19 Şubat 2009 Perşembe

Trade Deadline Semptomları


Bir yandan trade deadlineın gelmesi için dakikaları sayarken, blogu da fena boşladığımın farkına vardım. Yaprak da kımıldamıyor NBA çevresinde. Bu takas döneminin en büyük hamlesi olarak kalacak herhalde dün geceki Bulls-Kings takası. Amare Stoudemire, Marcus Camby, Chris Bosh, Richard Jefferson konuşurken elimizde bu takas var. Açıkçası zerre umrumda değil bu adamların yer değiştirmesi, ama ille de değinmek gerekirse Maloof Biraderler kriz ortamında paraya sıkışmış anlaşılan... Kings de bu alemin en kötü rebuildinglerinden birini yürütüyor sanırım, belki birazcık da Warriors o durumda. Ama onların elinde halen değerli birkaç parça var en azından. Clippers? Onlar da fena, doğru... Neyse Lakers'a gönül vermiş olanlar olarak "Cavaliers Will Stand Pat" başlıklı bir haber, görmeyi en şiddetli biçimde arzu ettiğimiz şu sıralarda... Ama Marcus Camby, Antawn Jamison gibi isimler ortaya atılıyor ki, gerçekleşmesine pek ihtimal vermesem de düşüncesi bile kötü. Wally Szczerbiak'ın kontratını kullanamazlarsa, olası bir finalde Lakers'a pek rakip olabileceklerini zannetmiyorum. Tabi Andrew Bynum'ın durumu da yine belirleyici olacak. Aynı nakarat...



Nazan Öncel ile başladık, Pink Floyd ile devam ediyoruz. Bu da ne fenaymış! Roll sayesinde Uncut dergisinin Ekim 2008 sayısı için yaptığı derlemeye ulaşmış olduk. Belki bloga aktarmak çok etik olmayacak, ama zaten yazının tamamını da koymuyorum buraya. Hem gidip Roll'ün bu ayki sayısını satın almanız için bu listenin dışında da fazlasıyla sebebiniz var. Şu anda dünya üzerinde verilen muhtemelen en sıkıcı ders olan "Yönetim Muhasebesi" işkencesine bile güneş gibi doğdu diyebilirim geçtiğimiz hafta benim adıma. Sekiz sayfalık Pink Floyd dosyasının sonuna, bir adet de "7 Pink Floydlar ve 2 Prenses" söyleşisi koymuşlar ki bir sonraki İstanbul performanslarını iple çekiyorum. İlk olarak Lordlar Kamarası'nda okumuştum galiba, Göktuğ da çok methetmişti görüştüğümüzde. Bu gazla Dib Sahne'ye bile uçabilirim, ağırlayacak insan bulunur Ankara'da nasıl olsa... Mesaj iletildi sanıyorum... Neyse listeye geçelim.


30. Echoes
(Meddle, 1971)

29. Money
(Dark Side Of The Moon, 1973)

28. Green Is The Color
("More" Soundtrack, 1969)

27. If
(Atom Heart Mother, 1970)

26. Time
(Dark Side Of The Moon, 1973)

25. Fat Old Sun
(Atom Heart Mother, 1970)

24. Chapter 24
(The Piper At The Gates Of Dawn, 1967)

23. Brain Damage
(Dark Side Of The Moon, 1973)

Jarvis Cocker:
"Sözler biraz ilkokul seviyesi, bunu sanırım Roger Waters da kabul etmişti. Albümle birlikte iki de poster veriyorlardı, bunlardan birinde masmavi bir piramidin etrafında pembe noktalar uçuşuyordu. Bunun Pink Floyd'un ta kendisi olduğunu düşünmüştüm."

22. High Hopes
(The Division Bell, 1994)

21. One Of These Days
(Meddle, 1971)


20. See Saw
(A Saucerful Of Secrets, 1968)

19. Have A Cigar
(Wish You Were Here, 1975)

18. Comfortably Numb
(The Wall, 1979)

17. Apples And Oranges
(1967)

16. Goodbye Blue Sky
(The Wall, 1979)

15. Breathe
(Dark Side Of The Moon, 1973)

Guy Garvey:
""Breathe", stüdyoyu bir enstrüman olarak kullanmasının klasik bir örneği. Söyleniş bakımından çok sade, ama ilginç bir vokal kaydı tekniği kullanılıyor. Önce sözler kaydediliyor, sonra müziğin üstüne bindiriliyor. Böylece vokal kuvvetlendiriliyor."

14. Is There Anybody Out There?
(The Wall, 1979)

13. Atom Heart Mother
(Atom Heart Mother, 1970)

12. Careful With That Axe, Eugene
(Point Me At The Sky, 1968)

11. Lucifer Sam
(The Piper At The Gates Of Dawn, 1967)


10. Fearless
(Meddle, 1971)

Storm Thorgerson:
"Arı bir güzelliği var. Neredeyse defosuz. Ve kadri bilinmeyen bir albümün anahtar şarkısı."

