu konferansta iken, Chauncey Billups'ın işi önümüzdeki yıllarda da hayli zor olacak. Ben All-Star oylamasında rakamlara pek bakmam, geçen sene takip edenler de bilecektir bu yaklaşımımı. Zira eğer bakmış olsaydım buraya Monta Ellis'i koymamam mümkün olmazdı. 26 sayı, 5.6 asist, 2.2 top çalma ile oynayan bir adamdan bahsediyoruz ki sakatlıklardan en çok etkilenen kadrolardan olan Warriors için sakatlık sonrası sezonunda büyük bir özveriyle -biraz da coachunun Don Nelson olmasının etkileri tabi- maç başına 42 dakika sahada kalıyor. Bu ortalamayı daha güvenilir kılmak için Warriors'ın sıkça karşılaştığı blowout mağlubiyetleri sol sütundan temizleyebilir ve çıkan sonuca siz de şaşırabilirsiniz. Alelade bir pre-season maçında Anthony Morrow'u 48 dakika boyunca kenara çekmemiş bir coach bahse konu olan... Hatta 2 gün ve daha fazla aradan sonra oynanan maçlarda Monta'nin sayı ortalaması 28 seviyesine fırlıyor. Buna rağmen Monta'nin 28 sayı, 6 asist ve 2 top çalmayla çıktığı herhangi bir maçı izlerseniz, o takımın şartlarında bunun vadettiği kadar etkileyici olmadığını göreceksiniz. All-Star adayları arasında adının geçmesi, geçirenler için talihsiz oldu sadece...

Adamımıza geri dönersek... Geçen sezon bu dönemlerde Iverson-Billups takasının gerçek etkileri tüm lig tarafından dehşetle izlenirken Billups'ın ne kadar büyük oyuncu olduğu herkes tarafından dillendirilmekteydi. Aslında bu sezon da durum pek farklı değil... İstatistikler Monta seviyesinde değil, 19 sayı etkileyici olmaktan uzak fakat takım sakatlıklar nedeniyle zaman zaman tökezlese de halen konferans finalinde Lakers'a rakip olmak için en büyük aday bana kalırsa. Takımı ödüllendirme işini abartmamak gerektiğini düşünenlerdenim, buraya daha sonra da değineceğim. Fakat büyük resme baktığımda Deron Williams daha önceki sezonlarda All-Star olabilseydi bugün açıklanan isim Big Shot olacaktı, inancım bu yönde. Deron ligin üzerine titrediği yıldızlardan biri ve ne yazık ki o klasik 'iyi oynuyor ama daha zamanı var' saçmalığı yüzünden genç kariyerinin en iyi sezonlarında bu organizasyonun dışında bırakıldı. Dışarıda bırakanlar günah çıkarmalıydı ve yöneldikleri isim en kolay hedef olarak bir veteran oldu elbette... Hem de bir önceki play-off performansları coachlar için ciddi tercih sebebi olurken yaşandı bu dışarıda bırakılma.


G - Tyreke EVANS (Sacramento Kings):

Yukarıda kaldığım yerden devam edeyim. Gerçekten NBA'de günden güne anlamsızlaşan birtakım tabular var. Bu tabular LeBron James gibi bir adamı o felaket Cleveland takımındaki saygı duyulacak galibiyet-mağlubiyet derecesiyle yakaladığı insan üstü istatistiklerle All-Star dışında bıraktı. Anlamak bazen güç olabiliyor gerçekten. Sorsan aynı adama bugünkü All-Star seçimleri arasında Brook Lopez'e bile yer verebilir... Normalde bu pozisyon için adayım Mo Williams olacaktı... Geçtiğimiz yıllarda takım başarısına gereğinden fazla anlam yükleyen coachların Cavs, Celtics'in 5 maç önündeyken şu andaki dengesiz tabloya izin vereceğini pek olası görmüyordum. Dallas'a Cleveland sadece 1 oyuncu gönderirken, Garnett-Rondo-Pierce üçlüsüne bu payeyi biçmek hakikaten ilginç olmuş. Pozisyonlardan bağımsız bakacak olursak -ki wild card muhabbeti buna izin veriyor- Mo'nun performansının Paul Pierce'ın üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Belki Mo'nun sakatlığı ve seçilse de orada olamayacağının bilinmesi bu tercihe itmiştir. Bir de lig için marka değeri Pierce'ın yanına bile yaklaşamayacak bir at hırsızından bahsediyoruz...

Ty Evans'ın bugünkü Kings yapısında etkin olmasını bekliyordum ve Kevin Martin'in sakatlığının da yardımcı olacağını tahmin etmek güç değildi. Fakat böylesine bir etki göreceğimi de hayal edemiyordum. Evans takımın direksiyonunu tamamen eline vermekten çekinebileceğiniz bir combo guard görünümündeydi. O yapıdaki oyuncuları bilirsiniz, oyun zekası ve karar alma yeteneği bir 1 numara için yetersiz olduğundan undersized kalmalarını göze alarak 2 numarada oynatırsınız. Tabi sezon ilerledikçe ve takımda roller Paul Westphal tarafından başarılı bir şekilde belirlenmeye başladıkça Evans takımı da kendisiyle birlikte ileri götürebilecek bir herif olabileceğini herkese kanıtladı. 20-5-5 istatistiklerle Garcia-Martin ikilisinden yoksun ve rotasyonunda Jon Brockman ve Ime Udoka'ya ciddi görevler düşen bir Kings takımına 16 galibiyet aldıran, Aralık ayında neredeyse play-off resmi içine sokan bir adamın adını bile anmıyorsanız, çaylak olmasından başka şeyler söylemelisiniz... Batıdaki kaliteli guard bolluğu ortada, fakat Evans doğuda olsaydı da aynı bakıştan mağdur olacağını kestirmek güç değil.

Bir de TNT ekibinin salt Rockets beklenenden iyi bir sezon geçiriyor diye sadece kapasitelerinin üzerinde oynayan iyi oyunculardan All-Star yaratma çabası geliyor ki akla... Charles Barkley tamam, adam "Rockets sezonu konferansın dibinde bitirmezse ben bir şey bilmiyorum" dedikten sonra beşeğin kıçını öpmemek için bir şeyler yapmalıydı da Chris Webber'ın Carl Landry seçimi? Carl Landry'nin All-Star olduğu bir dünyaya çocuk getirmek istemem.

Kısa bir snooker arası... Stephen Maguire frame alınca tepkisiz kalamadım.

Kısa bir ara dedik, üç gün geçti. John Higgins'e selam ederek yazıyı nihayetlendirmeye koyuluyorum...


F - Josh SMITH (Atlanta Hawks):

Bu sezon izlediğimiz Josh Smith lig tarihindeki en yararlı 15-8 oyuncusu olabilir. İstatistiklerine çok üstünkörü bakacak olursanız, yanılıp "Bu mudur All-Star diye önümüze koyduğun" deme ihtimaliniz mevcut. O istatistikleri gerçek anlamda okuyabilmeniz için sizi herhangi bir Hawks maçını izlemeye davet ediyorum yakın zamanda. Bu seneye kadar hiçbir zaman favori oyuncularımdan biri olmadı Smith. Belki atletizmiyle çok fazla ön plana çıkan oyuncuların geneline olan yaklaşımımdan yara aldı bu ilişki, fakat bundan ibaret değildi kesinlikle. Sahada yaptığı sorgulanabilir tercihler birçok kez Mike Woodson ile basına da yansıyan çatışmalar yaşamasına sebep oldu. Örneğin bu adam oyununun parçası olabilecek düzeyde bir dış şutu olmadığını ancak altıncı sezonun başlangıcında kabul edebildi. Şimdi kariyer istatistiklerine bakıyorum da herif dışarıdan 27% ile oynamasına rağmen, 5 sezon boyunca tam tamına 471 üçlük denemiş. Bu sezonun geri kalanında sadece 3 üçlük kullanmış olması bile bir olgunluk göstergesidir. Kendini tanıma süreci fazlasıyla uzun soluklu oldu, bunu kabul ediyorum. Fakat geldiği noktanın farkına vardığımızda, bu adamın Dallas'a gitmemesi aramızda coach diye dolaşan adamların bir kısmının ciddi problemleri olduğunun göstergesidir.

Takımına zarar verdiği noktalarda oyununu törpüleyip, oyununun bireysel istatistiklere doğrudan yansımayan noktalarına büyük bir özveriyle tutunan bu adam benim geride kalan sezonda ön plana çıkan birkaç tane Yılın Savunmacısı adayımdan biri. İlk cümlede kendisini ligin en iyi 15-8 oyuncusu olarak takdim ederken bahsetmek istediğim de tam olarak buydu. Bu rakamları ligde All-Star kalibresinden uzak birçok uzun yapıyor. Fakat hiçbiri savunmada böyle bir efor gösteremiyor yahut 3 ve 4 numara pozisyonlarının her ikisinin de özelliklerini taşıyan Smith'in Atlanta'ya sağladığı çeşitliliği sunamıyor. 3.8 asist, 1.5 top çalma ve 2.2 blok ortalamaları göz ardı edilemeyecek kadar iyiler. Top kaybı ortalaması olan 2.2, bugünküne kıyasla ortalama 6 dakika az aldığı çaylak sezonunu hesaba katmazsak kariyerinin en iyi rakamı. Birçok kategoride olduğu gibi. TNT ekibinden birisi Jamal Crawford demişti de absürd bulmuştum fazlasıyla. Şimdi Atlanta'yı ödüllendirmek adına Al Horford'ın seçildiğini görünce ne diyeceğimi bilemiyorum. Sanırım ileride Webber-Barkley ikilisini bir takımın başında görmememiz için bir sebep yok.

