30 Eylül 2008 Salı
29 Eylül 2008 Pazartesi
Avrupa Macerası #2

Bu hafta hem bayram hem de Avrupa heyecanı olacak. Şehir dışına çıkmayan Galatasaray ve Fenerbahçe taraftarları için oldukça güzel bir fırsat. Serinin ilk yazısında yaptığım tahminler tutmuş kısmen. Hatta Beşiktaş maçının skoru da dahil bu tutan tahminlere. Cem'in diğer yazımın altına bıraktığı yorumdan dolayı bahisseverler için yazı dizisi yapıyorum gibi hissettim. Takımlarımızı ve rakiplerini analiz etmekti amacım aslında. Neyse... Bu haftaki analizlerimize(!) geçelim.

Şampiyonlar Ligi'ndeki tek temsilcimiz olan Fenerbahçe, ilk maçında Porto'ya 3-1 yenilmişti. Tabi 15 dakikada yenen 2 golün büyük payı var bunda. İkinci yarı Fenerbahçe beraberlik sayısını bulmak için oldukça iyi fırsatlar ele geçirmişti aslında. Ama olmadı. Ligdeki durumu da oldukça kötü Fenerbahçe'nin. Son Sivasspor maçında görüldü ki, takım geçen seneki görüntüsünden çok uzak. Bunlar yetmiyormuş gibi Semih'in de maçta oynamayacağı açıklandı. Dynamo Kyiv'le pek güzel hatıraları yok Fenerbahçe'nin. 2 yıl önce Şampiyonlar Ligi'ne kalma mücadelesinde Kyiv'e elenmişti. Maça gelince, Fenerbahçe oldukça büyük bir taraftar baskısı ile oynayacak karşılaşmada. Bu baskı sonucu ailecek hücuma çıkarlarsa, hiç istenmeyen bir durum ile karşılaşabiliriz. Kyiv belki de Avrupa'nın en iyi kontra atak yapan takımlarından biri. Ismaël Bangoura gibi çok da önemli bir oyuncuları var. Spartak Moskova'yı her iki maçta da 4-1 yendiler, Arsenal'i ise ellerinden kaçırdılar. Çok formda görünüyorlar. Büyük olasılıkla gollü geçecek bir maç. İlk golü bulan maçı koparabilir. Kyiv olursa bu takım, çok ilginç bir skorla karşılaşabiliriz. Hiçbir skor beni şaşırtmayacak o kesin. Skor tahminim: 3-2...

İlk maçı 1-0 ile kazanan Beşiktaş bu sefer Kharkiv ile Ukrayna'da karşılaşacak. İlk yazımda yazdıklarımı bir kez daha tekrarlamak istiyorum. Kesinlikle zayıf bir takım değil. Gerçi İnönü'de çektikleri şutlarla direk boyalarını dökerek bunu az çok ispatladılar. Kesinlikle 1-2 veya 1-3 gibi bir skor olabilirdi. Ama deplasmanda işler biraz daha farklı. Gol bulmak zorunda olan takım Kharkiv olacak. Haber bültenleri ise Beşiktaş'ın maça tek forvetle çıkacağı konusunda hemfikir. Holosko kanat oyuncusu olarak oynayacak olsa da bana göre o maçın kilit oyuncusu olacak. Beşiktaş'ın erken bir gol bulması eşleşmeyi bitirecektir. Kharkiv'in 3 gol bulması çok zor. Sivok'un durumu da kesinleşmiş değil bu arada. Onun eksikliği önemli bir etken olabilir. Zapotocny ile oldukça uyumlu bir ikililer. Yetişemezse Toraman oynayacak büyük olasılıkla. Gerçi bunun takım savunmasını çok da etkileyeceğini sanmıyorum. İlginç bir maç olabilir, ne olursa olsun Beşiktaş'ın turu alıp geleceğine eminim. Skor tahminim: 1-2...

Galatasaray ise çıkışını Bellinzona karşısında devam ettirmeye çalışacak. Kewell-Baros-Lincoln triosu oldukça formda. Normal şartlarda aralarında 8-9 gömlek fark olan iki takım. En büyük sürpriz ilk maçta yaşandı. Lincoln'ün eşek şansı ile attığı gol sayesinde kıl payı kazandık. Bellinzona'nın ondan iyisini yapacağını sanmıyorum. Hücum hattımız bu kadar formdayken oldukça gollü ve süratli bir maç olması oldukça muhtemel. Bayram ve uygun bilet fiyatları nedeniyle stadın dolacağını da düşünürsek oldukça farklı bir skor çıkabilir. Tahminim: 6-1...

Gelelim en zor durumda olan temsilcimiz Kayserispor'a. İlk maçta tam beraberliği yakaladım derken PSG'ye 2-1'lik skorla mağlup olmuşlardı. Gerçekten tur imkansıza yakın görünüyor. Hem karşıdaki takım, hem de deplasman olması bu düşünceyi destekler nitelikte. Gerçi son izlediğim PSG maçı biraz da olsa umutlanmamı sağladı. Evlerinde çok kötü bir oyun sonunda Grenoble'ye 1-0 yenildiler. Kayserispor ise yine bildiğimiz gibi... Kısır maçlarından birini daha oynayarak Eskişehirspor'u 1-0 mağlup etti. Yine Kayserispor'un en az 2 gol bulmak zorunda olması durumu güçleştiriyor. Maç tahminim: 2-0...
28 Eylül 2008 Pazar
Mesut Strikes Yet Once More

Allianz Arena'daki bozgunun başkahramanı hakkında geçen hafta yazmalıydım. Hatta başlığı da "Mesut Strikes Again" yapmalıydım ki bu haftakinin bir anlamı olsun. Birçok şey gibi onu da atlamak zorunda kaldım ne yazık ki... Ama Mesut Özil kendini unutturacağa benzemiyor. Schalke formasıyla ilk olarak 2006 sezonu öncesindeki Ligapokal karşılaşmalarında izlemiştik. İlk maçta Cassio Lincoln atılınca, takip eden iki maçta ilk onbirde oynatılmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Çok da iyi oynamıştı... Ama milli takım yönündeki tercihini çoktan yapmıştı, Almanya'yı tercih etmişti. Açıkçası bu seçimlerden sonra çok vah çekenlerden değilimdir. Zira Mesut Özil de, Serdar Taşçı da Alman futbolunun birer ürünü. Türk milli takımını seçenlerine de piyango olarak bakıyorum. Marco Aurelio'nun durumunu içime sindirdiğim gibi bağrıma basıyorum tabi Hamit Altıntop'u, ya da bir başkasını. Çok şükür öyle bir sorunum yok... Neyse ki Mesut mevzuunda rüya başlamadan sona ermişti bizim için. Muhtemelen Baba Özil verdi o kararı da. Schalke yöneticilerinin sıkça bahsettikleri adam. Söylediklerine göre Mesut ile sözleşme uzatamamalarının tek nedeni babasının Mesut'u dünyanın en büyük futbolcusu olarak görmesiymiş. Belki dünyanın en büyük futbolcusu değil ama Schalke'de daha fazla şansı da hak ediyordu. Zaten halihazırda önünü kesen Ivan Rakitic'in üzerine Jefferson Farfan'ın da transfer edilmesiyle Mesut'a bir şekilde kapı gösterilmişti bence.