9. Jugband Blues
(A Saucerful Of Secrets, 1968)

Mick Rock:
""Jugband Blues"un açılış dizeleri Syd'in halet-i ruhiyesini özetliyor: "Bana buradaymışım muamelesi yaptığınız için size çok müteşekkirim / Fakat şunu açıklamayı boynumun borcu farz ederim / Ben burada değilim". Bu, hiçbir şarkıya benzemez. Beni büyülemiştir. Şizofrenik bir durumun, psişik bir çözülmenin belki de en güzel tarifidir. Hem sözel olarak, hem sound olarak Syd'in özü bu şarkıdır."

8. Astronomy Domine
(The Piper At The Gates Of Dawn, 1967)

7. Set The Controls For The Heart Of The Sun
(A Saucerful Of Secrets, 1968)

6. Wish You Were Here
(Wish You Were Here, 1975)


5. Another Brick In The Wall (Part 2)
(The Wall, 1979)

4. Arnold Layne
(1967)

Joe Boyd:
"Stüdyoda Syd sessiz liderdi, Roger'ın daha çok sesi çıkıyordu, ama herkes Syd'in fikrine riayet ediyordu. Roger'ın egosu güçlüydü, Syd'inki de öyleydi, ama Syd'inki çekingen ve dolaylıydı. Genellikle susuyordu, ama konuşmaya başladığında herkes onu dinliyordu."
"David Bowie, sıradan bir İngiliz gibi şarkı söylemeyi Syd'den öğrendiğini söylemişti. Floyd'un başarısının anahtarı Amerikanvari olmamalarıydı."

3. Interstellar Overdrive
(The Piper At The Gates Of Dawn, 1967)

Dave Brock:
"Pink Floyd'a kadar olay iki-üç dakikalık şarkılardı, plak şirketleri daha uzun süre konsantre olamayacağımızı düşünüyorlardı. "Interstellar Overdrive" avangard rocktu. Tekrarlanan akorlar, uzun sololar, elektronikler... Rocku soyutlaştırıyorlardı. Elbette müzik sanayiine taviz vermek zorundaydılar -bir "Arnold Layne" yapmaları gerekiyordu. Ama "Interstaller Overdrive" mutlak özgürlüğün timsaliydi."

2. See Emily Play
(1967)

Paul Weller:
"Geçenlerde bir makalede, şarkının esin kaynağının Pink Floyd'un çevresinden Emily Young adlı bir kız olduğunu okudum. "See Emily Play" çıktığında Syd'in neye benzediğinden haberim yoktu. Bu kadar yakışıklı biri olduğunu bilmiyordum. Syd'in benim müziğimde büyük etkisi olmuştur. Geçenlerde radyoda "Start"ı çaldılar, onu dinlerken gitar çalışımın Syd'den ne kadar etkilendiğini hatırladım. Onun gibi sound etmese de, zihnimde o saykodelik duyguya ulaşmaya çalışıyordum. Syd'in Floyd'u böyledir: Tarife gelmeyen bir halet-i ruhiye yaratır."

1. Shine On You Crazy Diamond
(Wish You Were Here, 1975)


David Gilmour'un 1 numaralı seçim hakkında söyledikleri için de en yakın satış noktasına gidin ve... Listeyi ben beğendim bu arada, zaten pek de otorite sayılmam. Ama benim listemde "Echoes" ve "Comfortably Numb" çok daha yukarılarda olurdu şüphesiz... Yazının girişinde de değinildiği gibi "Animals" ve "The Final Cut" albümlerinden tek bir şarkıya dahi yer verilmemesi gerçekten ilginç. Çok boş birkaç şarkı var zira listede. Hiçbiri de bir "Pigs", "Dogs" veyahut "The Final Cut" değil...

Bir haftadır falan Pink Floyd'dan başka bir şey dinlemiyorum neredeyse. Bilmiyorum, Pink Floyd'u da çok fazla sevmiyormuşum galiba. Eskiden daha fazla zevk alıyordum en azından. Lise döneminde efsane gözüyle baktığım tüm gruplardan biraz biraz soğumaya başladım zaten son dönemde. Daha doğrusu son dönemde gözlemliyorum bunu. Geçen gün Alçak Basınç okurken iyice yüzleştim herhalde bu durumla. Hayır, çok da eski değil, Wacken 2008'i onaylayan grupları okuyunca nasıl da ağzımın suyu akmıştı. Ensiferum, Exodus, Kreator, Nightwish, Crematory, Avantasia diye okurken... Iron Maiden vardı zaten headliner olarak da. Kalacak yeri falan ayarlamama rağmen vazgeçmiştim sonra gitmekten. Ki lisenin son yılındaki en büyük ÖSS sonrası hayaliydi Wacken... 2007'de Benedictum, Sodom, Destruction, Iced Earth, Die Apokalyptischen Reiter, Cannibal Corpse, Immortal, Saxon performanslarına canlı canlı tanık olan insanların izlenimlerini dinlerken, ne biçim kıskanmıştım her birini. Geçen yaz Judas Priest'e gittim belki yine ama, elimdeki Metallica biletlerini sattığım için hala pişmanlık duymuyorum mesela. Yavaş yavaş şekillenecek herhalde müzik konusundaki beğenilerim. Yine de belli bir kategoriye sıkışıp kalacağımı, hayatımın geri kalanını sadece belli bir türü dinleyerek geçireceğimi falan düşünmüyorum. Bloga her ay koyduğum rotasyonlar da bunun göstergesi herhalde. Beni kategorize etmeyin...



