29 Aralık 2009 Salı

Sen Ait Olduğun Yerde, Ben Ait Olduğum Yerde


"Komşum teoloji öğrencisinin radyosundan Monza'dan naklen verilen otomobil yarışını dinliyordum bir gün, arkadaşım Paul'un müziğe duyduğu tutku kadar yoğun bir tutkuyla bağlı olduğu ikinci şeyin de şu otomobil yarışı denen spor olduğunu düşündüm. İlk gençliğinde o da otomobil yarışlarına katılmıştı ve bu alandaki dünya şampiyonlarından birçoğu yakın dostları arasındaydı, ben kendim bu sporu hep itici bulmuşumdur, çünkü otomobil yarışçılığından daha ahmakça bir şey yoktur bence. Ama böyleydi işte arkadaşım; hemen her şeyi bekleyebilirdiniz ondan. Akıl alır şey mi, bana sorarsanız Beethoven'ın kuartetleri hakkında en akılcı lafları edebilen bu kişi, benim için Haffner Senfonisi'nin gizini gerçekten çözen, o senfoniye o zaman bu zamandır bir aritmetik mucizesi olarak bakmamı sağlayan aynı kişi gözü başka şey görmez bir otomobil yarışı hastası olsun, ölümcül rotalarında vızır vızır giden arabaların gürültüsü kulağına tıpkı öteki müzikler gibi gelsin. Hepsi de otomobil yarışı hastası olan Wittgensteinlar -hala da öyledirler- yazları çoğu kere Traunsee'deki çeşitli evlerine ünlü otomobil yarışçılarını çağırırlardı, ben bile hatırlarım, mesela o Jackie Stewart ya da Graham Hill denen neşeli oğlanlarla ya da kısa süre sonra Monza'da kazada ölen Jochen Rindt'le Paul'un ısrarı üzerine Traunsee tepesindeki evinde nice akşamlar geçirmiş, geceyarılarını bulmuştuk. Şimdi altmış yaşını devirdiği şu sıra meseleyi farklı görüyormuş, ona hep ısrarla söylediğim gibi ahmaklık olduğunu düşünüyormuş elbette, öyle demişti. Ama Formula 1 onu her zaman öyle açık seçik etkilerdi ki, durup dururken o pek sevdiği otomobil yarışı konusu açılmadan onunla birlikte olmak neredeyse imkansızlaşmıştı, ne yapar eder birden konuşmaya otomobil yarışı konusunu sokuverirdi, ondan sonra susturabilene aşkolsun, bu da onu gene avucunun içine aldığı anlaşılan, gerçekten de ömür boyu acımasız bir cinnet gibi peşini bırakmayan otomobil sporundan nasıl vazgeçirmeli sorusuna getirirdi insanı hemen. Evet gerçekten de iki tutkusu vardı hayatta, aynı zamanda belli başlı iki hastalığıydı bunlar: müzik ve otomobil yarışı. Hayatının ilk yarısında otomobil yarışı onun için her şey demekti, ikinci yarısında ise müzik. Bir de yelken sporu."

"Wittgensteins Neffe, Eine Freundschaft"
Thomas Bernhard, 1982

21 Aralık 2009 Pazartesi

More News from Nowhere #9

- Çocuklar iki haftadır yazı yazmamışız, konu eksiğimiz var, hemen başlayalım...


- Ne zamandır eve de uğramıyorum okulun yoğunluğundan, bugün hazır bir kaçamak yapmışken birkaç güzel maç izlemek istedi deli gönül. Ne yazık ki, Türk televizyonlarının hayattan soğutan 'rakiplerimizi tanıyalım' haftasına denk gelmişiz... Hayır, Atletico Madrid bilmediğimiz bir takım mıdır? Bilmeyen varsa da söyleyelim, Madrid'in diğer takımı top oynamıyor. Galatasaray'ın da iddia edilenin aksine iyi kura çektiğini düşünüyorum, bir sonraki tur daha düşündürücü olabilir ancak Everton'ın da bu sene pek havasında olduğunu söyleyemiyoruz. Yine de Sporting'i eleyeceklerdir, sonrasında da Galatasaray'a Atletico'dan fazla sorun çıkaracaklardır. Tabi bunlar benim düşüncelerim...

- Türk televizyonları demişken burada daha önce bahsetmiştim devlet kanalının Bundesliga'nın yayın haklarını almasının sonuçlarından. İlk aşamada Ramazan ayındaki iftar özel programları sebebiyle üçüncü kanala sürülen Alman liginin en önemli kapışmalarından olan Hamburg-Bremen maçı da TBMM engeline takıldı bugün. Nord-Süd Gipfel sonrası Nordderby de yalan oldu sayelerinde... Artık saçma sapan maçları Kerem Öncel anlatımıyla dinleyeceğim diye TRT'ye takılmayacağım. Bundesliga yazısı bekleyenler varsa kusura bakmasın...