Peki Diego'nun olduğu bir Bremen doğru istikamet miydi? Bayern maçına kadar şüphelerim vardı. Mesut sezona gerçekten iyi başladı. Belki skor tabelasında ismini sıkça görmüyorduk ama birkaç maçı domine ettiğini duyduk, gördük... Sonra Diego Pekin'den döndü, kafa iznini de tamamladı. İşte bu noktadan sonrası kritikti. Ama geçen hafta öyle bir Mesut izledik ki, kafamızda hiçbir soru işareti bırakmadı. Bence Diego ve Mesut'un bir arada ve önlerinde iki santrforla birlikte oynaması ne olursa olsun bazı marazlar doğuracaktır. 5-2 biten maç da dahil Diego ve Mesut'un aynı anda sahada kaldığı dakikalarda birbirlerinden güç aldığına rastlamadım, hatta çoğu zaman birisinin varlığı diğerinin sahada eğreti durmasına neden oldu bence. Yine de şu son performansı sonrası rahatça söyleyebilirim ki, bu durumdan birisi endişe duyacaksa o Mesut değil...

Bu hafta da Hoffenheim önünde maçı alan isim oldu Mesut. Perdeyi o açtı takımı adına, sonra durum 4-1 oldu. Bremen'in Allianz Arena'da arkasına aldığı rüzgarın, lige fırtına gibi giren Hoffenheim'ı bile aciz bıraktığını düşündük. Ama Hoffenheim yine pes etmedi. 4-4 yaptı durumu eksik kalmış evsahibi karşısında. Fakat sonunda ipi çeken Mesut oldu. Bu blogun yorum ekranında da, başka birçok platformda da iddialı konuşmuştum Hoffenheim konusunda. Özellikle "Gelecek sezon Hoffenheim'ı UEFA Kupası'nda izlememiz kaçınılmaz" şeklinde görüş bildirenlere, takımın bana ilk sezonundaki Cottbus'u hatırlattığını, iyi başlangıçta fikstürün de payı olduğunu falan söylemiştim. Fikstür? Adamlar Dortmund'u dörtlediler. Jürgen Klopp'un payı yok muydu? Vardı. Ama konu bu değil. Cottbus ile tek ortak yanları iskeleti Balkan menşeili isimlerden oluşturuyor olmaları. "Avrupa Kupası görürlerse blogun temasını Hoffenheim mavisi yaparız, bu bir sözdür" demişim burada. Son gördüklerimden sonra tırsmadım değil. Bunun üzerine Kevin Love da patlarsa blogu kapatır gideriz zaten! Yine de bir düşüş bekliyorum, en büyük umudum da Ramazan Özcan. Bugün yediği gollerde ne derece hatalı bilmiyorum, izleyemedim. Mesut'un gollerinde bireysel beceri ön plandaymış galiba, Diego'nun golünde bir kaleci hatasından bahsediliyor. Hafta arası Ralf Rangnick de Ramazan'ın yetersiz performansından dem vurmuştu. Vedad Ibisevic, Demba Ba ve Sejad Salihovic böyle devam ettiği sürece yediklerinden fazlasını atmakta zorlanmayacaklardır yine de.
Bu arada Dortmund-Stuttgart maçını da pas geçmedim, yarın yazmayı düşünüyorum. Tamas Hajnal'e ve aşağıda görülen güzelliğe bir saygı duruşunda bulunmazsak olmaz.

Schuld und Verantwortung










Bu tarzı çok sevmem ama sözü fotoğraflara bıraktım bu seferlik... Thierry Henry'nin en büyük hayranı sayılmam, Arsenal günlerinden kalma bir antipatim vardır kendisine. Bazıları bu antipatimi kıskançlığa yormuştur ama bana göre bunun asıl kaynağı Henry'nin tepeden bakan tavırları. Barcelona'ya transferi sonrası kariyeri büyük bir ivmeyle düşüşe geçse de Henry aynı Henry. Küçük dağları o yarattı çünkü... Ancak beni son dönemde en çok rahatsız eden tarafı sürekli bir şeylerden şikayetçi olması. Yukarıdaki fotoğrafların hepsi son üç aydaki maçlardan alınma. Henry gol kaçırıyor, hatalı paslar veriyor, savunmacısına faul yapıyor. Ama hiçbir zaman suçlu Henry değil. Henry'ye göre tabi. Leo Messi, Samuel Eto'o ile girmeye alışkın olduğu verkaçlardan birini denedi önce. Ama top Henry'den geri gelmedi. Onun yerine zayıf bir vuruş yapmayı yeğledi Titi. Suçlu kesinlikle o değildi. Kalecinin bulunmadığı, nispeten boş bir kaleye topu yuvarlamaktansa çizgideki savunmacılardan birinin kafasını nişanlamayı tercih etti. Suçlu o değildi, zaten top çizgiyi geçmişti de. Golü(!) vermeyen hakemdi suçlu.
Şu sıralarda evine döndüyse, eminim vicdanı çok rahattır Henry'nin. Günü kurtardı, maçı kazandırdı. Tamamen kendi becerisiydi attığı gol. Xavi'nin güzel pası mı? Carlos Kameni'nin basit hatası mı? Şans mı? Hadi canım siz de! O bu gece onu bu ana dek yedek bırakan Pep Guardiola'ya en güzel cevabı verdi, başından beri onun yeteneğinin farkında olan Barcelona'nın gerçek sahiplerine koştu golden sonra da... Artık sırtı yere gelmez. İnşallah!
20 Eylül 2008 Cumartesi
Yapma Bunu!

Miami, büyük umutlar beslediği çaylağı Beasley'e 50 bin dolar ceza vermiş. Sebep de yaptığı disipline aykırı davranışlar. Tabi sadece böyle geçiştirmişler neden olarak gösterilen olayı, ne yaptığı hakkında pek bir bilgimiz yok. Genellikle disiplin konusunda pek sert değildir NBA takımları, çok aykırı bir şey olmadıkça ceza vermezler. Tabi Miami'nin de oyuncuyu disipline edebilmek için baştan sert davranmış olma olasılığı da var.
Wade ve Marion gibi göz zevkimizi tatmin eden yıldızların geçen yıl düştüğü durum gerçekten çok kötüydü. Bu sene Beasley ise yılın çaylağı ödülünün en güçlü adaylarından biri. Umarım bu disiplinsiz hareketleri devam etmez Beasley'in, beklenen katkıyı yapar takıma. Hazır Philadelphia kadroya ayar çekmiş, bir de Miami katılsa, Doğu biraz daha karışsa fena mı olur yani.
16 Eylül 2008 Salı
Avrupa Macerası #1

Bundan sonra her Avrupa Kupası haftasında rakiplerimizi değerlendirip, tahminler yapmaya çalışacağım. Son Türk takımı elenene kadar da devam edecek bu yazı dizisi. Umarım şubat, mart aylarını görebiliriz. Şu an yolumuza 4 takım ile devam ediyoruz: Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Kayserispor.