"Synecdoche, New York" etkiledi herhalde bünyeyi. Tyson Chandler falan yazmak için girmiştim bloga... Bu arada bugün iddialı konuşasım var hep. Charlie Kaufman yılın en güzel filmini çekmiş diyorum bu bağlamda. Vizyona girince kaçırmamanızı tavsiye ederim. Film bittiği gibi yanındaki kızın kulağının dibinde biten ve "İnanmıyorum, metafiction üzerine metafiction kullanmış" buyuran ateşli sinema bölümü öğrencisine selam olsun...

Neyse "Sevgili Blog" diye başlayan kız bloglarına çevirmeyelim burayı. "Change?" deyip Mithat'a bırakalım sözü... Oğlum, Barış Özbek falan diyorsun. Gerçekten de enkaz bir herif ama kaptanı Ayhan Akman olan takımı tutuyorsun. Ona ne diyeceksin?

5 Kasım 1998 Beşiktaş-Valerenga Maçı: Ben Şimdi Çocuğuma Ne Derim Kaptan!

1998-99 sezonu... Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nın düzenlendiği son sezondu. Türkiye'yi temsil eden Beşiktaş, çeyrek finalden önceki son turda rakibi Valerenga'ya ilk maçta deplasmanda 1-0 yenilmiş. İnönü'deki rövanşta tur için 2 farklı bir galibiyet gerekmekte...

Beşiktaş ilk yarıyı 3-0 önde kapayınca, artık herkes turdan emindi. Fakat ikinci yarıda Valerenga'nın 10 dakika içinde atacağı 3 gol hepimizin sevincini kursağımızda bırakacaktı. 3-3 biten maçın ardından Beşiktaş taraftarı bir babanın Kaptan Şifo Mehmet'e yürek dağlayan yakarışına tanık olacaktık.

O dönem bu olayı televizyonda görenler eminim dün gibi hatırlayacaktır. Taraftar her zamanki gibi kızgındır. Ama bu yakarış, futbolcunun jipinin önünü kesmeye, takım otobüsüne saldırmaya, ya da en masum haliyle yönetimi istifaya çağırmaya benzemiyordu. İçinde tüyleri diken diken eden bir çaresizlik vardı: "Ben şimdi çocuğuma ne derim Kaptan!"

Ben lafı fazla uzatmayayım, buyrun maçın özetini ve ardından yaşanan dramı izleyelim...


12 Şubat 2009 Perşembe

Hakemler Üzerime Üzerime Geliyor Anne, Bordeaux Maçı, Bilime İnanan Üniversite Öğrencileri ve Darwin

Ne konu başlığı yapmış be. Vakit kaybetmeden başlayalım o zaman.

Neye başlıyoruz, vakit kaybetmek kadar saçma bir deyim var mıdır, ryu mu ken mi? Bir önceki satırı okurken aklından bunlar geçmediyse devamını okuma.

Maçın başlamasından yaklaşık 10 dakika önce Ali Sami Yen'e ulaştığım için, Galatasaray-Kayserispor maçı yerine "Lan üç sıra arkada eski çıktığım var, adı Rahimegül" muhabbeti yapan iki yurdum gencinin bol sivilceli suratlarını izleme fırsatı buldum. Rahimegül, lahmacun sevmiyor olsa gerek.
(Sınıftaki sivilceli gence "lahmacun gibi olmuşsun evladım, biraz ara ver bilardoya" diye seslenen Cumhur Işın'a selamlar. Hocam, Kabataş'ın 100. yıl pullarını mor ışığa tutunca sizin göt görüküyormuş doğru mu? Züheren zühevoran.)

Retinamda kalıcı hasar oluşmasına ramak kalmıştı ki("Retinam ve Ramak Kalması" isimli yemek tarifimi önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşacağım) Eski Açık'taki sımsıcak yerime geçtim(hayvanın biri kahve dökmüş koltuğa). Bu kadar maç hikayesi yeter. 90'da gol oldu işte. Maç sonrası olaylarına gelelim.

Maçtan bir gün sonra "Galatasaray Türkiye'dir" başlıklı, iğrenç bir metin peydahlandı Galatasaray'ın resmi sitesinde. O metni yazan arkadaşta kronik beyin yetmezliği sendromları görülüyor. İlk fırsatta bi muayene olsun. Tanıdık doktor var.