Ama bu kararın nasıl geliştiği konusunda bazı düşüncelerim var. Atlanta'nın 65% üzerinde seyreden beklenmedik ölçüde başarısı ödüllendirilmek isteniyor. Burada herkesin Joe Johnson'dan sonra aklına gelecek ilk isim olan Smith, Wallace-Bosh-Pierce üçlüsü forvet pozisyonunu kapatınca kendisine yer bulamıyor ve Atlanta'yı ödüllendirme sevdalıları pivot pozisyonunda Andrew Bogut, Joakim Noah ve David Lee gibi bence All-Star için daha anlamlı performansları oyuncuların parlak olmayan kariyer çizgilerinden güç bularak kolaylıkla eleyebiliyor ve Horford'ı All-Star olarak görüyoruz... Pierce'ın oyununun yetersizliğinden zaten bahsettik ama Pierce bu saygıyı hak etmiş bir adam olarak coachların listeye yazdığı ilk isimlerden biri olabilir, çok fazla üzerinde durmayalım. Chris Bosh'ı pivot bölgesine kaydırıp Smith'e yer açmak, bugüne kadar birçok kez esenekliğini göstermiş bir organizasyon için çok zor bir görev değildi...

Nekst: Rudy Gay, Chris Kaman

Ball: A Dadaist Poem by Hedo Turkoglu


Sansürsensin: http://www.youtube.com/watch?v=b0wEnLxQWb8

28 Ocak 2010 Perşembe

In Heavy Rotation - Eylül 2009


1. Porcupine Tree - The Incident (2009)
Top 2: Octane Twisted, Time Flies

2. Manic Street Preachers - Journal For Plague Lovers (2009)
Top 2: All Is Vanity, Virginia State Epileptic Colony

3. Brainstorm - Four Shores (2006)
Top 2: Sunday Morning, Leavin' To L.A.

4. Wilco - Wilco (2007)
Top 2: Bull Black Nova, Country Disappeared

5. Alice In Chains - Black Gives Way To Blue (2009)
Top 2: Check My Brain, Last Of My Kind



6. Mando Diao - Give Me Fire (2009)
Top 2: Blue Lining White Trenchcoat, Dance With Somebody

7. Conor Oberst And The Mystic Valley Band - Outer South (2009)
Top 2: Big Black Nothing, White Shoes

8. Simon & Garfunkel - Parsley, Sage, Rosemary And Thyme (1966)
Top 2: Homeward Bound, The Big Bright Green Pleasure Machine

9. Ebony Bones - Bone Of My Bones (2009)
Top 2: Bone Of My Bones, Story Of St.ockwell

10. The Stooges - The Weirdness (2007)
Top 2: She Took My Money, Greedy Awful People

Resmen 4 ay öncenin nostaljisini yaptık. Hayır, bir de nerede bıraktıysam pek bereketli bir dönem olmamış liste yapmak için. Porcupine Tree kafası farklı bir kafadır, onların albümü bir şekilde sızdığında Last.FM de doğruluyor ki diğer albümlere pek pas vermemişiz. Sadece Richey Edwards'a saygı duruşu anlamında özel olan yeni Manic Street Preachers albümü biraz ilgi görmüş... O yüzden listeyi dolduranlar da genelde albüm olarak pek takılmadığım fakat içlerinden bazı şarkılara vurulduklarım. Örneğin "Big Black Nothing" geride bıraktığımız yılın en iyilerinden benim için...

Let Gregory Alone!


Photo: ShamSports.com

Bertomeu Akıllı Ol - Top 16 Grupları #2


Şaka gibi bir grup babalar bu G Grubu, dün de bu olay canımı sıktığı için yazıyı ortada kesmiş ve dünün yarınına bırakmıştım. Onu bıraktıktan sonra site için bir Efes Pilsen yazısına oturdum, yine beni hafakanlar bastı ve ilk paragraftan sonra sağlığımı ön planda tutmaya karar verdim, özellikle de kafa sağlığımı. CSKA Moskva grubun ağababası, fakat onlar da eski havalarında değiller açık biçimde... Onlar da tıpkı grubun ikinci torba takımı gibi güzel bir sezon ortası eklemesi yaptılar. Sasha Kaun ve Eurobasket 2009'un balonlarından Dmitri Sokolov ile yürümeyeceği belliydi. Bir diğer şişirilmekte olan arkadaş Ivan Radenovic de ilk fırsatta geri gönderildi zaten. Böyle bir pota altına Matjaz Smodis'ten yana beklentiler içerisine girmektense, Pops Mensah-Bonsu gibi güzel bir ismi eklemek aklıselim gerektiriyordu. Bu yüzden ayakları çabuk tek bir uzun bulundurmayan Efes Pilsen James Gist'le falan uğraşırken Ruslar oldu bu transferi bitiren. Mensah-Bonsu sezon öncesinde baş altı takımlardan biri olarak göreceğimizi tahmin ettiğim CSKA'yı kura şansının da yardımıyla Paris'e götürecek tamamlayıcı parça olabilir. Holden-Planinic guard ikilisi pek istikrarlı performans vermiyorlar son iki yılda, fakat yine de büyük maçlarda ikisinden averaj bir katkı geleceği aşikar. Ramunas Siskauskas, Trajan Langdon ve bugünkü maç da gösterdi ki Viktor Khryapa yine takımı sırtına alacak isimler olmaya namzet. Fakat Pops hakikaten güzel ekleme...


Unicaja Malaga'da Juan Dixon'ı gayet iyi bulduk. Maçı birlikte takip ettiğim sevgili Kubilay Kahveci son çeyrekteki birkaç sakarlığı sonrasında geçmişin 17 numaralı seçiminin o ana kadar yaptığı her şeyi sıfırladığını düşünse de cefakar Malaga halkının (Dario Silva unutulmamalı) o bölgede normal sezon boyu Taquan Dean'e sabrettiğini bilen bendeniz için gayet tatminkar bir performanstı NBA eskisinin dün ortaya koyduğu. Pooh Jeter ve Shammond Williams ile kaybedilen zamanlardan sonra Omar Cook'un arkasına getirilen Zabian Dowdell da doğru seçim gibi gözüküyor... En azından Shamu'nun aksine Avrupa basketbolundaki rolünün farkında olan ve bunu kabul etmiş, haddini bilerek takımı yönlendiren bir oyun kurucu. Yetenekleri sizi ilk görüşte çarpmıyor ama bir Jeter'ın savunma konsantrasyonuna bakıyorum, bir de bugün Dowdell'ın sahaya koyduğuna. Her zaman Dowdell olur benim tercihim... Jeter-Williams ikilisinin sunacağı hız, penetre kabiliyeti, skora gidebilme gibi spesifikasyonlar da yakın zamanda sakatlığı atlatması beklenen Joseph Gomis'de bulunabilir gayet... Yarın bir Asseco Prokom-Zalgiris maçı izleyeceğiz, adeta gruplardan kalma bir akşam olacak Polonya'da. Zalgiris'in kadro kalitesi ve derinliği, Prokom'un da genel olarak sahaya koyduğu şey Top 16 kalibresinden uzak geliyor bana... Prokom gibi her şeyini birkaç Amerikalı'nın performansına bağlayan takımlar olmuştu geçmişte de, hatta Prokom daha önce de bu formülle başarıya gitmeyi defaatle denedi. Daniel Ewing, Ronnie Burrell, Junior Harrington gibi Amerikan basketbolunu belli bir süredir takip eden sıradan insanlara tanıdık gelecek isimler barındırıyor Prokom kadrosu. Bu isimlerin kendilerini Euroleague seviyesinde test ettikleri ilk adresleri ise Gdynia oluyor. Fakat günün sonunda iş yine David Logan ve Qyntel Woods ikilisinin sahaya koyduklarına kalıyor. Az önce bahsettiğim Amerikan basketbolu takipçilerine sorduğunuzda teyit alacağınız bir şey varsa, o da bu iki oyuncunun eline bakmanın o taraflarda iyi bir şey olarak kabul görmeyeceğidir. Martynas Pocius, Dainius Salenga ve Tadas Klimavicius hep yörenin yetenekli çocukları, 6 maç daha izlemek güzel olacaktır kendilerini. Mario Delas'ı bir gün bir yerde izlemeye başlayacağız, Oktay da hakkında birçok yazı yazmıştı altyapı etiketi altında ki gerçekten beklentilerin üzerinde çok yoğunlaştığı bir velet. Marcus Brown geldiği zaman hava çok soğuk falan değilse, her zaman özel seyircisi olarak Abdi İpekçi'de olurum. Yani Zalgiris'in burada olmasından şikayetçi olacak son insanlardan biriyim belki de. Ama hepsi de birarada olmasın birader. Birader-Meinhof...

Kötü grup ama bayağı da malzeme çıktı. Hatta CSKA-Unicaja maçı sırasında 2003 draftini eşelemiştik biraz, oraya da girsem hiç çıkamayacakmışım... Birinci turdan seçilip şu anda Avrupa'da para kazanan elemanların sayısı, ikinci tura düşüp NBA'de basbayağı rol oyuncusu olabilen elemanlardan daha fazla gibi gözüküyor.