İlk önce Fenerbahçe ile başlayalım. Fenerbahçe, geçen yıl yakaladığı müthiş performans ile çeyrek final oynama başarısı göstermişti. Hatırı sayılır para ve tanınırlık da cabası. Bu parayı, hatta daha da fazlasını Aragones-Güiza-Emre üçlüsüne verdiler. Ayrıca takımın en önemli parçalarından biri olan Aurelio da hiçbir karşılık alınmaksızın Real Betis'e gitti. Geçen yıl müthiş oynayan Vederson ve Deivid'in sakatlıkları ile de oldukça yara aldılar. Lige yapılan başlangıç da hepinizin malumu. Bu maçta Edu ve Semih de sakatlıkları dolayısıyla oynayamayacak. Porto ise geçtiğimiz günlerde en önemli yıldızı Quaresma'yı Inter'e sattı. Ama takım yapısında pek bir değişiklik yok. Lucho Gonzalez gibi tehlikeli bir oyuncuyu hala ellerinde bulunduruyorlar. Porto'nun lanetine de değinmeden geçemeyeceğim... Porto 7 yıldır Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk maçında galibiyet alamıyor. Galatasaray da ön elemelerde hiç elenmiyordu ya neyse... Maç hakkındaki tahminime gelince... Fenerbahçe'nin kazanma ihtimali bana göre çok düşük. Beraberlik çok iyi bir sonuç olacaktır. Maçın favorisi Porto.

4-5 yıldır 'Avrupa fatihi' ünvanını 'Avrupa paspası' yapabilmek için elinden geleni yapan, benim de taraftarı olduğum Galatasaray'a geçelim. Rakibimiz yine bir İsviçre takımı. Artık bu geleneksel hale geldi neredeyse. Her yıl bir takımımız, ki çoğunlukla da bu Galatasaray oluyor, bir İsviçre takımı ile eşleşir ve eler. Bu sefer rakibimiz olan takım ise geçen yıl ikinci ligde iken kupa finali oynayan Bellinzona. Bu sene üst lige yükseldiler ve şu anda 10 takımlı ligde 9. sıradalar. Kadrosunda çokça üçüncü sınıf İtalyan oyuncu bulunduran zayıf bir takım görüntüsündeler. Galatasaray'da yine her zamanki gibi sakatlık sorunu var, ama bu sorun olmamalı, olamaz da. Bellinzona'ya karşı Michael Skibbe forvet, Ümit Davala da yıllar sonra sağ bek oynasa yine kazanmalıyız. Taraftar bir hayal kırıklığını daha kaldıramaz. Bu takıma da elenirsek zaten, Adnan Polat kendini balkondan atsın. Maç hakkındaki tahminim maçı Galatasaray'ın 2 farklı kazanacağı yönünde...

Beşiktaş bu sezona geçen yıllara nazaran oldukça iyi bir başlangıç yaptı. En önemli eksikleri olan savunma tandemi sorununu da Zapotocny ve Sivok'u alarak sona erdirmiş gibi göründüler. Beşiktaş'ın rakibi Metalist Kharkiv adı duyulmamış bir takım. Ama yanıltmasın, hiç de boş bir takım değiller. Everton'a ecel terleri döktürdükleri eşleşmeyi bazılarınız hatırlıyordur. Lucescu'nun yaptığı açıklamalar da tehlikeyi destekler nitelikte. Doğu Avrupa takımlarının ortak özelliği olan kontra atak konusunda da oldukça iyiler. Beşiktaş gol atmaya gideyim derken gol de yiyebilir. Son maçlarda Beşiktaş'ın sergilediği başarılı savunma performansının güven verdiği de bir gerçek. Maç hakkındaki tahminime gelince, 1-0'lık veya 2-0'lık bir Beşiktaş galibiyeti bekliyorum.

Kupa şampiyonumuzun rakibi oldukça ünlü bir takım olan Paris Saint-Germain. Tabi eski PSG değiller. Geçen yıl düşmekten son anda kurtuldular ve kupa performansı sayesinde UEFA Kupası'na katılma hakkı kazandılar. PSG diğer sezonlara nazaran bu sezona oldukça iyi başladı: 5 maçta 10 puan. Giuly, Makelele, Rothen ve Kezman gibi kariyerli oyunculara da sahipler. Aldıkları 10 puana rağmen hücumda verimlilik açısından büyük sıkıntı çektikleri de kesin. Oynadıkları beş maçın biri 1-1 biterken, diğer maçları da 1-0'lık skorlarla sona erdi. Gerçi Kayserispor'un da aşağı kalır bir yanı yok. 3 maçta 5 puan, attıkları 1 gole karşılık hiç gol yemediler. Gökhan Ünal'ın gidişi ve Mehmet Topuz'un formsuz olması nedeniyle skor konusunda sorunlar yaşıyor Kayseri temsilcisi. Ama beklenenin aksine savunması geçen yıla göre çok daha güven verici. Bu veriler ışığında maçın 0-0 biteceğini düşünüyorum, bir gol olursa da PSG atar. 0-0 veya 0-1...
Avrupa kupalarında ülkemizi temsil eden tüm takımlarımıza yürekten başarılar...
14 Eylül 2008 Pazar
Miccoli, Frei ve Hatırlattıkları

Yüzler çabuk eskiyor yeşil saha üzerinde. İnsanlar da sürekli yeni isimleri görmek, yeni umutlara filiz vermek istiyor bünyesinde. Bu hayatın her alanında böyle aslında, insanın hamurunda olan bir eğilim bu... Yine de bazen eski oyuncuları görmek gerçekten paha biçilmez duygular yaşatıyor. Fabrizio Miccoli'yi Roma karşısında izlerken de bu duyguları yaşadım. Miccoli sempati duyduğum bir isimdir, değeri tam olarak verilmeyenlerden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Modern futbolun artık onun gibi 10 numaralara sırtını döndüğü gerçeği önümüzde. Yine de bu inatçı adam, nereye gitse kendini sevdirerek ayrıldı. Belki 90 dakika boyunca pres yapan, rakibi bunaltan bir orta saha oyuncusu değil. Ama yüreğini her zaman ortaya koyan bir futbolcu, sırtını yeteneğine yaslayıp da işi oluruna bırakan bir futbolcu değil yani. Onu her gördüğümde Cristian Brocchi gelir aklıma. İkisi de İtalya'nın yetiştirdiği önemli yeteneklerdendir bence, ama buna rağmen büyük takımlarda göze girememişlerdir. Brocchi zaten futbola Milan altyapısında başlamıştı. 3 yıllık bir ayrılık var, onun dışında hep Rossoneri'nin malıydı. Zaman zaman kadroda kendine yer buldu, zaman zaman da kiralık olarak Çizme'nin farklı bölgelerinde futbolunu oynadı. Milan kadrosundayken de antrenman topçusu hüviyetindeydi genelde, kupa maçlarında boy gösterirdi en fazla.