Yanlış anlaşılmasın, Selçuk Dereli'nin mitokondriyal DNA'sını aldığı kişinin hatrını ben de sordum. Amma velakin "maçlarda görev yapmayı" değil "maçları yönetmeyi" tercih eden hakem ekolü bir Türkiye gerçeği. Bunun arkasında Galatasaray'a yönelik bir komplo aramak, "üstüme üstüme geliyürler anne" serzenişleri falan hoş değil. Hakemler geri zekalı. Bu kadar basit. Occam's Razor diyor buna gavurlar.

"Kayserispor'un 2 penaltısı verilmemiş, asıl onlar mağdur rererörör" yapanların da beyin zarında bir anomali olması kuvvetle muhtemel. "Hatasız yönetilseydi maçın sonucu ne olurdu?" geyikleri anlamsız olsa da 30. dakikada Lincoln atılmasaydı, Kayseri'nin bu maçtan puan alabileceğini sanmıyorum. O nedenle göt-baş koordinasyonunuzu sağlayın bi zahmet.


"Üstüme üstüme geliyorlar anne."

200. doğum günü partine çok özel birini davet ettim Charles. İşte, evrimi çılgın bir bilim adamının saçma sapan bir teorisi zanneden yurdum üniversite öğrencisi. İsmi Hamza. Haydi tanışın!

- Aa siz o Darwin misiniz? Doğum gününüz kutlu olsun. Çok memnun oldum. Gerçi ben teorinizi yanlış buluyorum. Ancak beni cahil biri zannetmeyin; zira ben hem bilime hem de İslam'a inanıyorum. İflah olmaz bir entelektüelim ben! Ama yalnızca kanunlara inanırım. Evrim bir teori. İnanıp inanmamakta serbestiz. Termodinamik öyle değil mesela.
+ Teşekkürler Hamza.
+ (çok hızlı bir şekilde ve sıkıntılı bir ses tonuyla) Seni doğuranı sikeyim Hamza.
- Son dediğinizi anlamadım?
+ Ben de memnun oldum Hamza.

150 yıldan fazla oldu Origin of Species piyasaya çıkalı. Binlerce bilim adamı kafa yordu evrim kuramı hakkında. Elleriyle büyüttüler, solar iken dirilttiler. Biyoloji, tıp, genetik falan fıstık bu kuram üzerine inşa edildi. Bilgisayarda programlama yaparken, gök cisimlerini incelerken, pırasa pişirirken, kıçına su sıçratmadan kaka yaparken bu kuramdan faydalandı amcalar, teyzeler. Sen ise bu kuramı, şeytana tapan bilim adamlarının senin inancını yok etmeye yönelik dahice bir planı olarak görüyorsun. Bunu yaparken de "bilimsel" bir poz takınıyorsun; "kanun, teori" gibi anlamını bilmediğin kavramları ortaya atıyorsun. Üstüne üstlük bu esnada, götüme kaş göz çizsem daha şekilli olan suratında herhangi bir kızarma olmuyor. İlginç.


"Evrim kuramına katılmıyorum!"
"Sen kimsin ki bilimsel bir kurama 'katılıyorum' veya 'katılmıyorum' deme cüretinde bulunuyorsun" diye cevap veresim geldi. Paraphrase edelim ki konu dağılmasın. ING102.

"Canlıların evrim geçirdiğini öne süren bilim adamları bence yanılıyor."
Hmm, bu bilim adamlarından kastın evrim konusunda ahkam kesebilme yeterliliğine sahip olan biyologlar ise, sen bilim adamlarının %99.2'sine inanmıyorsun yani. Geriye kalan %0.8 de Ajdar kıvamında ün yapmak isteyen, kiliseden kamyon yüküyle para alan veya üniversitelerden kovulan kesim. FEM hocaları ya da mimarlık mezunu adnan yokya tayfasını dikkate alayım diyorsan, oranlar biraz oynayabilir. Ayrıca vermiş olduğun oldukça iddialı demeç, evrim kuramından yararlanan hiçbir şeyden faydalanmamanı da gerektirir gibime geldi. Beynindeki problemi gidermek için neden ilaç kullanmadığın sorusu da böylece açıklığa kavuştu. Senden beklenmeyen bir tutarlılık. Tebrikler.

"Bordeaux maçı ne olur hocam?"
Oha, onu yazmayı unutmuşum. 2-2 biter.