H Grubu desen, burada da Caja Laboral'in takım kimyasını ne derece oturtabileceği önemli. Bunu yaparken çok süre kaybetmemeleri de gerekiyor. Taquan Dean iyi bir başlangıç noktası değil, yapbozda birçok eksik veya doğruluğu sorgulanabilir parça varken daha iyi ince ayarlar yapılabilirdi bu geçiş döneminde... Walter Herrmann'ın rolü ne olacak? Eliyahu-Teletovic ikilisi hücumda tamamen dışa dönük oynarken, içerideki Brezilyalı yeterli hakimiyeti kurabilecek mi? Onun yokluğunda kalan süreleri Stanko Barac'ın uzun süreli sakatlığında kim işler hale getirecek? Carl English gibi istikrarsız bir dış skorerin varken en az onun kadar istikrarsız ve kesinlikle daha başına buyruk yeni bir Amerikalı getirmek neden? (Bu arada kendisi Olympiakos maçı öncesinde gayet kendini bilen açıklamalar yapıp bir ters köşe durumu yaratmış, takıma savunma özellikleri için alındığından dem vuruyor resmi sitede.) Huertas-Ribas-Singletary üçlüsü tek tek bakıldığında ifade ettikleri anlamı, takım o pozisyonda bir lidere ihtiyaç duyduğunda yine karşılayabilecekler mi? Vitoria temsilcisi için kritik sorular bence bunlar ve bu soruların cevabı sadece Caja Laboral'in değil grubun da haritasını çizecektir. Cibona'nın 1 galibiyetin üzerini görmesi gruptaki diğer takımların ayıbı olur benim nazarımda. Caja Laboral sorulara doğru cevaplar verirse istikrarsız ve takım olmaktan uzak görünen Olympiakos'u altına alabilir. Ancak dediğim gibi bu kısa transfer döneminde yararlı parçalar alamayıp sınavdan önceki son geceye bıraktılar her şeyi. Büyük oranda sınav günü psikolojisine kaldı iş ve soruların altı "optimizasyon", "sürdürülebilir gelişim", "misyon-vizyon" gibi kelimelerle doldurulursa BC Khimki'nin affı olmaz. Çok seviyorum o takımın yapısını da, iyi yatırım yaptılar tabi. Bununla birlikte coachları sevdiğim bir herif oldu her zaman. Keith Langford gibi kontrol edilmesi çok kolay olmayan bir Amerikalı guarddan alabileceği verimin maksimumunu alıyor. Raul-Cabezas ikilisini guarda yazdıysan sezon boyu rahat edeceğin çok belli de Javtokas-Mozgov ikilisinin günleri birbirini tutmuyor pek... Kelly McCarty her geçen gün takdirimi kazanıyor, bu zamana kadar nerelerdeydin sen?

Bir yazı da bu cümleyle bitmemeli ama hayatta böyle şeyler oluyor...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Onu da Okuyacaksın, Onu da Bileceksin



Marc STEIN (ESPN)
EAST:
Rajon RONDO - Joe JOHNSON
Gerald WALLACE - Josh SMITH
Chris BOSH
Paul PIERCE - David LEE

WEST:
Brandon ROY - Chris PAUL
Dirk NOWITZKI - Kevin DURANT
Zach RANDOLPH
Chauncey BILLUPS - Pau GASOL

Charles BARKLEY (TNT)
EAST:
Rajon RONDO - Joe JOHNSON
Chris BOSH - Gerald WALLACE
David LEE
Ray ALLEN - Joakim NOAH

WEST:
Brandon ROY - Deron WILLIAMS
Kevin DURANT - Dirk NOWITZKI
Chris KAMAN
Aaron BROOKS - Zach RANDOLPH

Kenny SMITH (TNT)
EAST:
Joe JOHNSON - Mo WILLIAMS
Paul PIERCE- Gerald WALLACE
Chris BOSH
Rajon RONDO - David LEE

WEST:
Chris PAUL - Brandon ROY
Kevin DURANT - Dirk NOWITZKI
Pau GASOL
Aaron BROOKS - Deron WILLIAMS


Chris WEBBER (TNT)
EAST:
Rajon RONDO - Mo WILLIAMS
Gerald WALLACE - Paul PIERCE
Chris BOSH
Jamal CRAWFORD - Shaquille O'NEAL

WEST:
Chris PAUL - Brandon ROY
Kevin DURANT - Dirk NOWITZKI
Chris KAMAN
Zach RANDOLPH - Carl LANDRY

Chris Webber mı, Hakan Ünsal mı anlamadık... Gerçi geçen sezon biz de Mike Bibby'yi All-Star yapmışız. İşte kanıtları:

Sizin İçin Seçtiklerimiz #1
Sizin İçin Seçtiklerimiz #2
Sizin İçin Seçtiklerimiz #3

Bu sene tek bir yazıda halledeceğiz her şey yolunda giderse. Doğuş Arun'a selam, yola devam...

Bertomeu Akıllı Ol - Top 16 Grupları #1


Son sözümüzü başlıkta kullandık, aslında Jordi Bertomeu'nun yapacağı pek bir şey de yok... Şikayetimizin sebebi Euroleague Top 16 gruplarında ortaya çıkan ağır dengesizlik. İlk tur gruplarında karşı karşıya gelen takımların yollarının bu kadar kısa süre içerisinde bir kez daha kesişmesi istenmiyor. Mantığını çözebilmiş değilim... İlk tur sırasında grupta işini sağlama almış takımların son maçlarda farklı hesaplar içine girmesi engellenmek isteniyor olabilir. Fakat ileriyi düşünmek, mutlaka hemen bir sonraki kademeyi düşünmek anlamına gelmeyebilir. Zaten eğer bu takım böyle bir maça çıkmadan önce karar verici psikolojisine girecekse, yarışmadan güçlü olan tarafı elemek her zaman o takımın işine gelecektir. Böyle aslında pek de fayda getirmeyen ve kura olayının esprisinin ortadan kalkmasına yol açan düzenlemeler yumurtlayacağına, Top 16 dışında kalan takımların yıldızlarının üzerine akbaba gibi üşüşen büyük takımlar için bir çözüm bulmalı sevgili Bertomeu.

Kura öncesinde tek soru işareti, Maccabi Tel Aviv-Efes Pilsen ikilisinin mümkün olan iki gruptan hangisine gideceğiydi. Yani klasik anlamda bir kuradan söz edemiyoruz işin doğrusu. Sevinen tarafın Partizan-Maroussi ikilisini gruplarına buyur eden Barcelona-Panathinaikos ikilisi olduğunu tahmin edebiliriz. Fakirle zengin arasında diğer gruplarda olmayan geniş bir uçurum oluştu E Grubu'nda ve Maroussi'nin o uçurumun kenarındaki takım olup kaçınılmaz sonunu beklediğini söyleyebiliriz daha maçlar başlamadan. Maroussi'nin buraya gelişi başlı başına bir Cinderella hikayesiydi ve kimsenin onların yüksek bütçeli Lottomatica Roma'yı safdışı bırakmasını öngördüğünü sanmıyorum. Fakat bu özel duruma rağmen, bugünkü durumlarının Partizan'dan çok da farklı olduğunu söyleyemeyiz. Barcelona açık biçimde grup maçlarının ortaya çıkardığı favori iken, grubun ikinci torbadan gelen takımı da son şampiyon ve dolayısıyla doğal favori olan Panathinaikos. Montepaschi Siena'yı kendi evinde dahi küçük durumlara düşürebilen ve gruptaki en yakın rakibiyle oynadığı iki maçta ortalama 17 sayı fark yapan bu takımı son şampiyonun alt etmesi bile kolay değilken, Partizan ve Maroussi'nin bu beklenti içine girmeleri fazlasıyla iyimserlik olur.


Maroussi'nin bu gruptaki tek misyonu Zeljko Obradovic'e kolay bir deplasman sunmak olacakmış gibi gözüküyor. Partizan ise gruptan çıkması için Panathinaikos'u en az bir maçta yenmesi gerektiğinin farkında. 2008'de PAO'yu son maçta Pionir Arena'da mağlup ederek, Final-Eight kapısını rakipleri için kapamalarının üzerinden çok fazla zaman geçmedi. Fakat Partizan için zamanın biraz daha hızlı işlediğini söylemek yanlış olmaz. Aynı zamanda o günlerde Nikola Pekovic'in takımdaki ağırlığının bir benzerine bugünkü takımda sahip olan Aleks Maric, yarın Panathinaikos karşısında takımını sakatlığı nedeniyle yalnız bırakacak. Bu aşamada fikstürün de Dusko Vujosevic'e yardımcı olmadığı açık... Panathinaikos o günden bu yana sürekli güçlendi ve Mike Batiste'in yokluğunda gelen Marcus Haislip katkısı çok yerinde gözüküyor. Grup aşamasında eksikliği hissedilen Dimitris Diamantidis de sahaya indi. Üstüne üstlük bu sefer Pekovic yeşil formayı giyiyor. Partizan'a ve Vujosevic'e saygılarımızı sunuyoruz, fakat bu sene çok iyi top oynamasa da Panathinaikos'un bu kadro derinliğiyle bu grupta Barcelona dışında bir tehdit görmesi mümkün değil. Hatta Euroleague'in tamamında bir ikinci takımdan bahsedebilmek kolay değil.