Rato Miccoli de Brocchi'nin Juventus versiyonu bir bakıma, Juventus formasıyla sadece Galatasaray'a attığı golle aklımda gerçi. O maçın da Juve için gazozuna maç havasında olduğundan söz etmeli. Benfica'da geçen 2 sezon dışında İtalya kazan, Miccoli kepçe... Ama gittiği her yerde de bir iz bırakabilmiş bir adam. Geçen sezon transfer olduğu Palermo'da vasat bir sezon geçirmişti, bu sezon farklı olabilir. Gerçi Roma maçı ne derece ölçü olur bilinmez, zira Roma'nın savunma hattını gördükten sonra Can-Yasin tandemi bile çok kötü gelmedi bana. Simone Loria'nın Can Arat'tan pek de bir farkı yoktu zira. Yanında da her sene birkaç kez kendini gösterip bizi şaşkına çeviren Christian Panucci. Tamam bırakalım oynasın da, Roma'da ya da milli takımda değil. En azından artık değil... Miccoli önderliğindeki Palermo da golleri bulmakta zorlanmadı bu savunmaya karşı, savunmaya sıfır katkı veren bek ikilisinin de etkisi vardır tabi. Bir yanda Cicinho, diğer yanda John Arne Riise. Fabio Simplicio ve Mark Bresciano da müthiş top oynadılar ama Roma'nın ideal savunma hattı karşısında aynısını görebilir miydik, şüphelerim var. Neyse efendim, özellikle Miccoli'nin o ilk golü sonrasında yaşadığım hazzı paylaşmak için girdim bloga da. Maç değerlendirmesine dönmesin. Bacağında Che Guevara dövmesini taşıyan, kızına Hindu dilinde bir isim koyan bu radikal adamın önünde bir kez daha eğilmiş olalım saygıyla. Ona da, Brocchi'ye de "Belki başka bir dünyada" diyip bir diğer emektara geçelim...

Alexander Frei'ın sakatlığını zaten biliyoruz, yürek burkan bir andı. Turnuvanın evsahibi İsviçre'nin sahadaki mutlak lideri, henüz ilk maçın 45. dakikasında gözyaşları içinde oyundan çıkıyordu. Bütün stadyum yaşadığı hayal kırıklığını bir kenara koyup kaptanını alkışlıyordu. O mağrur kaptan bu talihsiz yaza rağmen hayata devam ediyor. Doktorların öngördüğü iyileşme sürecinin de ilerisine gidip, beklenenden önce döndü sahalara Frei. 29 yaşında bu geri dönüşü bu kadar çabuk yapabilmek bile bir başarı öyküsü. Evet o da 29 yaşında, tıpkı Miccoli gibi. Ama yüzü çabuk eskiyenlerden. Özellikle Steven Gerrard'a tükürmesi sonrası her gün uluslararası spor basınının ilk sayfalarında yer edindi kendisine. Hala ilk olarak o tükürüğü çağrıştırır Frei ismi geniş kitlelerde. Yerel ligde kalitesini gösterdikten sonra Rennes formasıyla Ligue 1'un altını üstüne getirmişliği vardır. Gol krallığı yaşamıştır burada. Sonrasında ise Almanya'yı ve Nordrhein-Westfalen'i tercih etmiştir. Kafasında nasıl bir Borussia Dortmund tasarlamıştı bilemiyorum ama kulüp onun transferinden önce de bir oyuncu çöplüğü haline gelmişti hafiften... O geldikten sonra da aynen devam ettiler. Geçen sezonun ilk yarısında sakatlık nedeniyle takımını yalnız bırakmıştı, ama bundan çok da şikayeti yok gibiydi.

Ancak bu sezon farklı bir Dortmund izliyoruz şu ana dek. Yapılan takviyelerle oluşturulan kaliteli kadro, göze hoş gelen hücum futbolu... Frei da Jürgen Klopp'un getirdiği bu yeni havaya ayak uydurmuştu, hiç şüphesiz bu güzelliğin bir parçası olmak istiyordu. Bu akşamüstü oyuna Nelson Valdez'in yerine girdi, skor 2-0 Schalke lehineyken. Sonra üçüncü gol geldi. Savunmada birkaç hata yapsa da Neven Subotic attığı golle ilk ışık hüzmesini gösterdi takımına. Sonra ise Frei sazı eline aldı. 71. dakikada mükemmel bir gol attı, fark artık 1 idi. Schalke oyuncuları neye uğradıklarını şaşırmışlardı, önce Christian Pander ikinci sarı karttan atıldı, arkasından da Jakub Blaszczykowski'ye yaptığı insanlık dışı müdahale sonrasında Fabian Ernst. O direkt kırmızıdan atıldı tabi, pislik herif... Yani her şey Dortmund'un lehineydi artık, hatta belki hakem de. Zira Frei'ın ilk golünün mükemmeliyeti ne kadar tartışmaya kapalıysa, nizami olmadığı da o derece aşikardı. Yarım metreye yakın ofsaytı kaçırdı yan hakem. Son dakikada gelen penaltı düdüğü ise puanı müjdeliyordu sarı-siyahlı taraftara, zira topun gerisinde Frei vardı. Mladen Krstajic'in yaptığı hata sonrası kazanılmış haklı bir penaltıydı, Frei'ın ise Krstajic'e acımaya hiç niyeti yoktu. Her zamanki penaltısını attı, ters köşeyi yaptı. Ralf Fährmann köşeyi doğru tahmin etse de bir şey değişmezdi ya... Sonuçta yönetimin uğruna Mladen Petric'i gönderdiği Mohamed Zidan ıslıklar eşliğinde kenara giderken, bir stadyum dolusu insan eski kahramanlarını alkışlıyordu yine.
Dortmund şu anda dördüncü sırada ve fazlasını da vadediyor. Öte yanda Palermo'nun hücum hattı da parmak ısırtacak cinsten. Bakalım adamlarımız 30 yaş arefesinde kariyerleri adına fark yaratacak bir sezon geçirebilecekler mi? Ya da artık hak ettikleri saygıyı biraz olsun görebilecekler mi?
11 Eylül 2008 Perşembe
Bu Çocuğa Dikkat!

Evet size bahsedeceğim oyuncu 30.10.1991 doğumlu, 1.96'lık kısa forvet Tomás Satoránský. Aslında ışıltılar daha geçen seneki Avrupa Yıldızlar Şampiyonası'nda gelmeye başlamıştı. Yakaladığı 15 sayı, 12.3 ribaund, 4.7 asistlik istatistik ile turnuvayı hem ribaund, hem de asist kralı olarak tamamlamıştı. Tabi o zamanlar bu blog olmadığı için size bahsetme fırsatını bulamamıştım. Bu yıl da Avrupa Gençler Şampiyonası'nda oynadı ve inanılmaz istatistiklerine devam etti. Ama Çek Cumhuriyeti, Division B'de zayıf takımlarla oynadığı için istatistiklerin yanıltıcı olabileceğini düşünerek yine bahsetmedim. 16.1 sayı, 7.3 ribaund ve 6.4 asist ile bitirerek MVP ödülünü almıştı oysaki.
Çek Cumhuriyeti Milli Takımı'na seçilince Jiri Welsch ile idman yapmak falan onu çok geliştirir diye düşünüyordum. Ama bir baktım istatistiklere, idman falan hak getire, adam takımın önemli parçası haline gelmiş. Adam dedim pardon, çocuk. İngiltere ve İsrail'e karşı mücadele eden oyuncunun istatistikleri: 26 dakika, 9.5 sayı, 3.5 ribaund ve 2.5 asist. 17 yaşında bir çocuk için bu tip yüksek zorluktaki bir organizasyonda bu istatistikler gerçekten müthiş. Çek Cumhuriyeti'ne kademe atlatabilecek potansiyeli var oyuncunun. Çalışmasına devam edip, gelişimini sürdürürse NBA'de kendinden söz ettirecek bir oyuncu olacağını düşünüyorum. Zira Çekler'in şu anki yıldızı olan Welsch, o yaşlarda sakalları çıksın diye günde dört kere tıraş oluyordu tahminen.
You Tried to Make Me Go to Rehab...