Happy birthday Charles.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Drew, Greg, Big Al


Üç oyuncunun NBA'in gelecekteki sayılı uzunlarından biri olacak olmalarının dışında bir ortak özellikleri daha var... Geçirdikleri ağır sakatlıklar. Andrew Bynum'dan başlayalım ve geçen seneden... 14 Ocak'taki Memphis maçında sol bileğinden sakatlanan Bynum'ın sakatlığı hakkında ilk önce sezonun sonuna yetişeceği söylense de, sarka sarka bu süre tüm sezonu kaplar hale gelmiş ve Lakers finalde çok ihtiyaç duyduğu pota altı sertliğini gösteremeyip yüzükten olmuştu. Ve bu sene... Yine bir Memphis maçında, bu sefer 1 Şubat'ta sakatlandı Bynum. Acılar içinde bağırırken Lakers taraftarı maçı falan unuttu. Sasha Vujacic'in o surat ifadesi, Bynum'ı istemeden de olsa sakatlayan Kobe Bryant'ın kadere isyanı hala gözlerimin önünde. Nasıl olmasın ki? Belki de şampiyonluğun kaderi çizildi 1 Şubat gecesinde. Memphis gibi dandik bir takımın da şampiyonluğa iki senedir etki ediyor olması(Bynum sakatlıkları ve Pau Gasol takası) ilginç bir not. Bynum'ın geçen seneki birçoklarına göre hatalı tedavisinden sonra, bu yıl 2 ay içinde sahalara dönmesinin beklendiğini, hatta şu an bisikletle çalışmalara başlamak üzere olduğunu da belirtmekte fayda var.


Greg Oden ve Al Jefferson ise bir oyuncu için en riskli sakatlığı yaşadı... Sezonu kapamanın yanı sıra, Grant Hill örneğine bakacak olursak geri döndükten sonra eski hallerine dönememe ihtimalleri de mevcut. Tabi Jason Kidd ve Amare Stoudemire örnekleri ise bu konudaki iyi örnekler, yani diz sakatlığından sonra iyileşip eski haline dönebilen oyuncular. Oden da bu sakatlıktan geri döndü diyebiliriz sanırım artık, özellikle geçen ayın sonundaki double-double performanslarından sonra injury prone etiketini şimdilik üzerinden attı. Onun da şu an için en büyük eksiği sık sık yaşadığı faul problemi olarak gözüküyor, çok kısa sürelerde art arda fauller alabiliyor. Ancak daha ilk senesi olduğunu ve Bynum'ın da zamanında bu konuda çok eleştirildiğini unutmamak gerek.


Bynum ile Al-Jeff'in bir ortak özellikleri daha var, Oden'la alakası olmayan. O da ligi kasıp kavururken sakatlanmaları. Bynum sakatlandığında Lakers Batı birincisiydi ve muhtemelen Kobe önceki yaz Bynum'a dedikleri için pişman olmuştu. Jefferson için ise takım başarısından bahsetmek güç olsa da, harika bir bireysel performansın varlığından söz edebiliriz. Birçoklarına göre All-Star seçilmeyi kesinlikle hak ediyordu Big Al, coachların kriterlerine uymadı nasılsa.... Ancak yukarıda da belirttiğim gibi onun da sakatlığı dizinden ve insan ister istemez ya eskisi gibi dönemezse diye düşünüyor. Umarım bu sene Minnesota'yı tek başına taşıyan Jefferson gelecek sezon tam randımanla döner... Kevin Love'ın gelişimi ve draftten iyi bir kısa oyuncu takviyesiyle Minnesota play-off potasına girebilir. Beğenerek izliyorduk Al-Jeff'i, eskisi gibi dönmesi en büyük temennimiz.

10 Şubat 2009 Salı

Kopenhag'dan Vefa'ya Yol Var mı?


Alper Tezcan ismini çok sık duymaya başladık bu aralar, gerek haberlerde gerekse de gazetelerde. Tam zamanını hatırlamamakla beraber ilk olarak 2 ay önce duymuştum Alper'in ismini... İlk olarak derken Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra ben de çoğu insan gibi unutup gitmiştim onu. Oysa iyi hatırlıyorum, Pierre Wome'nin darbesiyle kırılan ayağını. Bologna maçı. Ali Sami Yen'de 89. dakikada Fatih Terim onu yanına çağırmıştı. "Gencecik çocuk 2 dakika için de olsa bu müthiş atmosferde sahaya çıkıyor, imrenilecek şey" demiştim. Girdikten yaklaşık 2 dakika sonra da ayağı kırılmıştı zavallının. Bu olaylar her zaman çok üzmüştür beni. Dönemin İstanbulspor topçusu Güven Kocabal'ın ayağı kırıldığında(Fenerbahçe'den Mustafa Doğan kırmıştı sanırım) gözlerimin dolduğunu, ondan sonra sıkı bir Güven hayranı olduğumu bilirim. Her neyse konuyu dağıtmayalım...

Galatasaray Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da finale çıkarken Alper de oradaydı. O çok sevdiği Galatasaray formasını giyemese de kupa kaldırılırken arkadaşlarıyla beraberdi. 18 yaşında yaşanabilecek en güzel şeylerden birini yaşadı, UEFA Kupası'nı kaldırdı. Ancak sakatlığı bir türlü iyileşmemişti. Sadece sağ bacağından tam 11 kez ameliyat olduğunu ve SSK'nın karşıladığı ilk ameliyat dışında, hepsini kendi cebinden verdiğini söylüyor Alper. Hiçbirini Galatasaray Spor Kulübü karşılamamış yani. Olacak şey değil. Boş mukaveleye imza atan, 'evladımız' dedikleri insanı yüz üstü bırakmak tam da bu aralar vefasızlıklarıyla bol bol gündeme gelen Galatasaray yönetimine yakışmış.