İşte burada baş gösteren çarpıklık, F Grubu'nun yapısını görünce daha büyük boyutlara ulaşıyor. Bu gruptaki Real Madrid ve Montepaschi Siena, muhtemelen yukarıdaki gruptaki ikiliyle birlikte Euroleague'in en büyük beş güç merkezinden dördü anlamına geliyor. Fakat oluşan bu gruplar, bu dört süper güçten sadece ikisinin Final-Four biletini alacağına işaret ediyor. Grubu dörtleyen takımlardan yukarıda bahsetmiştik. Maccabi Tel Aviv, Maciej Lampe'den istediği katkıyı alamadıktan sonra kendisiyle yollarını ayırmıştı. Yerine bir ekleme yapmak için çabalıyorlardı, fakat bugüne kadar bu yönde bir imzanın haberini okumadım. The Magic Lamp sahada o kadar isteksiz ve yeteneklerine ihanet eder bir görüntüdeydi ki veteran David Bluthenthal'in sezon başında çok da hesapta olmayan katkısını tercih eder duruma gelmiş Pini Gershon. Kısıtlı dakikalar bulan Yaniv Green'i dışarıda tutarsak Stephane Lasme ve D'or Fischer ile iyi bir pota altı potansiyeli var takımın halen. Fakat Lasme ile 'istikrar' kelimesini yan yana getirmek her zaman zor olmuştur. Efes Pilsen bu ligin en 'underachiever' takımlarından biri. Aynı zamanda gruplardan çıkmayı en az hak edeni de... Bu konuda batug.com için bir yazı yazacağım Real Madrid maçında ilk izlenimleri aldıktan sonra. Aslında Top 16 öncesinde yayınlama niyetindeydim, fakat gelmeyen 4 numara transferini beklerken maç günü gelip çatmış. Çok acayip şeyler olmazsa gruptan çıkabileceğini sanmıyorum Efes Pilsen'in. Alınacak 2 galibiyet kulübün çizgisine leke sürmeyecek bir tablo oluşması adına anlamlı olacaktır. Daha fazlasını hedeflemek de şu an için kimsenin işine yaramayacak. Yine de maçları takip edecek, en kötü döneminde de olsa ülkeye bu heyecanı getirebilen takıma vefa örneği göstereceğiz. Diğer tarafta sürekli ortaya konan 2010 hedefiyle günlük başarısızlıklarına göz yumduğumuz bir takımın çöküşünü seyrettik biliyorsunuz. Sanıyorum ki hedeflenen bu değildi...


Real Madrid henüz Ettore Messina'nın oyun alanı görünümünden öteye gidemedi. Marko Jaric yeni bir oyuncak, çok da parıltılı bir oyuncak. Fakat sahaya yansıması bu ölçüde pozitif olacak mı, bu sorunun cevabını alana kadar birkaç maça daha ihtiyacımız olacak. Açıkçası şu anda grubun en sağlam takımı olarak, ilk aşamada Barcelona'nın altında kalmış olması çok da fazla anlam ifade edemeyen Montepaschi Siena gibi görünüyor. 2003-04 sezonunda Siena'dan gelen Ergin Ataman sonrası güç kaybetmesi beklenen bir takım, ilk tur gruplarını 7-7 gibi bir dereceyle dördüncü sırada tamamladıktan sonra Benetton Treviso, Barcelona ve Panathinaikos ile bir Top 16 grubu oluşturuyordu. Buraya kadar durumun çok da altı çizilir bir yanı yok. Fakat son maçta OAKA'da alınan galibiyet sonucu gelen Final-Four başarısının da pek bir açıklaması yok. O gün Carlo Recalcati'nin asistanı olan Simone Pianigiani çoğu otoritenin inancına göre aslında o takımın gerçek coachuydu. Bugün Bootsy Thornton Euroleague resmi sitesi için yazdığı blog yazısında bu başarıyı bir motivasyon unsuru olarak kullanabiliyor. Fakat Bootsy'nin unuttuğu bir şey var ki bizim öyle bir asistan coachumuz yok... Gerçi Emir Alkaş'ın basketbol bilgisine güvenirim geçmişten beri, fakat Pianigiani etkinliğinde olmasına izin vermeyecek bir egonun altında çalıştığı da açık.

G ve H gruplarına daha sonra bakalım. NBA TV'de Orkun Çolakoğlu-Kaan Kural ikilisi Milwaukee maçı anlatıyorlar ve "Yalnız Skiles Ersan'ı kenarda unuttu" adlı hiç bitmeyen şarkıyı dinlemeyeceğimden çok eminim. Hakeza İsmail Şenol'un yorumcu koltuklarından birinde Engin Atsür varken, sahada da Tar Heels-Wolfpack rekabeti var. If you can't go to college, go to State!

Blogu da aksatıyoruz ama hayatı aksatmaktan iyidir...

26 Ocak 2010 Salı

Justine Time!


Sabırsız davranıp şu espriyi zamanı gelmeden yaptığım ve çarçur ettiğim için çok pişmanım. Tenis denen sporun, bayanlar icra ederken de ne kadar lezzetli farklılıklar sunabileceğini bana gösteren ilk isimden yani Justine Henin'dan da bir özür dilemem gerekiyor sanırım. Fakat US Open sırasında Kim Clijsters'a olan desteğimi bir sadakatsizlik emsali olarak görmeyeceğinden eminim. Zira yıllarca Henin-Clijsters finallerinin yolunu gözleyen bir nesil, uzun bir süre boyunca Williams Kardeşler'in tamamen güce dayalı tenisini ve birtakım Sovyet orijinli hatunların yine estetikten hayli uzak oyunlarını 'world-class tennis' diye karşısında buldu. Güzel günler değildi... Bayan basketbolu gibi bir şeydi izlediğimiz. Sadece kötü bir taklidiydi erkeklerin yaptığının. Oysa ki bu oyunun kadınlar oynadığında daha da güzelleşebildiğini tecrübe etmiştik birçok kez.


Dış görünüşle dalga geçmemeyi anneannemin bu konuda savurduğu, şimdi bakınca bir psikopatın ağzından çıkmış gibi gelen tehditlerden sonra prensip edinmişimdir. Fakat şu kadarını söyleyeyim, bir erkek Amelie Mauresmo'yu kortlarda gördüğü günleri özleyebiliyorsa görüntü gerçekten çok vahim boyutlara ulaşmıştır... Ya da o erkek çok başka bir erkektir, kendisiyle arkadaşlığınızı bir kez daha gözden geçirin. Mauresmo'yu özlediğim günler oldu.


Bugün sonunda Umut Sarıkaya üstadın üzerinden ne kadar geçerse geçsin güldürebilen o karikatürünü en doğru zamanda hatırladık. Juju'yu Elena Dementieva önünde izleyemedim. Fakat Dementieva da yukarıda bahsettiğim o Ruslar arasında sempatimi kazanabilen ender tenisçilerdendir. Bu yüzden onun da mental yapısı hakkında birçok gözlem yapma olanağı buldum. Yıllardır en formda hissettiği dönemlerde, en ağır favori olarak geldiği turnuvalarda bile onu şampiyonluktan alıkoyan kırılgan psikolojisi, burada seribaşı olmayan fakat 1 numaralı ilgi odağı olan Henin'ı ikinci turda çekmeyi kaldıramamıştır muhtemelen. O gün de Henin'ın beklenenden iyi göründüğünü fakat özellikle servislerinde büyük sıkıntı yaşadığını duyduk zira sonradan. File önünde fark yaratmış gibi gözüküyor Belçikalı. Alisa Kleybanova'ya ilk seti verdikten sonra yaptığı geri dönüş onu dördüncü tura taşırken, Clijsters-Henin ikilisinin yokluğunda Belçika'nın en büyük umudu olmuş Yanina Wickmayer geliyordu kuradan. Wickmayer son Amerika Açık'ta yaptığı yarı finalle dikkatleri üzerine çeken, burada da 12 numaralı seribaşı Flavia Pennetta'yı yenerken yükselişini sürdüreceğine dair ipuçları veren çok sağlam bir genç raket. 1989 doğumlu Yanina'nın gençlik dönemlerinde tenis kariyerinde ilerlerken kimlerden ilham aldığı ortada. Böylesine bir çıkışın üzerine Belçika tenisinin fenomenlerinden birine toslaması kendisi adına büyük bir şanssızlıktı. Fakat bu kızın da ileride çok fazla ses getireceği ortada, belki de bizim gibi tenisseverleri yeni onyılda kurtaracak isim de yine Belçika topraklarından biri olacak...


Wickmayer karşısında ilk seti tie-break ile alırken, A sınıfı oyunundan çok uzak bir Henin vardı. Bunun üzerine 6-1 verdiği ikinci set sonrası salonda da soğuk rüzgarlar esmeye başladı. Seti kazanan Belçikalı bir genç kızdı, fakat korttaki Belçika bayraklı seyircilere bakıp bunu söylemek mümkün değildi. Herkes Juju'nun geri dönüşünü bekliyordu ve Clijsters'ın Amerika'da yaptıkları büyük bir umut kaynağıydı. Final setini 6-3 alıp yoluna devam eden Henin oluyordu.


