
Irish Açılımı Vol. 6 yazmışım dün gece eve döndüğümde fakat arada, şu sıralar Genç Subaylar'ı götüren Berk "Tweener" Gürçay'ın da yer aldığı bir buluşma da olmuştu. Hatta öncesinde bizim çocuklar Pascal Nouma ile de fotoğraf çektirme şansı bulmuşlardı, oradan hatırladım buluşmayı... O gün Chelsea yine kazanan taraf olmuştu, Liverpool'u 2-0 yenmişlerdi. Geride kalan sürede diğer zirve adayı Manchester United'ı da özellikle savunmada eksik yakalamış olsalar da yendiklerini göz önüne alırsak, Carlo Ancelotti'nin takımının lige beklediğim ağırlığı koyduğunu söyleyebiliriz. Petr Cech'in atıldığı, çok da iyi oynamadıkları bir Wigan maçı dışında çok fazla hayal kırıklığı yaratmadılar ve o maçtan bu yana da kazanıyorlar zaten. Defansı çok ileride kuruyorlar, orta sahaları yapısal olarak sağlam olduğu gibi muhteviyatında da bu seviyenin hakkını verebilen isimleri barındırıyor. Stamford Bridge'de her şey güzel yani...

Dün James Joyce seferini yalnız gerçekleştirdim. Aslında El Clasico heyecanını evde yaşamayı tercih edebilirdim, fakat maçın ikinci yarısıyla çakışan Woven Hand konserine biletimi çok önceden almıştım. Hafta arasında Barcelona'nın Messi-Ibra ikilisinden yoksun çıktığı Inter maçında oynadığı topu görünce de 'bu seferkini izlemesem de olur' diye düşünmedim değil doğrusu. O yüzden konserde ısrar ettim ki bu yıl verdiğim en doğru kararlardan biri olmuş... David Eugene Edwards özel bir adam ve İstanbul'a pek sık uğramıyor maalesef. Bu elemanları Woven Hand ya da 16 Horsepower olarak dünyanın herhangi bir yerinde yakaladığınız takdirde kaçırmayın derim. Yaptıkları müziğe paralel olarak sahnede de öyle bir spiritüel hava yaratıyorlar ki kendinizi bir konserde değil, bir ayinin ortasında gibi hissediyorsunuz... 16 Horsepower, sitesinde yaptıkları müziği "music from the old world, the new world and another world" olarak nitelemiş. Aynı grubun kurucularından yukarıda bahsettiğim David Eugene Edwards ve Pascal Humbert, Woven Hand projesinin de mimarları. Bu sebeptendir ki 16 Horsepower için verilen tanım bu yeni projeyi anlatma görevini de fazlasıyla yerine getiriyor. Yaşanması gereken bir tecrübedir yani. Gerçi kitlede eser miktarda da olsa gerizekalı vardı yine. Ara ara George W. Bush, Dick Cheney, Sarah Palin diye bağıran bir Amerikalı grup vardı mesela. Gerçekten bir anlamı var mıydı, sanmıyorum.

Neyse işin James Joyce kısmına geri dönecek olursak, Chelsea için işlerin iyi gittiğini söylemiştim. Ben mekana adım attığımda üst katta dolu tribünlere oynanıyordu maç. 35. dakika falandı sanırım... Bir süre bar kısmında widescreen ile takıldıktan sonra önce açlığımı, hemen üzerine de mekanın tavuklu sandviçine özlemimi fark ettim. Bu yüzden -Wisconsin bölgesini bilenler için söylüyorum- diğer televizyonun hemen önündeki masaya geçmek şart oldu. Yanımdaki amca Eduardo'nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ilk pozisyon sonrası tarafını belli etti. Benim de işime öylesi geldiğinden Arsenal saflarına katılmaya karar verdim. Vermez olaydım... 3 dakika içinde gelen 2 golle Gunners için maç bitiyordu. Başlığa konu olan güzide tabir de Thomas Vermaelen'in kendi ağlarına gönderdiği top sonrası yanımdaki amcadan geldi.

Devre arasında amcanın gözleri benim üzerimdeydi tabi. Ben gelmeden önce oyun rölantide giderken, hatta Arsenal net biçimde topa hükmeden taraf iken, lanetim maçın seyrini değiştirmişti. Öyle miydi? Ben de kendisine onu sordum. "That's nothing to do with my curse" diye girip, arada büyük kalite farkı olduğundan ve Chelsea'nin oyunun hakimi gözükmediği maçları bile lehine çevirebilecek klası olduğundan bahsettim. Biraz da çekinmedim değil herifin ihtiyarlamış ama at gözlüklerini bir kenara bırakmamış taraftarlardan olma ihtimalinden. Neyse ki o da durumun farkındaymış. "Chelsea'nin oynadığı topu oynamak isteyip beceremiyoruz, daha acı verici bir şey olabilir mi" dedi. Sırtını sıvazladım. O sırada altı kişilik bir aile olduklarından ve evde onun dışındaki herkesin Chelsea taraftarı olduğundan dem vurdu. Kötü bir durummuş. Theo Walcott biraz umut verse de, Wenger'den gelen diğer değişikliklerin Carlos Vela ve Tomas Rosicky olması yavaş yavaş Arsenal adına ümitlerin tükenmesine yol açtı mekanda.