"...and I will go, go, go!" diye tamamlamış Ronaldo, Amy Winehouse'un aksine. Futbolun güzelliğini kavramaya başladığınız dönemler doksanlı yıllara denk geliyorsa, bu adamın yokluğuna alışabilmeniz mümkün olmuyor. Hele bazı yeni yetmeler Ronaldo dediklerinde, Cristiano Ronaldo'yu değil de hakikisini kastettiğini düşündüğümde demode buluyorlar ya beni... En çok da buna uyuz oluyorum. Akabinde de Compostela'ya attığı golün linkini atıyorum vakit kaybetmeden. Cristiano Ronaldo geçen seneki gibi oynasın, canımızı verelim de "Ronaldo" diye hitap etmemizi beklemesin hiç kendisine... Ben "C" derim, başkası tamamen farklı bir şey der de "Ronaldo" olmaz. Fazla hassasım bu konuda galiba.
Bir yerden başlaması gerekiyordu Ronaldo'nun, bu kesindi. Hele de yaz başında göbeğiyle çektirdiği pozları sonrasında. Bu saatten sonra eski hızını kazanması bugüne kadar öğrendiğim bilim dallarının her birine ayrı ayrı aykırı olur da, en azından Romario gibi bir bitiriştir Ronaldo'nun namına yakışan. Brezilya plajlarından gelmiş iyi sinyaller... Kafasına koyduğunu yapar biliyoruz. Hayırlısı...

Bir başka rehabilitasyon çabası da Shawn Kemp'ten geldi bu yaz. Premiata Montegranaro ile anlaşması blogumuz için de haber değeri taşımaktaydı, karaladık bir şeyler buralara. Salı günü de antrenmanlara başladığı yönünde bir duyum aldık, söylenene göre teknik ekibin beklemediği kadar fit gelmiş Kemp İtalya'ya. Profesyonellik anlayışıyla da herkesi kendine hayran bırakmış. Tabi bu açıklamaları Sinan Engin de yapıyor sık sık, bir de sahada görmek lazım. Parkeye adımını atacağı ilk hazırlık maçını merakla bekliyoruz. Hadi sana da rastgele, Reignman!

Spor Sergi'den Kalma Bir Akşam

Eurobasket '09... Bogdan Tanjevic göreve geldiği günden beri bir şekilde görmezden gelinen, kayıp bir turnuva Türk basketbolu için. Bu yaz kurulan kadronun da turnuvaya verilen değer paralelinde olduğunu kolayca fark edebiliyoruz. Ukrayna ve Belçika maçlarında izlediğim milli takımı beğendiğimi söyleyemem, bu bağlamda Fransa'nın bizi içeride dışarıda yenmesi hiç şaşırtmazdı beni. İşte bu yüzden Ukrayna'nın Fransa galibiyeti herkesi biraz olsun mutlu ederken beni telaşa sürüklemişti. Fransa idi sonuçta karşımızdaki... Belçika hiçbir şey oynamadan başa çıkabileceğimiz bir rakipti, ama Fransa öyle miydi?

Yine de 2010 öncesi bu takımı son bir kez canlı izlemek fena olmazdı, önce komşu blogdan Anıl'ın nabzını yokladım, maçın saati birçok kişi gibi ona da uymuyormuş... Ben "Yok abi gitmem herhalde" moduna geçmişken bir telefon yetişti imdadıma. Sabancı Üniversitesi'nde okuyan bir arkadaşım aradı, bizim liseden... Kendisinin sene içerisinde Avrupa Yakası'na geçmesi şarkılarla türkülerle kutlanır, öyle nadirdir. Tabi adam da haklı bir yerde, en makulü kampüs içinde komün hayat yaşamak rahat rahat. Ben de olsam öyle yapardım. Neyse arayıp da "Maça gidelim mi?" deyince, üniversitem hayatımı ne kadar zorlaştırıyor olursa olsun reddedemedim. Öncesinde bir Taksim yaptık, saat 4 suları da yola koyulduk. Rahatız tabi, maç saati sanki kimse gelmesin diye özel olarak belirlenmiş. İftar var, futbol maçı var. Birkaç Zeytinburnu bıçkını, birkaç da İbrahim Kutluay hayranı bekliyoruz. Yanılmışız... Salonun otoparkına geldiğimizde bilet bulamama ihtimaliydi kafamızı kurcalayan. Bulduk efendim, güzel de yerden izledik. Basının arkasındaydık. Kaan Kural'ın İbo ödülünü alırken istifini bozmadan YouTube'dan video izlemeye devam etmesini, maç sırasında bir süre Ekşi'de takılmasını falan takip etmek de güzeldi. En azından geyiğimize malzeme oldu. Çok da severiz kendisini, her basketbolsever gibi. Hatta Facebook'tan friend request bile göndeririz, o derece! Yalnız perdeleri inmiş bir Abdi İpekçi'de en üst sırayı dolu görmek ne büyük bir zevkmiş. Yıllar sonra belki de. Hepsinin ayağına sağlık... Pota arkasındaki "Fuck You FRANSA" diye bağıran, işi "Parker'ın Karısı Porno Yıldızı"na götürmesinden endişelendiğim taraftar grubu da buna dahil.

Organizasyon anlamında da güzel bir gündü, bu kalabalığa devre arasında Türk Milli Takımı'nın efsanelerini tanıtmak güzel düşünülmüş bir jestti. Yalçın Granit, Ali Uras, Kemal Erdenay, Battal Durusel, Mehmet "Aferin Memoş" Baturalp ve şu an hatırlayamadığım birçok isim... İbrahim Kutluay'a da bugüne kadar yaptıkları için teşekkür ettiler. Alenen bir veda bence, uzatmaya gerek yok. Milli takıma çağırmamakla yetinmeyip onu en büyük aşkı Fenerbahçe formasından da mahrum bırakan Tanjevic, 2010 kadrosunda mı yer verecek İbo'ya... Gerçi Tanjevic bu, beyninin çalışma prensibini anlayamadığımız bir isim. Belki insan zihninin kavrayabilmesi için çok parlak bir zeka ondaki, bugünkü manşetlere bakıldığında da bütün spor basınının 180 dönerek bu düşünceye kendini kaptırdığını görüyoruz... Garip ülkeyiz, basınımız da farklı değil. Neyse... Sola drive edemez. Sağa drive eder, ama etmese daha güzel. Yine de Harun Erdenay'la birlikte doksanlı yıllar boyunca bu ülke basketbolunun yüzü oldu İbrahim Kutluay. Dünkü gibi bir şeye gerek yoktu bence. Veda edilecekse ismi konulmalı, belki de bir veda maçı ayarlanmalıydı. Ama dünkü seremoni biraz eğreti durdu benim nazarımda.