Az önce tamamlanan maçta ise 19 numaralı seribaşı Nadia Petrova vardı karşısında... Benim için Henin sonrası dönemdeki tatsız tenise güzel bir metafordu Petrova. İlk sette yarı finali hak eden bir oyuncu yoktu açıkçası sahada. Basit hatalar, düşük ilk servis oranı ve sıradanlıktan sıyrılamayan Henin vuruşları... Buna rağmen tie-break söz konusu olduğu zaman, Petrova'yla daha önceki maçlarında 12-2 gibi büyük bir üstünlüğü elinde bulunduran Henin'ın daha kendinden emin görünmesi sürpriz olmadı. Zaten onu böyle büyük bir aradan sonra ve çeşitli sakatlık etkileriyle geldiği bir Grand Slam turnuvasında buraya ulaştıran en önemli nokta o büyük özgüvendi. İkinci sette daha iyi görünen Petrova üst üste iki servisini kırıp 3-0 öne fırladığında da o özgüven kendini belli ediyordu. Aynı şekilde rakibinin iki servisini kırarak cevap verdi Justine... Petrova yine de direnecek gibi görünüyordu, fakat maçın son iki oyununu kapsayan 10 dakikalık bir sekansta öyle bir Henin izliyorduk ki turda bu oyunun karşısında durabilecek bir tenisçi olduğundan şüphe duyuyorum. Varsa da o ismin Petrova olmadığından eminim.


Juju çeyrek finalde gerektiği zamanda, sırtını duvarda hissettiği her anda cebinden o sihirli oyununu çıkarmayı bildi. O büyük özgüveninin altında yatan da tam olarak bu. Eurosport için hazırladığı programın ismi şimdi daha anlamlı. Yarı finalde Maria Kirilenko-Jie Zheng mücadelesinin galibiyle eşleşecek Henin. Makiri bizim için bayanlar tenisinde sahada oyuna dair izlenecek bir şey bulamadığımızda en azından en ilkel dürtülerimize hizmet ettiğinden sempati duyduğumuz çok güzel bir abladır. Fakat Henin karşısında bir şansı olur mu, bilmiyorum. Bu Henin karşısında bir şansı olur mu, hiç sanmıyorum. Finalde Serena'yı tokatlamacasına o zaman...


Gerçi Zheng de ilk seti 6-1 aldıktan sonra, ikinci sete servis kırarak başladı. Maç Makiri'nin elinden kayıp giderken, Çinliler'in çeyrek finale iki tenisçi sokmakla yetinmeyebileceğini ekleyelim. Kısmet...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kupa Beyi Selby


Güzide okulum final haftasında çeşitli antikalıklarıyla başıma binbir türlü bela açarken kendimi bir gün fotokopi savaşlarında koşuştururken, bir başka gün AutoCAD sınavında çöp adam çizip eğitim sistemine çok büyük hakaret etmiş gibi gözükmeye çalışırken yakalıyorum. Bu süreçte takdir edersiniz ki blogun varlığını tamamen unuttuğum zamanlar oluyor. Ama bugün değil... Biraz snookerdan bahsetmek istiyorum ve bunu 140 karakterlik parçalara ayırarak yapma eğilimim takipçilerimden çok iyi tepkiler almadı...


Bir sıralama turnuvası olmayan, fakat kesinlikle takvimin en prestijli turnuvalarından olan Masters, Wembley'de pokerstars.com sponsorluğunda başladı. Katılımın davet üzerinden gerçekleştiği bu turnuvada Wembley -turnuvanın adının da vadettiği üzere- oyunun ustalarına ev sahipliği yapıyor. Oyuncuların bu ustalıklarını bugüne kadar ne derecede gösterdikleri tartışılabilir. Hele bugünün ilk çeyrek final mücadelesinde Ryan Day ve Stephen Maguire bizlere öyle kötü bir snooker izletti, pot başarı yüzdesi o kadar aşağılara düştü ki biraz temel bilgi takviyesiyle bundan daha iyisini yapabilecek kadar bilardo oynayan arkadaşlarım olduğuna yemin edebilirim. Özellikle Day, bu turnuvanın çeyrek finalde gördüğü en kötü bireysel performansa imza atmış olabilir. Bunu ilk turda Joe Perry'yi frame vermeden safdışı bıraktıktan sonra yapınca Perry hakkında endişeye kapılıyorsunuz ister istemez. Gerçi o gün Day'in de performansının çok üst düzeyde olmadığını, sorunun adeta maça gelmeyen Perry'de olduğunu okuduk bazı yazarlardan ama... Yine de utanç verici bir maçtı Masters tarihi için bana kalırsa bugün izlemeye çalıştığımız. Eurosport Türkiye ekranlarında maçı renklendiren Emre Yazıcıol ve Emre Özcan ikilisine geçmiş olsun demek gelir en fazla elimizden de.


Oyun kalitesini bir tarafa koyarsak, özellikle sporu yönetenlerin uzun bir süreden sonra değişmesinin ve dart sporuna yaptığı katkılarla büyük övgü toplayan Barry Hearn'ün kontrolü eline almasının snooker için büyük bir şans olduğu düşüncesinin ilk somut geri dönüşlerini aldık bu turnuvada... Bunu UK Championship ya da The Crucible gibi daha geleneksel ve ağır başlı turnuvalara taşımak ne kadar mümkündür, onu çok da bilmiyorum fakat Masters boyunca oyuncular sunulurken kendi seçtikleri bir müzik eşlik etti bu sunumlara. İlk gün Kasabian'dan "Underdog" tercih eden Mark Selby alkışlarımızı alırken, Ding Junhui ve sıradanlığı aşamayan "Eye of the Tiger" seçimi sonrası Çinli'ye bir mesafe koyduk ister istemez. Daha önceki bir yazımızda Hearn'ün sporun kendisi kadar, sunulma biçiminin de kitleleri peşine takmasında büyük pay sahibi olduğu yönündeki düşüncelerinden bahsetmiştik. Bu konuya çok kafa yorduğunun göstergeleri yavaş yavaş geliyor. Turnuva boyunca hakim olan alışılmadık sıcak havanın, olağandan fazla karşımıza çıkan oyuncu dialoglarının kredisini de Hearn'e verebiliriz diye düşünüyorum. Günün son maçını izleyenler ne dediğimi daha iyi anlayacaklardır.


Tamamen plansız bir biçimde yazdığım açık bu yazıda madem ki rüzgar bizi Allen-Selby kapışmasına sürüklemiş, oradan devam etmek uygun olacak. Bu maç üzerinden turnuvada geride bıraktığımız dönemde yaşananlara da değinelim... Şarkısını seçtiği Kasabian gibi Leicester çocuğu olan Mark Selby, bu turnuvanın gediklilerinden değil ama en başarılılarından. Açıkçası 'gedikli' kelimesini kullanmaya yönelik arzuma ket vuramadığımdandır önceki cümlenin uzaması da. Selby buraya sadece iki kez geldi fakat ikisinde de final oynamayı başardı. Masters performansıyla doğru orantılı bir kariyeri olduğu söylenemez, bu yüzden antrenman takvimini bir gözden geçirip sıralamada önem taşıyan diğer turnuvalara formunun zirvesinde girmeyi deneyebilir. İsabetli bir hareket de olur gibi gözüküyor fakat kendisi bu şekilde bir isim de yapmayı başardı diyebiliriz. Kupa Beyi Selby ilk turda da istim üstünde bir rakiple karşı karşıya geldi ve sıralamada üzerinde yer aldığı Ding karşısına bu gerçeğe rağmen tıpkı müziğinin söylediği gibi 'underdog' olarak çıktığını söyleyebiliriz. En azından benim için, sezonun ilk yarısını muhteşem geçiren ve özellikle UK Championship finali ile tavan yapan bir form yakalamış Ding önünde favori olmaktan uzaktı. Bunun üzerine 6-1 olarak şekillenen maç skoru sansasyonel olmaktan da öteydi. Diğer tarafta Mark Allen ise 2009 yılının en iyi maçlarından birkaçına imza attıktan sonra yeni yılda potansiyelini başarıya çevirmekte ısrarlıydı. Turnuva öncesinde pool oyuncusu olan bir arkadaşını kaybeden Allen'ın ekstra bir motivasyon kaynağı vardı. Geçen sene içerisinde iki büyük usta Ronnie O'Sullivan ve John Higgins'e karşı müthiş performanslar ortaya koyan ve The Crucible'ın altı çizilecek isimlerinden olan Allen, meydan okuyan karakteri ve oyun tarzıyla gözüme girmeyi de başarmıştı. Net biçimde bir favori belirleyemediğim bu sporda Jamie Cope sonrası ilk kez bir genç bu denli ışık vermişti bu anlamda. O yüzden maç öncesi saflarım belliydi.


Selby'nin kazandığı ilk üç frame Afrika Kupası nedeniyle güme gitti, fakat benim de ekran karşısına geçmemle oyuna yön veren isim olarak diğer Mark ön plana çıktı. Daha sonra oyunun kırılma anı Wembley'e kilometrelerce uzaklıkta yaşandı. Şöyle özetleyeyim bilmeyenler için: İnönü-Akatlar istikametinde türlü uğursuzluklarıyla nam salmış güzel bir arkadaşımız yeni tanıştığı bu oyunda Allen'ı desteklemeye karar verir ve olaylar gelişir. Şaka bir yana, Allen'ın yaptığı geri dönüş sonrası, önce spider kullanarak pot yapmaya çok yaklaştığı kırmızıyla kaybettiği frame, ardından da deciderda sol cebi kapatan siyah nedeniyle sıkışan masada re-rack kararına yaklaşılırken yaptığı cesur ama bir o kadar da gereksiz hamle bu denli istediği maçı kaybetmesine yol açtı. Bu arada Selby'nin inanılmaz şanslı bir pottan yardım aldığını da söylemeden geçmeyelim... Her ne kadar Kuzey İrlandalı çok iyi bir vuruşla bu şanslı vuruşun yarattığı tahribatı bir ölçüde azaltsa da oyunun kontrolü o noktada tamamen Selby'nin eline geçmişti.


