
Neil Robertson-Ding Junhui finali sporun global bir anlam kazandığına yorulabilir miydi? Aslında hayır. Üst düzey oyuncular arasında Ada dışından sadece dört tane isim sayabiliyoruz. Onlardan ikisi de finaldeydi işte. Olasılık dersinden kalmamış olsam hesap da yapardım ama düşük bir olasılığın gerçekleştiğini söyleyebilirim. Bir diğer Çinli Liang Wenbo ve Hong Konglu Marco Fu da sıralama turnuvalarında finaller oynamış sporcular. Hatta Avustralya'nın da birkaç yüzyıl önce kraliyet kolonilerinden oluştuğunu ve kültürden fazlasıyla etkilendiğini düşünecek olursak bir ulusa özgü olduğunu düşünebiliriz snooker sporunun. Bu da 'kertenkele hayvanı' gibi bir şey oldu ama... Bence snooker daha büyük kitlelere ulaşacaksa karar vericilerin bu konuda belli faaliyetler içine girmesi gerekir. Özellikle açılım konusunda Uzakdoğu'daki potansiyel de göz önüne alınarak çok uzaklara gidiliyor, fakat Kıta Avrupası hala takvime çok fazla elit turnuva sokamıyor. Bu yıl içerisinde de Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'ya uğruyor snooker sadece... Gerçi bu anlamda atılan adımların karşılığı ilgisizlik olunca bir motivasyon kaybı yaşanmış olabilir. Seyir zevkini almak kolay değil, benim ilgilenen arkadaşlarımın çoğu da zamanla tutkunu olduklarını söylüyorlar. O yüzden yılmadan her yere götürmek lazım bu sporu. Herhalde snooker için en büyük nimet de Eurosport.
Eurosport yorumcusu Dave Hendon güzel bir cümle kurmuş bu sorunlardan bahsederken: "Birçok geleneksel spor yıllar boyunca sporun özünü değiştirmeden, sadece onu sunuş şeklinde düzenlemeler yaparak ayakta kalmayı başardı." Örneğin dünkü finalde bir 9. frame vardı ki... Snooker izlemeye başlamak için dün geceki maçı seçmiş biri varsa, o 57 dakikalık framein sonunda televizyonu kapatmış ve hayatından sonsuza dek çıkarmıştır snooker kavramını. Tek bir kahverengi için onlarca güvenli vuruş yaptı iki sporcu da. Kolay değildi, ben de o sıralarda konsantrasyonumu kaybettim açıkçası. Bunda maçı Emre Yazıcıol'un sunumuyla televizyon koltuğumda değil, küçük bir Justin.tv ekranı karşısında izlemiş olmamın da payı vardır. Ama turnuva boyunca gerçekten güzel bir anlatım vardı Eurosport Türkiye cephesinde. Özellikle efsanevi Higgins-Robertson yarı finalini efsanevi yapan unsurlardan biri de buydu. Mesela bu güzel anlatım Türkiye'de snooker için bir avantajdır. Fakat bunu görebilecek bir yetki mercii var mıdır, emin değilim. Bir başka problem de dünkü maçın yerel saatle 8'de oynanması ve Robertson işi bu kadar erken bitirmese 1'e kadar devam etme ihtimalinin mevcut olması. İlgisine muhtaç olunan Avrupa'da daha da geç saatlere tekabül ediyor bu tabi. Televizyonu açık tutmak için sağlam sebeplere ihtiyaç duyduğun saatlere...
Sıralamanın eski topraklarından iki sporcunun yarı finalde nispeten daha genç isimlere elendiği, yıllar sonra iki uluslar arası sporcunun final oynadığı (1985 British Open: Silvino Francisco-Kirk Stevens finali), finalistlerden birinin deciderdaki siyah ile belirlendiği, en iyiler arasına girecek bir başka Higgins-O'Sullivan maçına sahne olan ve hak edilmiş bir şampiyonlukla tamamlanan güzel bir turnuvaydı. Güneyden gelen kasırga bu şampiyonlukla birlikte dördüncü sıralama turnuvası zaferine ulaştı ve en başarılı denizaşırı oyuncu unvanını da James Wattana'dan devraldı. Yarı finalden beri de bu elemanı destekliyordum ve John Higgins gerçeğine ve diğer ikilinin yüksek formuna rağmen Avustralyalı'nın kazanacağını düşünüyordum. Ya da inanıyordum diyelim... Sevindim.
2 yorum:
maden suyu şişesine oturan adamlarla ayı ülkede yaşayıp "ne olacak bu snooker'ın hali diye" dertleniyorsunuz; yuh artık! biraz bu toprağın insanı olun lan.
keita, trabzon maçında 2 gol atar.
ne zaman sunukır bu ülkede üvey evlat muamelesi görmekten kurtulacak, o zaman bizim de görevimiz tamamlanmış olacak..
Yorum Gönder