Milli takımı değerlendirmeden önce rakibi değerlendirmek çok daha mantıklı olacaktır. Açık ara gördüğüm en kötü Fransa kadrosu idi sahadaki, evet alt yaş kategorilerinde bile ben böyle vasıfsız bir Fransa gördüğümü hatırlamıyorum. Tony Parker, tek kelimeye ihtiyaç duymayan bir isim. Ronny Turiaf'in de ailecek hastasıyız, dünkü bazı aşırı hareketlerine rağmen. Ama hücumda arada sırada kullansa da çok büyük bir tehdit oluşturamayan orta mesafeleri, blok merkezli ve bence fazlaca abartılan bire bir savunması ve rebound alanındaki zayıflığı ile Turiaf önemli bir NBA oyuncusu da olsa Avrupa'da kafaya oynayan bir milli takımın 2 numaralı ismi olamaz. Jim Bilba olur, Alain Digbeu olur, o olamaz. NBA yaftası her şey değil yani... Aynı şekilde Denver'ın temposunda zaman zaman etkili olabilen, ancak dışarıda 10 Hakan Demirel etkisizliğinde olduğu söylenen Yakhouba Diawara da arkadaşlarının eline baktığı bir isim olup çıkmış. Maç öncesinde kadroya baktığımda kapalı kutu birkaç isim vardı, özellikle Nando De Colo'dan genelde övgüyle bahsediliyordu. Belçika maçında da iyi skor yapmış galiba, ama bizim maçta o da yoktu. Zaten ilk periodda anladım bazı şeyleri, takımın en iyi şutörü olarak bu adam gösteriliyorsa Parker'ın işi vardı bu gece. Nitekim de beklediğim gibi oldu. En azından birkaç genç takviye edebilirlerdi kadroya ama bu takım üç NBA yıldızı(!)nın çevresini yerel ligden adamlarla donatma prensibine göre kurulmuş. Şut atamayan, dolayısıyla "Gel bana alan savunması yap" diyen kısalar ve basiretsiz uzunlar. Uzun zamandır silkinmesini beklediğimiz Oğuz Savaş için çok güzel bir maçtı bu mesela, istesen ayarlayamazsın. Claude Marquis, Stephen Brun... İkisi de öğle yemeği niyetine yiyeceği adamlar. Yedi de sağolsun. Belki William Soliman biraz daha fazla süre alsa işleri zorlaştırabilirdi, zira Chorale Roanne formasıyla Oğuz'u denize döktüğü bir maç hatırlıyorum gibi gibi... Dounia Issa, Steed Tchicamboud sahadaki duruşlarıyla insanın gözünü rahatsız eden isimler zaten, bir iki çer çöp daha var böyle kadroyu tamamlayan.

Rakip kötü bir rakipti, ikinci periodun sonunda Parker'ın one-man showunu bir kenara koyarsak bizim için hiçbir zaman tehlike arz edemediler. Rahat rahat elimize geçirdik oyunun kontrolünü... Ama bu, güzel oyunumuzu gölgelememeli. Uzak ara bu yazın en olgun basketbolunu oynadı takımımız. Alan savunması yapılması farz olan bir şeydi zaten, işe yaramaması beklenemezdi. Parker'ın kenarda olduğu kısa sürede de bazı tuzaklar devreye sokuldu doğru olarak. Yannick Bokolo'nun panik olması için yetti de arttı zaten bunlar... Bize de Parker'ın bıraktığı birkaç teardropu ihmal edersek, Fransız kısaların karavanalarını keyifle izlemek kaldı. Yalnız bir ara basketbol adına feci bir hal aldı bu, bizimkilerden Engin Atsür ve Sinan Güler de karşılık verince. 2 dakikalık bir süre içinde 4 airball gördük yanılmıyorsam. Hücumda da uzunlarımız karşılarında hiçbir direnç bulamayınca, yine aynı boşluk usta guardımız Kerem Tunçeri tarafından da defalarca değerlendirilince çok sıkıntıya düşmeden 77 sayı gördük. Bunu yaparken Hidayet Türkoğlu'nun skor anlamında devreye neredeyse hiç giremediğine, Ersan İlyasova'nın da kendi standartlarının çok çok altında bir hücum performansı gösterdiğine değinmeden geçmeyelim. Bu iki ismin tartışmasız olarak hücumdaki en büyük iki silahımız olduğunu hatırlatmama bilmem gerek var mı?

Her şey çok güzeldi de az önce Engin'den bahsettim, durumu gerçekten hoş değil. Efes Pilsen'in Mario Kasun, Preston Shumpert ve Charles Smith ile birlikte en çok hoşuma giden transferiydi belki de. Bir de Sinan tabi. "Shumpert alınacaksa Smith neden alındı ki?" sorusu benim de kafamı kurcalıyor, bu soruyu erteliyorum şimdilik. Ama gerçekten çok kötü bir psikolojide Engin, Tanjevic'in ısrarla onu sahaya sürme yönteminin işlemediği, hatta ters teptiği de aşikar. Ben onun bu yazı Efes Pilsen'le geçirmesini istiyordum aslında. Ergin Ataman'la, geriye gitmekte olan kariyerini yeniden ayağa kaldırmak için uzun soluklu bir kampla iyi bir başlangıç yapabilirdi. Tüm sezon birlikte oynayacağı oyuncuları ne kadar erken tanısa, coachuna ne kadar çabuk ısınsa o kadar iyi bana kalırsa. Bakalım bu adam gibi adamın sonu ne olacak. Bugün staj sırasında da artık sadece 'annelerin damat adayı' olmadığını, aksine bizzat genç kızlar tarafından hastası olunan bir adam haline geldiğini görmüş bulundum. 2 sayı attığı bir maç sonrası bile maç muhabbetlerini domine edebiliyor yani, helal olsun gözümüz yok... Ben Kerem Tunçeri'nin veliahtı olarak görüyordum Japonya performansı sonrası. Şu anda ise oyunu kurması gereken zamanda, dip çizgide falan görülüyor. Bir an önce kendine güvenini geri kazanmalı, sorumluluk aldığı günlere geri dönmeli. Sırf bu yüzden bu dönemi Tanjevic ile değil Ataman'la geçirmesini yeğlerdim. Ama bugün Hakan dejavusu yaşatmaktan öteye gidemiyor Engin bize. Tanjevic'in hoşuna gidiyor herhalde, zaten bazı takıntıları olduğu açık. Fenerbahçe Ülker'de Gasper Vidmar, milli takımda Fatih Solak... 5. faulün yolunu gözledim ilk periodda, gelmedi. İnişe geçen toplara yapılan darbeler, vücut koyup bire bir savunma yapılacak yerlerde hoplamalar, zıplamalar. Tamam blok fetişistisin, saplantılısın, Hollanda maçında bunu izlemek güzel geliyor, güldürüyor da... Ama basketbol oyna yahu sahada arada bir de. Tüm bunlardan sonra ikinci yarıya başlayan beşte yine Fatih. Bir zaman geçişi daha yapalım, Tanjevic'in takıntıları daha bir somutluk kazansın: Valentin Pastal-Barış Hersek.