Allen buna rağmen Masters'da da ilk turdaki Higgins galibiyetiyle hangi seviyede olduğunu bir kez daha gözler önüne sererek iz bıraktı. Son vuruşları yaparken çok zorlandığını belirttiği ve mental açıdan kendisi için bir hayli zor geçen o ilk tur maçında rekabetçi kişiliğinden taviz vermemesi birçok şeyi söylüyor bu genç adam hakkında. Hala verdiği kararların her zaman en iyisi olduğunu söyleyemeyiz. Karşısında o konuda adeta kendisinin antidotu görünümündeki Jester from Leicester'ı bulması da yardımcı olmamıştır fakat bugün kazanabileceği bir maçı kaybetmesinde verdiği birkaç yanlış kararın etkisi çok büyüktü... Bu arada bugün fark ettim de Allen'ın eski sevgilisi Reanne Evans -ki kendisi şu anda snooker oynayan en iyi kadın olarak kabul ediliyor- yanılmıyorsam bu sene ilk kez düzenlenen özel bir turnuva olan Six-Red World Championship'te Aralık ayı içerisinde Higgins'i yenmeyi başarmıştı. İkilinin bir de çocuğu var bu ilişkilerinden... Sanırım o da gelse Higgins'i yenebilir şu sıralar.


Yarı finalde ne olur? Ben turnuva başında O'Sullivan-Maguire finali öngörmüştüm. Bahis oynamadığım için böyle tahminlerim genelde havada kalırdı fakat bu sefer size kanıtlarıyla geldim. Türkiye'de daha önce bir örneğine rastlamadığım ve bu sebeple büyük bir şans olarak gördüğüm yeni kurulmuş bir blog var yaşamını sürdüren. Buradan ulaşabilirsiniz... Biraz gezinirseniz benim tahminlerimin o yönde olduğunu da göreceksiniz. Diğer yarı final adaylarımdan Shaun Murphy, ilk turda çok kaliteli bir maç sonrasında oyunun efsanelerinden Stephen Hendry'nin geri dönüşüne izin vermezken daha sonra bir başka eski günlerini arayan isme elenmekten kurtulamadı. Mark Williams, Roket'in karşısına çıkacak... Salı günü uğradığım The Irish Centre'da Neil Robertson'a karşı iki frame boyunca izleyebildiğim, çeyrek finalde de kendisine rakip olamayacağı çok ortada olan Peter Ebdon'ı rahat geçen O'Sullivan şu anda en iyi oyununu oynuyor turnuvanın bana kalırsa. İlk turda en az Hendry kadar şanssız bir isimdi zaten Robertson. Ryan Day'in elini kolunu sallayarak çeyrek finale yürüyebildiği bir ortamda bu adamların bu performanslarıyla resim dışında kalmaları fikstürün bir azizliği oldu kesinlikle... Bu andan sonra Williams'ın O'Sullivan'ı çok kötü bir gününde yakalamadığı takdirde finale çıkmasını uzak bir ihtimal olarak görüyorum. Diğer yarı final için artık favorim Maguire değil, fakat bugünkü pot yüzdesini çok yukarılara taşıyıp iyi bir rakip olacağını düşünüyorum Maguire'ın ve yarı finalin daha belirsiz tarafı olarak o eşleşmeyi görüyorum. Kazanan Maguire olursa, O'Sullivan televizyon kariyerinden yaptığı fedakarlığın karşılığını alacaktır. "Big Brother" evine katılması için aldığı teklifi bu turnuva için son anda geri çevirdi Ronnie. İngiliz basını da ona seçiminden dolayı yüklenmek için fırsat kolluyordu açıkçası. Fakat Ronnie, bu önemli fırsatı geri çevirerek bir anlamda götürücülük misyonunu üstlendiği bu sporun bu son derece prestijli turnuvasına katılmayı tercih etti. Ona yakışan klas bir davranıştı ve bunun ona olumlu bir şekilde geri dönmesini isterim. Zaten bir sporda bu ölçüde bir dominasyon kurup yine de antipatik olamayan üç adam sayarım yetiştiğim dönemlerden: Valentino Rossi, Ronnie O'Sullivan ve şu saatte hatırlayamadığım bir adam daha... Hem açık kapı olsun Michael Jordan, Lance Armstrong, Michael Schumacher ve Roger Federer taraftarlarına da...


Euroleague yazacağım finaller bittikten sonra. Avustralya Açık heyecanı da kapıda, izin verildiği müddetçe takip ederiz.

Olmadı Marsel...

9 Ocak 2010 Cumartesi

Africa Cup of Nations 2010 Part II


Derken Togo takım otobüsüne ateş açılmış, işler tatsız bir hal almış... Şimdi ben oturdum, yazı yazdım diye turnuva iptal edilir zaten. Togo'nun böyle yıpratıcı bir olay üzerine kolay kolay maça çıkabileceğine ihtimal vermiyorum öte yandan. Biz grup incelemelerine devam edelim, bu olayla ve Afrika'daki güvenlik endişeleriyle ilgili yazıyı da final dönemi sonrasına bırakalım.


C Grubu'nda bu kupadan müzesinde altı adet bulunduran ve aynı zamanda son iki turnuvanın da şampiyonu olarak Angola'ya gelen Mısır doğal favori. Fakat ülke futbolunun Cezayir'e kaybedilen Dünya Kupası biletinden sonra en güzel günlerini geçirmediği ortada. Tüm bu mental çöküntüye rağmen güzel futboldan ödün vermemesiyle bilinen bu takımın grubu tepede bitirmesi sürpriz olmaz. Orta sahada Mohamed Aboutreika ve Mohamed Barakat'tan yoksun olacak Mısır'da, geçen sezon bir anda ortaya çıkıp herkesin fantezi takımına giren Amr Zaki'nin hücum gücü de özlenecek. Mido da fiziken hazır olmadığı için Angola'da olmayacak. İş başa düşecek ve takım Ahmed Hassan ve Mohamed Zidan'dan gol bekleyecek gibi gözüküyor. Nijerya potansiyel olarak çok yukarıda görülmeyen bir jenerasyonla önemli bir işe imza atıp bir süredir uzak kaldığı Dünya Kupası tecrübesine geri dönüş yaptı. Forvet hattında birçok kariyerli isim olmasına karşın, takım çok kolay gol yiyor. Aslında Nijerya takımlarının süregelen bir problemi olmuştur savunma, fakat bu takım düşüncenin ötesinde oyuncu kalitesi bakımından da oldukça fakir... Obafemi Martins'in sakatlığı onu sahadan uzak tutacakmış gibi görünüyor. Yine de Yakubu Aiyegbeni, Chinedu Obasi, Peter Odemwingie, Victor Obinna ve hatta veteran Nwankwo Kanu ile Nijerya'nın en güçlü bölgesi forvet hattı olacak. Ülke futbolunun şu anda en değerli ismi olan John Obi Mikel de burada, olası partnerleri Dickson Etuhu ve Ayila Yussuf'un hücum odaklı futbolları düşünüldüğünde çok kritik bir misyon üstlenecek. Tunus'u yenerek buraya belki de en büyük sürprizle gelen Mozambik -nam-ı diğer Mambalar- Hollandalı hocadan futbol öğreniyorlar ve bunu göstermek için de fırsat kolluyorlar. Tarihlerinde sadece dördüncü kez bu seviyede futbol oynayacaklar. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi'nin iyi takımlarının kadrosunda bulunan üç oyuncu görmek ilginç, özellikle Panathinaikos forması giyen genç savunmacı Simao Mate Junior'dan dünya futbolu çok şey bekliyor ama gözler her zaman olduğu gibi Tico-Tico'da olacak. Oğuz Başkaya'ya selam... Benin ilk galibiyetini arayacak, Galatasaray taraftarının tanıyacağını tahmin ettiğim Razak Omotoyossi tek önemli gol silahı. Stephane Sessegnon güzel çocuktur, Paris Saint Germain'de formayı almasına sevinmiştim. Bir de Denizlispor oyuncusu var kadroda, tanımam etmem açıkçası.