Hagi'nin, Popescu'nun, Bülent Kaptan'ın maruz kaldığı jübile vefasızlığından sonra daha beter bir olay var şu an karşımızda. Umarım hatadan dönülür ve Alper hayatında kazandığı o en önemli şeyi satmak zorunda kalmaz. Alper'e yapılacak yardımın Galatasaray'a zarar vermeyeceğini ben de, siz de, yönetim de gayet iyi biliyoruz. Gereken yapılsın lütfen!

8 Şubat 2009 Pazar

Bu Sene Şampiyon Anadolu'dan Çıkarsa...

Tam 25 sene oldu.

25 sene... "Bu kupayı görenler parmak kaldırsın", "Türkiye Kupası'nı gören Fenerli kalmadı" diye diye yıllarca yıkılamayan tabularla kendine ve takımına pay çıkaran futbolseverimiz, utanç verici bir gerçeği hep unutuyordu.

Son 25 sene boyunca bu memlekette sadece bir şehirden çıkmıştı tüm şampiyonlar. 3 farklı takım arasında gidip geliyordu sürekli şampiyonluk. Bir Almanya'ya, bir Hollanda'ya baktığınızda hiç de utanılacak bir durum değil 3 farklı şampiyon. Fakat şampiyonluk kupasının 25 senedir sadece tek bir şehir görmüş olması, işte bu utanılacak bir durum.


Geçen sene Sivasspor, her sene bir Anadolu takımının üstlendiği zirveye oynama rolünü ligin sonuna kadar götürmeyi başardı ve değişimin sinyallerini vermiş oldu. Taraftar potansiyeli ve yatırımları ikinci ligdeki günlerine dayanan Sivasspor'un bu başarısının tesadüf olmadığı, yıllar önce dikilmiş bir ağacın meyvesi olduğu bu sene onaylanmış oldu. Sivasspor geçen sene zirvede Anadolu'dan tek takımdı. İki yönde de komplo teorileri türedi. Yayıncı kuruluş aptal değil, Sivasspor'a bırakmazlar şampiyonluğu dediler. Ama Anadolu takımları Sivas'a yatıyor diyen de vardı. Belli ki İstanbul dışından bir takımı orada sindiremedik koca bir halk olarak. Çok partili düzene geçmek gibi bir şey işte.
Bu sene Sivasspor yalnız değil. Anadolu takımlarının hem Sivas'a, hem Trabzon'a, hem Kayseri'ye, hem de Ankara'ya maç satacak hali yoktur! Yayıncı kuruluş da bu takımların iddiasını kabul etmiş, maçlarını yayınlamaya başlamış, TRT'de üç büyüklerden çok bu takımlar konuşulur olmuştur. Bu açıdan da bir sorun yok. Artık herhangi bir komplo teorisine fırsat vermeden, ağzımızın tadıyla yaşayacağız bu heyecanı. 25 yıllık utanç sona erecek mi göreceğiz.

Bu hafta Trabzonspor - Ankaragücü maçını izleyenlerimiz görmüşlerdir. Maç sırasında patlatılan havai fişekler, uçurulan balonlar... Herkesin keyfi yerinde. Yöneticiler uykusundan uyanmış, tıpkı Sivasspor gibi, Kayserispor gibi istekli, yürekli, hırslı bir şekilde sezona başlayarak taraftarıyla kar topu gibi büyüyor. Oyuncular maç bitimi yerel dansları kolbastıyı oynuyor. Oynayanların bazıları bırakın Trabzonlu olmayı, Türk bile değil. Böyle bir birlik beraberlik içinde... Anadolu insanı sporda bu tip bir sevinci iddia ediyorum 25 yıldır yaşamadı. O yüzdendir ki yazımın başında 'utanç verici' kalıbını kullandım.

Buradaki halkın en büyük sosyal aktivitesi futboldur. Zaten pazar günlerini futbol dışında değerlendirebilecekleri bir başka aktivite de yoktur. O yüzdendir ki, havai fişekler, balonlar eşliğinde, kolbastıyla biten bir futbol müsabakasıyla pazar gününü eğlenerek geçiren Trabzon halkı adına sevinmeyecek bir vatansever tanımıyorum. Onlar eğlendi, İstanbul da bunları televizyondan seyretti, geçtiğimiz 25 yıl ise bunun tam aksini görmekle geçti...

Şu anda zirveye oynayan Anadolu takımlarını kendi yerel halkı dışında kimse desteklemiyor. Dışarıdan desteğe de ihtiyaçları yok zaten. Fakat ne olursa çok yazık olur biliyor musunuz?