Arsene Wenger maçın büyük bölümünde dördüncü hakem (Alan Wiley miydi o) ile geyik çevirdikten sonra maç sonunda da "İlk gole kadar sahada Chelsea diye bir takım yok. Golün üzerine şoku atlatamamışken bizim oyuncumuzun bireysel hatasıyla bir gol yiyoruz ve iki farklı yenik duruma düşüyoruz. Bugün futbol tanrıları yanımızda değildi" gibi bir açıklama yapmış ki başka şeyler de söylemiştir umarım. Bunun üzerine Yılmaz Vural Arsenal menajerliğinde hak iddia etse kızamam, o da söylüyor bunları. Sanırım Cashley Cole'ün maçı getiren hareketleri hazımsızlık yaratmış. Maçın ilk yarım saatinin tekrarını izledim az önce ve öyle aman aman bir baskı kurulduğunu söyleyemeyeceğim. Klasik bol pasa dayalı Arsenal futbolu vardı sahada, fakat pozisyon üretmekte başarılı olmaktan uzaktı iki ekip de. Chelsea'nin zaman zaman rakibinin topla oynamasına kasten izin verdiği de sır değil.

Neyse Brandon Jennings'in çetesinin maçı varmış. Biraz da El Clasico'dan bahsedip bitirelim. Woven Hand sahneye 1 saat gecikmeli çıktı, gerçi öncesinde de ön grup gibi bir durum vardı ama onlar yerine maçın ikinci yarısını izlemeyi tercih ederdim sanırım. Emektar Gooner, Thierry Henry için küfür dağarcığının en nadide parçalarını kullanmaktan çekinmezken, ben Cristiano Ronaldo mevzuuna daha ılımlı yaklaştım. Hala da özlüyorum çocuğu açıkçası. Ryan Giggs yüreğini koymasa, takım ciddi ciddi basiretsizlik abidesi Nani'ye falan kalacak. Bundan yakındığımda eleman şey dedi: "Buraya birkaç kez de United maçı izlemeye geldim. Türkler Nani'nin her hareketine tav oluyordu." Yahu Türkler'i kandırmak kolaydır. Mesela burada herkes bugün Barcelona'yı tutup otokrasi karşısında sözde duruş gösteriyor, Katalan halkının haklı mücadelesine tam destek veriyor da Sir bu adamda ne görüyor... Cevabım bu oldu.

Sonra Ronaldo gol kaçırdı, Marcelo bu seviyenin adamı olmadığını birkaç kez ve üst üste gösterdi. Amca da kendi takımın aczini unutur gibi oldu bir an için ve Marcelo'nun pozisyonuna kahkahalarla güldü. Yahu senin forvet diye oyuna soktuğun herif neleri kaçırıyor, ona bir baksana... Bir noktadan sonra Barcelona oynamaya başlamıştı ama ikinci yarı hakkında söyleyecek sözüm yok. En fazla tahminde bulunabilirim, zira Ercan Taner faktörü ve banttan izlenen maçın tatsızlığı birleşince ikinci yarının tekrarı yerine Philadelphia maçını bile tercih edebildim.
2 yorum:
Her iki maçı arkadaş evinde kamyon tekerleği boyunta iki sbarro pizza ve bol bol bira eşliğinde izlediğimden zaman zaman detayları kaçırmışımdır ama özellikle Drogba'nın frikik golünden sonra verdiğim hasssss efekti ve ikinci yarıda Arsenal'in her atak girişiminde karşılarında en az 6 mavi formalının olması nedeniyle zor gol atarlar diyerek başladığım geceye, ibra girer dertler biter diyerek arkadaşların akfasını ütüleyerek devam etmiş son olarakta suns-raptors maçının son 8 dakikasında hala bir şekilde Hedo'yu yüceltmeye çalışan ve ona koyulan bloğu gecenin defansif hareketi seçen amerikan kanalını suçlayarak bu hareketi onlar seçti diyen mk'ya hafiften küfür içeren eleştirilerde bulunarak (alkolün etkisi ile küfür dozajı fazlalaşmıştır herhalde :) ) geceyi noktalamıştım. Bakıyorumda maçlardan pek fazla akılda kalıcı şey çıkmamış sanırım :)
kafana özgürlük çanı düşsün cem
Yorum Gönder