D Grubu desen, Alain Giresse'in Gabon'un başında olduğunu öğrendim. Kamerun ve Tunus'a zorluk çıkarabilecek bir görüntüleri var mı, bilmiyorum. Fakat Dünya Kupası biletini son maçta Togo'ya yenilerek ellerinden kaçırdıklarını düşünürsek bunun için Zambiya'dan daha iyi bir aday gibi gözüküyorlar. Sivasspor'dan Bruno Zita buranın yerlisi, Daniel Cousin da en şöhretli ismi kadronun. İyi golcüdür de... 1992 doğumlu bir oyuncuları var, Marseille çoktan keşfetmiş kendisini. Belki biz de keşfederiz. Zambiya futbol geçmişi daha zengin olan bir ülke ve buraya gelmeye fazlasıyla alışkınlar. Kadroda ise Arminia Bielefeld'den tanıdığım Chris Katongo dışında pek bir numara görmedim, onun da çapı bellidir. Collins Mbesuma Bursaspor'a gelip dikiş tutturamamıştı, bir de Jacob Mulenga fena bir eleman değil sanırım. Bu üçlü çıkar, Gabon maçını alırsa şaşırmayız. Mozambik'e diş geçiremeyip Dünya Kupası dışında kalan Tunus da üzerinden kolay kolay atamayacağı bir şok dalgasının etkisinde geliyor Angola'ya. Humberto Coelho ve ekibi kovuldu ve yerli bir hocaya emanet edildi takım en azından bir süre için. Kadronun Avrupa'da en çok tanınan parçası Karim Haggui de bir komediye dönüşen Mönchengladbach maçında kendi kalesine attığı iki golden sonra yüksek bir moralle katılmamıştır kampa sanıyorum. Gerçi '6 yemiş Ike Shorunmu' gibi sırıtıyordu son pozisyonun ardından, bilemem... Laf Afrikalı kalecilere gelmişken, grup favorisi Kamerun'un en büyük avantajı yine Carlos Kameni olacak. Benim Jacques Songo'o ile birlikte üst düzeyde yadırgamadığım iki Afrika kalecisinden biri kendisi. Daha öncesini bilemem, bunlardan da iyi oldukları söylenen elemanlar yok değil. Samuel Eto'o Angola'da olacak, benim Toulouse yıllarından çok sevdiğim Achille Emana da önemli bir role soyunacak gibi duruyor. Jean Makoun ve Pierre Webo gibi isimler de gole yakın adamlar, en zengin forvet hatlarından birine sahip Kamerun. Ancak asıl izlenecek adam Nicolas N'Koulou bu takımda... Şu kadrodaki en parlak adamlar olan Eto'o-Kameni ikilisini ve Eric Djemba-Djemba'yı yetiştirmiş akademiden çıkmış ve yeni nesil bir Franco Baresi olarak adlandıracak kadar ileri gidenler var bu çocuk konusunda... Aynı akademiden çıkan bir başka isim Stephane Mbia da ümit beslenen yeteneklerden. Bir de Alexandre "Yeğen" Song var tabi, onu bolca izledik aslında...

Bugünkü olaylar hoş olmadı tabi ama güvenlik önlemlerinin tavan yapacağını tahmin ediyorum bunun üzerine. Yine de 2010 gibi önemli bir senede, gözler kara kıtanın üzerindeyken Angola'dan daha iyi bir tercih kullanılabilirdi diye düşünmüyor değilim.

Not: Son resimde müdahaleyi yapan adam Mark Kerr.

8 Ocak 2010 Cuma

Africa Cup of Nations 2010 Part I


2010 yılı Afrika futbolu için bir kilometre taşı olacaktır hiç kuşku yok ki. Bu yıl insanlar kara kıtanın futbol bienali olan Afrika Uluslar Kupası'nı ayrı bir ilgiyle takip edecektir... Jabulani'nin ilk kez görücüye çıkacağı, Angola örneği üzerinden Afrika'nın organizasyon yeteneğinin sınanacağı bir turnuva olacak. 1970 senesine kadar garanti bir bilet dahi elde edemedikleri futbolun 1 numaralı şampiyonasına ev sahipliği yapmak Afrika futbolunun özgüvenini olumlu yönde etkilemiş olacak ki, organizasyonun 2012 tarihlisi için de bu yıl olduğu gibi yeni ülkeler işin içine davet edilmişti. Bir sonraki turnuvayı Gabon ve Ekvator Ginesi ortaklaşa düzenleyecek.

Turnuvaya uluslar arası ilgiyi azaltacak tek olumsuzluk ise petrol zengini Angola'daki yüksek konaklama ücretleri olabilir. Tribünlerde çok fazla beyaz tenli göremeyeceğiz yani muhtemelen, neyse ki biz renk görmüyorduk... Başkent Luanda'da bir gecelik otel ücretinin 400 dolar, alelade bir burger menüsünün de 30 dolar seviyesinde olduğunu yazmış taraftarın sesi Guardian.

Turnuvaya katılacak takımların kadrolarına bir göz atma fırsatı buldum da...


A Grubu'nda kadrosundaki beynelmilel tanınırlıkta oyuncularla Mali ön plana çıkıyor. Ev sahibi Angola ve bu sene Güney Afrika'daki tek Arap orijinli ülke olacak Cezayir de onları zorlayacaktır. Esasen grubun favorisi olarak Cezayir gözüküyor zaten elemelerdeki performanslarını dikkate alınca... Olympique Marseille'deki iyi performansları sonrasında Wolfsburg'da bir rotasyon oyuncusu olmaktan öteye gidemeyen Karim Ziani takımın en büyük yıldızı ve Dünya Kupası öncesinde burada da liderlik karakterini göstermesi bekleniyor. Kadroya Bundesliga'dan güç katacak diğer oyuncular benim sıradışı oyunundan fazlasıyla haz duyduğum Mönchengladbach'ın açık oyuncusu Karim Matmour ve Bochum'un tecrübeli savunmacısı Antar Yahia olacak. 2001'de Fransa'nın şampiyon U17 takımında bulunan, fakat FIFA'nın bu alandaki yeni düzenlemeleri sonucunda Cezayir milli takımına katılabilen Lazio'dan Mourad Meghni ve Portsmouth'tan Hassan Yebda da önemli isimlerden. Özellikle Yebda kötü giden takımında iyi görünen az sayıda parçadan bu sezon. Nadir Belhadj ve yolu yaz aylarında Sivasspor'dan da geçmiş Hameur Bouazza diğer Premier League etiketli isimler. 2006'da Dünya Kupası bileti alan Angola sempatik bir takım olarak akıllarda kaldı o turnuvada. Hatta uzun süre sömürgesinde yaşadıkları Portekiz'le aynı gruba düşmeleri o turnuvanın güzel hikayelerindendi. Manucho, Mantorras ve Rui Marques ismini zaman zaman duyduğumuz elemanlar ama kadroda Manucho dışında fark yaratabilecek oyuncu bulmak kolay değil. Mali'de ise ilk göze çarpan isim, Barcelona'nın başarısının gölgede kalan kahramanlarından Seydou Keita. Frederic Kanoute ve Momo Sissoko'yu da düşününce Mali'nin erken vedasını arzulayan birçok dışarıdan bakan göz görebiliyoruz... Mahamadou Diarra ve gelecek vadeden genç golcü Mamadou Samassa da önemli isimler. İkinci kez bu turnuvaya katılma hakkı kazanan Malawi hakkında söyleyecek fazla sözüm yok, belki özünde iyi insanlardan oluşuyordur kadro. Ama genelde kalitesiz yerel liglerinden ve Güney Afrika ikinci liginden gelen oyuncularla pek yarışmacı kalabileceklerini tahmin etmiyorum.


Çapraz grupta da Fildişi Sahili ve Gana gibi kıtanın önemli iki futbol ülkesi arz-ı endam etmekte. Ülkenin gelmiş geçmiş en meşhur adamı olan Emmanuel Adebayor'un 4 numaralı milli formasıyla Togo'yu mucizeye götürme inadını izleyeceğiz, 2006'da Almanya'ya götürmeye başarmıştı. Gana'da Stephen Appiah sakatlığı nedeniyle yok, Sulley Muntari denen sabahtan akşama tokatlayabileceğim eleman da kadroya çağrılmadı özür dilemeden takımı terk ettiği için. Neyse ki esas oğlan sağlıklı bir şekilde Angola'da olacak. Dominic Adiyiah, Ransford Osei ve Andre Ayew gibi değerli gençleri geçen yazdan sonra bir kez de en üst düzeyde izlemek keyifli olacak. Barbaros Çıdal anlatıp Wikipedia'dan yanlış çeviri yapsa ya yine. Haminu Dramani'yi burada oynarken severdim. O da Gana kadrosunda. Ve tabi ki Faruk Gürsoy da... Gana'nın başında bir Sırp, Fildişi Sahili'nin başında ise bir Boşnak bulunuyor. Vahid Halilhodzic'in çalıştırdığı takım bir önceki Dünya Kupası senesinde futbolseverlerin en sempatiyle baktığı takımlardan biri olmuştu, Ölüm Grubu şanssızlığı yaşayan bu ülkeye çok üzülmüştük. O günden bu yana kadroda bulunan oyunculardan yana çok fazla problem yaşamadıkları gibi Gervinho adında yükselen bir yıldız da onlarla birlikte olacak. Bu sezon Ligue 1'da en revaçtaki golcülerden biri konumunda ve Fenerbahçe'ye de baş ağrısı olacaktır daha sonra... Diğer isimlerden bahsetmeye çok da gerek yok, 2006'daki iskelet genel anlamda korunuyor. Yalnız Cezayir kısmında bahsettiğimiz o Fransa U17 kadrosundan bir başka isim de bu kadroya dahil oldu: Emerse Fae. Burkina Faso'nun kadrosunda da iyi elemanlar var aslında ama bir şey olacaksa da bu turnuvada olmaz. Jonathan Pitroipa çok kaotik bir futbol oynuyor ama yetenekli bir eleman. Ben biraz da Ibrahim Yattara'ya benzetirim onu. Wilfried Sanou, Yssouf Kone ve Habib Bamogo da gayet iyi bir hücum potansiyeli anlamına geliyor. Grup tahmini bir başka blog yazarı Mithat Can Ayok'tan gelsin: Abdul Kader Keita sağdan akar.