Son haftalarda şampiyonluk yarışından iki büyüğün düştüğünü farz edelim. Bu takımların taraftarları da kuşkusuz Anadolu takımlarından birinin şampiyon olmasını isteyecektir. Ama yukarıda anlattığım nedenlerden ötürü değil. Sırf üçüncü büyük şampiyon olmasın diye. Yani Sivasspor'un, Trabzonspor'un ya da bir başkasının 25 yıllık acı tabloya bir son verecek kuvveti kendinde bulması, Galatasaray'ın(veya başka bir büyüğün) şampiyon olamaması olarak algılanıp, bu yüzden insanlarda sevinç oluşturursa, koca bir emeği yine İstanbul sevdasına bir kalemde harcamış oluruz. Anadolu takımlarının başarısı, üç büyükler arasındaki sözlü taraftar düellolarının bir parçası haline getirilirse yazık olur. Anadolu halkı futbol sevincinden ufak da olsa bir pay aldı diye değil, ezeli rakibi şampiyon olamadı diye sevinecek bir taraftar belki söz düellolarında ezik kalmayacak bir taraftardır, ama aynı zamanda at gözlüğü takmış bir vatandaştır.

Uzun lafın kısası sevgili futbolsever dostlarım, Almanya'da çok da pahalı bir kadrosu olmayan Hoffenheim'ın şampiyon olması Alman futboluna yarar. Ve eğer bizde bir takım İstanbul dışından çıkıp şampiyon olursa, hem Türk futbolu kazanır, hem de Türkiye Cumhuriyeti kazanır.

5 Şubat 2009 Perşembe

Bir El Freni Olarak Elton Brand


"Brand 17 Ocak'tan bu yana, yani yaklaşık bir aydır yok. Bu süreçte Sixers 10-6'lık(yenildikleri takımlar Boston, Denver, Dallas, Houston, Utah ve hepsi deplasman) bir derece tutturdu ve dün geceki New York galibiyetiyle %50 galibiyet oranını tutturdu. Ama bundan önce, geçen seneki savaşan, hızlı basketbolda etkili takım kimliğini tekrar kazandılar. Göze hoş geliyor yani Sixers'ın oynadığı basketbol. Şimdi önümüzde iki seçenek var... Ya Brand sakatlanınca Sixers geçen seneki underdog görüntüsüne döndü ve bununla birlikte geçen seneki göze hoş gelen basketboluna da. Yani Brand Sixers için bir el freni. Ya da sezon başı sadece takımın önemli oyuncuları formsuz olduğu için beklenmedik mağlubiyetler alındı, şimdi ise Miller ve Iguodala forma girdi. Brand de gelince çok daha korkutucu bir takım olacak Sixers. Sizce hangisi, onu yorum kısmına alalım."

Böyle demişim 19 Ocak tarihli yazımda. Elton Brand'in bir el freni olmadığı görüşüne varmıştım. Şimdilik yanılmışım diyebilirim. Dün ilk üç çeyreğini izledim Philly-Boston maçının. Brand'in el freni olduğu görüşü yavaş yavaş kafama yatmaya başladı. Neye dayanarak söylüyorum, argümanlarımı sunayım:


1. İkinci çeyrekte Brand oyunda yokken Sixers 10 sayıdan geri geldi ve güzel bir oyunla.
2. Brand oyundayken hakkında kötü oynuyor demek ayıp olur, çünkü kötü bile oynayamıyor!
3. Orkun Abi ya da Kaan Kural söyledi döndüğünden beri sayı ortalamasının ne olduğunu. 5.6 mı dediler ne dediler, tam hatırlamıyorum şu an. Ayıp lan!
4. Bir pozisyonda hücum reboundu aldı Brand pota altında. Topu aldı, 10 santim zıplamadan attı ve çemberin diğer tarafına gitti top, üstünden teğet geçti yani. Sanki sorun omzunda değil de dizinde falan.

Sonuç: Sakatlıktan tam formunda dönemediği kesin. Hatta tam formunda demeyelim, hiç dönememiş gibi. Sanki sakat sakat oynuyor hala. Ama şu an Sixers için el freni olarak duruyor. Bu kadar iyi bir Clippers kariyerinden sonra geldiği nokta üzücü.

Ha bu arada Celtics çok önemli bir maç kazandı Kevin Garnett'in yokluğunda. Ray Allen da son 1 dakika içinde önce skoru dengeleyen, sonra da maçı kazandıran üçlüğü atarak Celtics'in bu zorlu deplasmanı kayıpsız geçmesini sağladı. Son cümle Fotomaç'tan araklanmış gibi oldu. Neyse, sağlıcakla kalın.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Türkische Desorganisation


"I just got back from 2 weeks in Istanbul. The shows were a lot of fun, although the big show at Ghetto was kind of a drag. I felt like they sold too many tickets and it was just a bit too crowded. I really wanted to play an encore but the tiny doorway that people had to leave the club was completely blocked and the promoter wouldn’t let me back though again. So, any Turkish fans out there who were wondering why I didn’t play an encore, now you know why. I really wanted to. Next time we are there, I promise to play as many encores as you like. Also, I will make sure that there is a cap on how many tickets the promoter can sell."