Çok büyük bir mucize olmazsa Polonya'da olacağız, oluşturulacak kadroyu şimdiden merak ediyorum. Tanjevic varsa kesin konuşmak imkansız, kimi kesse şaşırmam. Ama taş gibi takımlar olacak karşımızda, bir de olağandan fazla taş gibi olmayan takım olacak galiba. Eleme kuralarında nasıl bir vurdumduymazlık içindeyse FIBA, şöyle iki grup ortaya çıkabiliyor...
A Grubu: Sırbistan, İtalya, Bulgaristan, Macaristan, Finlandiya
B Grubu: Letonya, Portekiz, Estonya, Makedonya
Aslında C ve D gruplarına baktığımızda da arada bir uçurum olduğunu görüyoruz. Sedat Abi batug.com forumunda yazınca fark etmiştim de... Bu takımlar arasında FIBA sıralamasına göre en iyi dört takımın iki gruba dağılması, yanlarına da diğer grupların seribaşlarından bile iyi sayılabilecek Bulgaristan ve Ukrayna gibi takımların verilmesi hiç adil değil. Tamam bugün Avrupa basketbolunun 1 numaralı gündem maddesi bu olmayabilir ama madem böyle bir turnuva yaptınız, sahip çıkın hocam!
10 Eylül 2008 Çarşamba
Anket Durumları #1

Abdi İpekçi'den geldim, üzerine gelen futbol maçı kesmedi pek. Aslında iki maçtan da bahsetmek lazım bir ara, Oktay'la paslaşıp yazarız muhtemelen... Ama öncesinde anketimizden bahsedelim dedik. Ayakların alıştığını fark etmiştik bir şekilde fakat ben bu kadar katılım beklemiyordum. Oylayan 51 kişiye de, eğer varsa kendini oylayacak yeterlilikte hissetmeyip oylamamayı seçen doğuştan agnostik o güzel insanlara da çok teşekkürler.

"Pekin 2008'de sizde en büyük hayal kırıklığını hangi atlet yarattı?" diye sormuştuk. Yüzme ve jimnastik de baba dallarıdır olimpiyatın, ancak çoğu kişi için olimpiyat pist üzerinde atılan ilk deparla başlar. Ben de bu insanlardanım galiba biraz, bu ankette de atletizm sınırlarında kalmayı tercih ettim. Aslında Blanka Vlasic'in kazanması yönündeydi beklentim daha çok, bense Tyson Gay'i tercih ettim. Ama hayal kırıklıklarının odak noktasında olduğunu bilmiyordum, hatta "Belki de ben fazla şey bekliyorum bu adamdan" da diyordum kendime sık sık. Kendisi Maurice Greene'in yerine koymaya çalıştığım adamlardandır zira. Tabi Usain Bolt, Greene falan bırakmadı ortada da sempatiden bahsediyorum ben. Ama herkes bir şeyler bekliyormuş ondan, açık ara en büyük hayal kırıklığı seçildi Pekin'in. Çok fazla dağılmadı oylar, Liu Xiang da "Ben de az buz hayal kırıklığı değilim hani" dedi aldığı oylarla... Oktay'ın oyu da Stefan Holm'e gitmiş sanırım, bu yüce kariyeri bir altınla sonlandırmasını kim istemezdi? Özleyeceğiz bu büyük küçük adamı...

Ankette öne çıkan isimler şöyleydi:
Tyson GAY - 22 - 43%
Blanka VLASIC - 11 - 21%
Liu XIANG - 6 - 11%
Meseret DEFAR - 4 - 7%
Stefan HOLM - 3 - 5%

Premier League transferleri ile ilgili bir şeyler var kafamda. Sağ sütunda bulabilirsiniz onu da bugün yarın, anket halini almış bir şekilde. Bu aralar biraz ihmal ettim buraları. Staj ve ders kayıtları öldürücü bir ikili oluşturabiliyor eğer 'asırlardır çağdaş' bir eğitim yuvasında eğitiliyorsanız, bilen bilir... Yine de biraz biraz kaybolan güncelliği geri kazanma arzusundayız...
9 Eylül 2008 Salı
Türkiye'de Gol Atmak Zor!

Fenerbahçe'nin transfer ettiği La Liga Gol Kralı Dani Güiza'ya ait bu sözler, sizin de bildiğiniz üzere. Mateja Kezman da benzer açıklamaları geçen sezon başında yapmıştı. Ülkemize elit liglerden gelen tüm oyuncular oynamadan önce 25 atarım, 35 atarım düşünceleriyle geliyorlar. Kalite olarak diğer ligler ile aramızda bariz bir fark var, o su götürmez bir gerçek tabi. Ama Anadolu kulüpleri büyük takımlarla oynarken sürekli rakibi oynatmama düşüncesiyle oynuyorlar. Bu da tabi ki oyun kalitesini ve üretkenliği azaltıyor. La Liga'da Getafe'nin evinde Barca ile oynarken kapandığını hatırlamıyorum ben mesela. Futbol oynama çabası içerisinde bütün takımlar.
Bunlar gerçekler tabi ama kafamı kurcalayan şeyler de var. Semih geçen sene neredeyse maç başına 45 dakika oynayıp, 17 tane gol attı. Atan adam atıyormuş demek ki. Bu açıklamaları yapan oyunculara da bakmak lazım biraz. Kezman'ın kariyeri zaten düşüşe geçmişti geldiğinde. Chelsea-A.Madrid-Fenerbahçe. Aslında totalde başarısız görünse de oldukça önemli maçlarda golünü de attı Kezman. Ama istikrar yok tabi. Hele bazı maçlarda boş kalelere kaçırdıklarıyla Fenerbahçe taraftarının saç nüfusuna büyük bir darbe indirmişti. Güiza'nın da geçen yılki performansını görmezlikten gelirsek, pek de göz alıcı bir performansı yok. "İspanya'nın Zafer Biryol'u" diyen de oldukça fazla kişi var. Güiza da Hakan Şükür gibi galiba. Daha iki maç oldu bira-sigara ile efkar dağıtmalar, basına bu tip açıklamalarda bulunmalar, ilginç.
Ben 15 milyon euronun Güiza için oldukça uçuk bir miktar olduğunu düşünmekteyim. Orta sınıf bir forvet bence. Tahminim ligi 15 gol civarı bir istatistikle tamamlar. Ama daha önemlisi Şampiyonlar Ligi. Çünkü oyuncu ilk defa Avrupa Kupaları macerası yaşıyor. Bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde oldukça başarılı olmasını istiyorum, umarım Güiza da verilen paranın karşılığını bir nebze de olsa verebilir.
7 Eylül 2008 Pazar
Armenia: Three Points