Saat kaç? Geri kalan iki gruba da daha sonra bakalım o zaman...

6 Ocak 2010 Çarşamba

We All Hate Leeds Scum


Times maç öncesinde kırmızı boya kullanmayı reddeden bir dekoratörü koymuş yazıda girizgah bölümüne, Manchester United-Leeds United rekabetinin son otuz yıllık bölümünü mercek altına almış. Şuradaki tabloyu da sonuna iliştirmiş ve rekabette Leeds'in tepe noktasına ulaştığı dönemlerden bir kesitle bitirmiş, 2000 yılının başına ait bir puan durumuyla olayı daha çarpıcı hale getirmiş:

Premier League - 1 Ocak 2000

1 Leeds United 20 maç, 44 puan
2 Manchester United 19 maç, 43 puan
3 Arsenal 20 maç, 39 puan
4 Sunderland 20 maç, 38 puan
5 Liverpool 20 maç, 37 puan


Liverpool'u özellikle aldım... Neyse, habere ilk denk geldiğimde pek samimi bulmamıştım açıkçası. Amaç açık biçimde "Bir İlhan İrem vardı, ne oldu ona" sorusunu gündeme getirerek gazeteyi okutmak olmasına rağmen, bu West Ham-Millwall boyutlarında falan olmayan rekabetten de ekmek yeme ihtimalini yok saymamıştı Times. Gerçekten de büyük bir rekabet var ama, Elland Road'da oynanacak bir ikinci maç söz konusu olsa bunu daha net görebilirdik muhtemelen. Old Trafford'daki tiyatro seyircisinin yerini deplasmana giden gerçek taraftar alacaktı ve hoş karşılanmayacağı aşikardı bu taraftarın böyle bir durumda... Yine de eski bir tanıdığı görmenin verdiği duygular, uzun zamandır karşılaşılmayan Leeds'e ağır bir ders verilmesi yönünde hezeyana yol açmıştı. Rekabeti tadanların içinden bir beraberlik ve Elland Road'da küçük düşürücü bir galibiyet geçiyordu. Carling Cup yarı finalinde şehrin diğer takımı Manchester City ile bir maç bekliyordu onları, fakat Sir Alex Ferguson'ın maç öncesinde belirttiği gibi bir Leeds maçı söz konusuysa öncesi ve sonrası teferruattan fazlasını ifade etmiyordu... Zaten Carling Cup'ta yıllardır daha genç oyuncularla mücadele etmeyi prensip haline getirmiş bir menajerdi Ferguson ve hafta içinde bizi bekleyen de gayet alternatif bir kadro olacaktı.


Leeds karşısında ilk açıklanan kadro da bunun göstergesiydi. Sadece kanatlardaki Welbeck-Obertan ikilisinin biraz sırıttığını söyleyebiliriz. Aslında göbekteki Gibson-Anderson tandemi de birçok taraftarı memnun etmekten uzaktı. Zira istenen bu rekabetin bilincinde olan veteranlarla sahaya çıkmaktı, bu anlamda Ryan Giggs ve Paul Scholes'un kenarda oturması endişeye sebep oldu haliyle. Sir Bobby Charlton'ın karısına çay bardaklarının atıldığı, sahaya giren taraftarların Fergie'nin yardımcılarından Eric Harrison'a saldırdığı dönemleri hatırlayan az isim vardı kadroda. Bunlardan biri olan Gary Neville formayı almıştı sağ bekte, sol bekte de sakatlıktan döndükten sonra yeteri kadar forma şansı bulamamış yetenekli çocuk Fabio da Silva doğru seçimdi. Patrice Evra'nın bu yoğun maç temposunda Darren Fletcher ile birlikte en çok yıpranmış isim olduğunu hesaba katarsak. Sakatlıktan sonraki ilk maçında Jonny Evans, Nemanja Vidic ile defansın göbeğini oluşturacak gibi görüyordu. Fakat son dakika değişikliğiyle Wes Brown'ı gördük orada Vida'nın ısınırken sakatlanması sebebiyle. Rooney-Berbatov ikilisi forvette güven veriyordu, kaledeki Tomasz Kuszczak ile birlikte idealden çok uzak olmayan bir kadro, klasik rotasyon içerisinde bir lig maçı kadar değer gördüğünü gösteriyordu bu maçın...


Maç başladığında perde önüne çıkan ilk zafiyet, savunma ikilisi arasında kurulamayan iletişim gibi gözüküyordu. Bir de forvette Dimitar Berbatov'un Old Trafford'daki ilk gününden bu yana süregelen huysuzluğu can sıkıcı boyutlardaydı. Danny Welbeck'in gayet iyi ortasına koşmak yerine her zamanki gibi şikayet etmeyi tercih etti Bulgar. Derken savunmadaki o iletişimsizlik hali bir anda orta sahada yakalanan Evans sebebiyle rakip santrforla baş başa kalan yavaş oğlu yavaş bir Brown görmemize sebep oldu. Hafta boyunca Leeds'in en büyük kozu olarak yazılıp çizilen Jermaine Beckford topu ağlara yolluyordu ve günün kahramanı olduğu bu maçın ardından Chris Hughton'dan iyi bir teklif de alacaktı. Bu sene iyi gözüküyor Newcastle United, fakat genç bir yetenek için en doğru adres olmayabilir St. James' Park. Golde savunma ikilimiz dışında olabilecek en kontrolsüz ve mantıksız çıkışla topu kaleye buyur eden PIG'e de bir selam göndermemiz lazım. Topu kaybeden kimdi hatırlamıyorum, fakat Welbeck olması kuvvetle muhtemel. Yine de her açık oyuncusu gibi top kaptırmaya hakkı var Welbeck'in de, sorun gerisindekilerin buna hiç hazırlığı olmamasıydı...


Bu dakikadan sonra Leeds savunmacıları oyunu çok iyi tuttular. Bizim ilk karakter gösteren isim olmasını beklediğimiz Neville futbol ile ilgili her şeyi unutmuşa benziyordu. İş yine ortaokul çocuklarıyla maç yapıyor olsa bile bunu ölüm-kalım meselesine dönüştürebilecek 10 numaraya kalıyordu. Wayne Rooney de maçın şanssız isimlerindendi fakat. Bazen de beceriksizdi belki ama partnerlerine bakınca böyle bir beceriksizi sahada görmeyi tercih ederim her zaman... Girenlerden Antonio Valencia en olumlu futbolu oynayan isimdi maç boyunca, Gabriel Obertan'ın sürekli top kayıplarıyla takımı sabote ettiği bir günde daha önce başvurulması gereken bir isimdi Ekvadorlu. Son dakikalarda Valencia'nın sürüklediği hücumlarda, Rooney, Fabio ve Scouser'ın kaçırdığı pozisyonlar var. Önümüze bakmak lazım...


Ferguson için kötü olmuştur tabi. Daha önce basına anlattığı bir hikayesi vardır, Leeds'te stadın çevresinde ışığa takılıyor Fergie. Günün de tekinsiz saatleri sanırım, o arada arabanın içindekini gören biri parmağıyla işaret ederek "Ferguson!" diye bağırıyor ve Sir'ün tahminine göre çetenin diğer elemanlarını çağırıyor. Neyse ki yeşil yanıyor ve Ferguson tam gazla yoluna devam ediyor. O anı hayatının en korkutucu anlarından biri olarak nitelendirmesi Sir'e pek yakışmamıştı tabi ama Leeds'teki United nefretini göstermek için verilen bir örnektir.


Mağlubiyet kötü bir mağlubiyet ve kanattaki iki çocuğun Sir'ü ikinci kez hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebiliriz Beşiktaş maçının ardından. Yine de çok büyütmemek gerek ve açıkçası Chelsea'nin farklı elediği Watford'un bir üst ligde olmasına rağmen daha iyi bir takım olduğunu düşünmüyorum Leeds United'dan. Southampton, Charlton, Norwich gibi büyük kulüpler ve aşağıda da MK Dons gibi birkaç sağlam kadro var üçüncü kümede ve Coca-Cola League 1 puan tablosuna baktığınızda Leeds'in bu takımları nasıl domine ettiğini görebilirsiniz. Fakat bana Bursaspor'u andırdılar gayet. Ivan Ergic, Tomas Zapotocny ve Dimitar Ivankov gibi birkaç güzel adam dışında çok antipatik geliyorlar. Golü yediğimiz adam Sercan Yıldırım, sağ bekte her hakem kararına deli gibi itiraz eden Jason Crowe da bir Ali Tandoğan klonu gibi geldi...


Bu arada maçta en çok rahatsız eden konu da Arap şeyhlerinin, fotoğraf makinesi elinde Uzakdoğulu çocukların doldurduğu United koltuklarının yanında haliyle doksan dakika boyunca şov yapan 9 bin Leeds taraftarıydı. Gerçek United taraftarının Old Trafford'a, gerçek Lakers taraftarının da Staples Center'a girmesi lazım bir an önce.

The Times They Are a-Changin'


Foto: Sports Illustrated via Kubilay Kahveci

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...