Brazzaville konserinden bahsetmiştim sizlere burada, bir de "Super Gizi" performansı ekleyerek. Aslında dönüşte vakit yaratabilirsem bir yazı da yazarım diyordum, şöyle Rufus Wainwright konserindeki gibi... Ama konser o kadar büyük bir hayal kırıklığıydı ki, anlatamam.

David Brown da benzer tepkilerle karşılaşmış olmalı ki yukarıdaki açıklamayı koymuş web sitesinin anasayfasına. Tabi birkaç arkadaşa bahsettim de bu açıklamadan, kimseyi tatmin etmedi... Biz aşağıdaki mahşeri kalabalıktan bunalıp, balkondan takip etmeyi tercih eden gruptandık. Belki o yüzden sağlıklı bir ses alamadık, bilmiyorum. Ama genel olarak kötü bir konserdi. David Amca gereğinden fazla bilet satıldığından bahsetmiş, encore yapamamaktan yakınmış falan filan... Vestiyerdeki kargaşayı da ben eklemiş olayım o zaman. Başlıktaki söz de Türkiye'deki her olaya eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşabilmiş, aynı zamanda da ilk Almanca öğretmenim olan Beate Stoll'ün belleklerimize kazıdığı bir sözdür. Nedense aklıma geldi bir Ghetto gecesinde!

Ama Arka Oda'daki konser genel olarak daha çok beğeni toplamış sanıyorum. O yüzden de "İlk elin günahı olmaz" diyerek affediyorum Brazzaville'i kendi adıma. Zaten geri dönüşleri de yakındır anladığım kadarıyla. İyi bağlar kurmuşlar burada. Yalnız o apaçi bateristi getirmesinler yanlarında...
Ben bir 30 kağıt daha vermeye hazırım o vakit.


"The acoustic show at Arka Oda on the Anatolian side of Istanbul was a lot of fun. I’ll post some photos from it. I played with James Hakan Dedeoglu and Ceren on violin. We recorded some of the show and will probably use it on the upcoming CD. Speaking of which, I spent the bulk of my time in Istanbul recording a CD of Brazzaville songs featuring many talented Turkish artists. The album is being produced by Deniz Cuylan from Portecho and is due to be released by Elec-Trip in Turkey in May of this year."

Deniz Cuylan? İşte bu heyecan verici olur. Bu arada ufak bir araştırma sonucunda önceki paragrafta apaçi dediğimiz bateristin de geçmişte Simon Raymonde ile bir muhabbeti olduğunu öğrendim ki bundan sonra kendisine ancak saygı duyarım... Juan Ramon Aragall imiş isimleri.

3 Şubat 2009 Salı

In Heavy Rotation - Ocak 2009


1. Amy Macdonald - This Is The Life (2007)
Top 2: Poison Prince, This Is The Life

2. Three - The End Is Begun (2007)
Top 2: Serpents In Disguise, The End Is Begun

3. Vertigo - 2 (2006)
Top 2: In The Blink Of An Eye, Hold Me

4. Blackmore's Night - Shadow Of The Moon (1997)
Top 2: Ocean Gypsy, No Second Chance

5. Mira - Eve Dönmeliyim (2008)
Top 2: Son Melodi, Adımlar


6. Antony and the Johnsons - I Am A Bird Now (2005)
Top 2: Fistful Of Love, What Can I Do

7. Brazzaville - 21st Century Girl (2008)
Top 2: Up All Night, The Clouds In Camarillo

8. Portishead - Third (2008)
Top 2: Machine Gun, The Rip

9. Rufus Wainwright - Release The Stars (2007)
Top 2: Sanssouci, Going To A Town

10. Feist - The Reminder (2007)
Top 2: My Moon My Man, 1234

Don't Let Them Down Dwight



Joe Bereta ve Luke Barats MySpace TV üzerinden çok eğlenceli videolar yayınlıyorlar, kanalları da en çok izlenenlerden biri... Burada da Dwight Howard'a smaç yarışması öncesi önerilerde bulunuyorlar. Aslında bir ölçüde bir eleştiri olarak da alınabilir. Geçen seneki yarışmayı hepiniz hatırlıyorsunuz. D12'in Superman kostümü içerisinde yaptığı smaç adeta bir ikon haline geldi, haftalarca bu smaç konuşuldu. Ancak insanlar rüyadan uyanıp da smacı sorgulamaya başladığında, kostüm dışında çok da bir olayı olmadığını itiraf etti birçokları.

Yani bu sene unvanını koruması için daha fazlasına ihtiyacı olacak Howard'ın... Nightcrawler'ı yaparsa bir şey diyemem tabi. Aslında kankası Jameer'ı da arkasına alıp, o Batman and Robin smacını yapabilir gayet.

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...