Ermenistan ile aramız pek iyi değildir. Ne onlar bizi sever ne de biz onları. Eurovision aklıma geldi maçtan sonra. Hiç puan alamazdık. Zaten Madonna'yı çıkarsak yine puan alamazdık ya, o ayrı. Ama bu sefer olay başkaydı tabi. Bu sefer onlar puan vermedi, biz kendimiz aldık. Aslında elemelere başlamak için iyi bir maç oldu. İlerleyen zamanlarda ve puana ihtiyacımız olan bir bölümde Ermenistan'la karşılaşsak daha tehlikeli olabilirdi bu maç.
Avrupa Şampiyonası yarı finalisti olarak maça çıkmamız Ermenistan'ı daha da motive eder düşüncesinde olan çok kişi vardı. Bizim de meşhur eleme performanslarımız bunu destekler nitelikte tabi. Malta ve Moldova maçlarını unutmuş değiliz. Bu da maç öncesi biraz da olsa acaba sorusunu aklımıza getirmiyor değildi hani. Ama EURO 2008'de edindiğimiz 'kazanma alışkanlığı' sayesinde maçı kötü de oynasak kazandık. Tabi ki herşey güllük gülistanlık değil. Sağ kanatta herkes sağlamsa Gökhan G.-Hamit, bugünkü gibiyse Gökhan G.-Kazım oynamalı bence. Yanlış hatırlamıyorsam maça çift forvet Mevlüt-Semih olarak çıkacağız diye açıklama yapmıştı Sinyor Terim. Maçı izledim, Mevlüt bayağı sağ açık oynadı, Tuncay da serbest oyuncu gibi. Sakatlıktan yeni çıkan Emre'nin oynamasını da anlamış değilim. Gökhan Zan da hala saatli bomba. Oyuna topu sokarken hala zorluk çekiyoruz, bu bariz bir şekilde ortada.

İyi taraflar da var tabi ki. Takım eskiye nazaran kendinden çok daha emin. Ne olursa olsun kazanmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bana göre en önemli avantajımız da oldukça genç bir takım olmamız. Sol kanada bakıyorum 87'li Arda Turan, sağ kanada bakıyorum 86'lı Colin-Kazım Richards, 85'li Gökhan Gönül. Takımımızın ana parçaları oldukça genç. Yıllardır takımda olan Tuncay bile 26 yaşında sadece. Söylemek istediğim, hatalarımızı düzeltebilmemiz için önümüzde oldukça uzun bir süre var. Bence asıl sorun defans. Koca memlekette bir tane savunma adamı çıkmıyor yahu. Ayağına top gelince "Topu kaptırır mı acaba" demeyeceğim bir tane adam yok. Kaleci sıkıntısı da var gibi görünüyordu, Volkan'ın kendisini yeteri kadar geliştirdiğini düşünüyorum. Onu bunu dövme teşebbüsünde bulunmadığı sürece o mevkide sorun yok.
Oynanan oyun iyi olmasa da elemelere 3 puanla başlamak güzel. Zaten elemede iyi oynamalarına gerek yok. Dünya Kupası'na gitmeye yetecek puanı alsalar kafi. Zaten Estonya'ya güzel futbol oynasan ne olur. 10 Eylül gecesi 2'de 2 başlığında buluşmak dileğiyle...
6 Eylül 2008 Cumartesi
4 Eylül 2008 Perşembe
Road to Poland

Bu tür başlıkları her yerde görüyorsunuz. Galatasaray Cihanlı, Inamotolu, Orhanlı kadrosuyla sezona ''Road to Athens'' sloganıyla başlamıştı, ben de böyle bir başlık atayım dedim. Neyse bu ayrıntıyı gereksiz bir şekilde açıkladıktan sonra konumuza geçebiliriz.
Avrupa Şampiyonası Elemeleri'ne dün oynadığımız Ukrayna maçı ile başladık. Oldukça eksik olmamız nedeniyle endişeli olan kişi sayısı hiç de az değildi. Ama maçta sanılanın aksine fazla zorlanmadan ilk galibiyetimizi aldık. Tanjevic'in gariplikleri devam ediyor. Ligde oynadığı dakika sayısı 10-15'i geçmeyen Barış Hersek ilk beş başlıyor mesela ne hikmetse. Ermal ve Hüseyin varken Fatih Solak niye çağrılır, onu da çözmüş değilim ayrıca. Çözen olduğunu da sanmıyorum. Neyse biraz da maçtan bahsedelim. Takım bir önceki turnuvaya nazaran daha istekli gibi göründü, tabi bunda karşıdaki rakibin zayıf olması etkili midir bilinmez. Neyse, Fransa maçında belli olur. Maça Hidayet'in enfes smacıyla birlikte oldukça sağlam bir başlangıç yapan milli takım kontrolü maçın başında eline aldı. Maç sonuna kadar da kontrolü bırakmadan devam edip maçı da kolay bir şekilde kazandık zaten.

Aslında bu kadro oldukça değişkenliğe açık ve çok yönlü bir kadro, her basketbolu oynayabiliriz. Ersan'ı 4 numaraya çekerek fast break basketboluna çok uygun bir takıma dönüşebiliyoruz. Ender-Sinan-Hidayet-Ersan ve Ömer'i iyileşmiş olarak kabul edersek hızlı hücum oynamaya oldukça müsait bir takım haline dönüşebiliriz. Kerem-Sinan-Hidayet-Kerem G. ve Fatih ile inanılmaz bir savunma takımı, Engin-Hidayet-Ersan-Kerem G. ve Oğuz ile de oldukça uzun bir takım haline dönüşebiliyoruz. Gelin görün ki kenarda bulunan değerli(!) coachumuz Tanjevic bunu hiçbir zaman yapmıyor. Rotasyon yaparken de maç durumunu hiç göz önünde bulundurmuyor. Bir periyotta 9-10 sayı atıp bir ritm sağlayan adam, bir bakıyoruz bir daha oyuna girmemiş. Milli takımımız Fransa'ya içeride dışarıda 40 vursa da Tanjevic hakkında görüşlerim değişmez. Rezil olduğumuz şampiyonaların haddi hesabı yok. Adam tam kovulacak, takım Japonya'da tarih yazıyor, yine kurtarıyor kendini.

Takım tarihin en iyi kadrolarından birine sahip ama bunu değerlendiremiyoruz. Olimpiyatlar'da oynamış olan Almanya, Rusya ve Hırvatistan'dan çok da bir eksiğimiz yok, orada olmalıydık mesela. Bir 2010 sevdasıdır gidiyor 5 yıldır. 2010 uğruna kaç turnuvayı feda ettik. 2010 turnuvası da hayal kırıklığı ile sonuçlanırsa basketbolumuz en iyi yıllarını heba etmiş olacak. Bak Tanjevic dedim sinirlerim oynadı yine...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yeni Yazıhane Diyorsak...
Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...

-
ODTÜ Matematik Bölümü'nün 58 derecelik sınıflarında diferansiyel denklemlerle boğuşurken ihtiyaç vardı aslında basketbola, ama günleri...
-
Yarın Almanya ile oynuyoruz. (Ben uyuyup uyanacağım daha.) Yıllarca izlemeye tahammül edemediğim milli takımlarından sonra başarı elde etme...
-
Tour de France'ın 5. etabını canlı takip edemediğim için hakkında çok fazla şey karalayamayacağım. Fakat kendi özeleştirimi yapmadan dur...