- UK Championship üst düzey bir turnuva oldu, herhalde şampiyonanın kalitesine yakışmayan tek maç da ironik biçimde final oldu. Fikstürde heyecanın doruk yaptığı dönemlerden birindeyiz ve ocak ayındaki Masters da ilaç gibi gelecek. Bu arada veteran Jimmy White da heyecan yarattı Wembley buluşması öncesinde, wild card için Liang Wenbo çok daha güzel bir isim olurdu açıkçası. Gerçi bu verilen kararı da çok anlamsız bulmuyorum, Jungle Jimmy'nin malum yarışma sonrası yaptığı sükseyi de düşününce. Zaten Wenbo uzun yıllar Wembley'de olacaktır bundan sonra. Açılış gecesinde Mark King'i yenip yoluna devam edebilir her şeye rağmen... Onun için de çok hoş bir tecrübe olmaz öte yandan. İlk turdaki tüm eşleşmeler güzel doğal olarak da O'Sullivan-Robertson eşleşmesine dikkat!

Geride bıraktığımız turnuva hakkında ben bir yazı yazacaktım ama Higgins-O'Sullivan maçının sadece son bölümüne yetişebildiğim için pek de yeterli görmedim kendimi o açıdan. Maçı izledim ama araya da başka şeyler girdi sonra, İnan yazsa okurduk. Akılda kalanlar arasında en önde gelense 8-2'den geri geldiği bir günde son snooker için masaya dönmeyip rakibinin elini sıkmaya giden bir Ronnie O'Sullivan. 13. framedeki hadise sonrası bir John Higgins mağlubiyeti gelseydi en basit haliyle yazık olurdu, fakat Roket bir anlamda şampiyonluğunu engelledi o geri dönüşüyle büyük rakibinin... Zira finalde Ding Junhui karşısında en kötü oyunlarından birini sergiledi, genelde turnuvanın ortasında yaşadığı ve bir şekilde üstesinden gelebildiği mental düşüşlerini o büyük yarı final sonrası oynanan finale bırakınca beni çok şaşırtmayan bir yenilgi aldı Higgins. Ama o kahverengi de kaçmayacak artık...


- Lakers maçına baktık biraz, sezonun ilk toplu konuşması bir test yayını vazifesi gördü. Böyle başarılı kadrolar kurunca normal sezona odaklanmak taraftar için de pek kolay olmuyor açıkçası. Luke Walton'ın sakatlandığını, Ron Artest'in savunma katkısıyla play-off için umut verdiğini fakat üçgene tam olarak adapte olamadığını, Jordan Farmar'ın şut sokmaya ve daha aklı başında oynamaya başladığını, Pau Gasol'ün de rebound konusunda kendini aştığını duymuştum. Kontrat sezonunda yatışta hız kesmeyen Lamar Odom'ın yeni sözleşmeye imza attığı ve bir Kardashian ile evlendiği bir yazın üzerine sezona konsantre başlamasını bekleyen yoktu herhalde. Yanılmamışız... Andrew Bynum'ı bir de şu zorlu fikstürde görelim derim ben. Rakamları güzel ama iyi uzunun sayılı olduğu şu ligde kalbur üstü takımlara karşı verdiği performansı görmeden ikna olmam çok kolay değil.

Neyse ki böyle bir zamanda geliyor Christmas ve bizim için Starbucks'ta sınırsız toffee nut latte içebilmekle olduğu kadar, gecenin ana menüsü olan Lakers maçının heyecanıyla da güzelleşen bir dönem. Scrubs'ın dördüncü sezonundaki "My Hypocritical Oath" bölümünde Dr. Cox'ın Christmas gecesinde nöbeti boyunca eve gidip Lakers-Heat maçını izlemek dışında bir şey düşünmediğini hatırlıyoruz mesela, bizim için de böyle bir şey bu. Geçen seneki Celtics maçının tadı hala damağımızda. Artest'in de gerçek Laker olduğu gece anlamına gelebilir bu maç. Gelmeli de... Tophane'de 20-25 kişilik bir grup olarak buluşacağımızı tahmin ediyorum. Nedir, ne değildir bilmek isteyenler LakersTR forumlarına yönlenebilir. Gerçi şu anda işlevsel değil kendileri, ama kısa sürede düzelecektir. Sorusu olan buradan da yazabilir zaten, nedir ki...

"Listen up. I have been cursed to work the night shift with you chuckleheads, which means I have to tape the Lakers-Heat game. And seeing as no one in the history of this germ box has ever made it through a shift without saying "Oh my God, oh my God, did you see what happened last night on America's Fattest Fatties? A 900 pound woman lost a pound and a half and cried for twenty minutes!" Be warned: If you utter a word about the score of the game, it will be your last."


- Türk Telekom daha da kötü takım olmuş be... İzlemeyin!

Lamayn Wilson benim takımımın oyuncusu olsa sahaya yakın bir yerde konuşlanıp, suratına tükürürüm sanıyorum... Kenarda Galatasaray Cafe Crown döneminde de çok eleştirdiğimiz, ülke basketbolunun en aciz coachlarından Murat "Liselim" Özyer oturunca, Ercüment Sunter'in görev değişimine de sevinemiyorsun. Bu kadar kötü yönetilen bir şirket olsa bugüne kadar iflasını ilan ederdi... Türk Telekom arkanda olunca paranın çok da önemi yok belki ama yıllardır o bütçenin karşılığında kurulan takımlar, ısrarla Steve Nash diye yutturulmaya çalışılan Tutku "Tutku Açık Milli Takımda Neden Yok" Açık, kadroya alınıp benchin en sonunda oturmaktan öte bir misyon verilmeyen turşuluk guardlar ve her şeyden önce E-Sunt faktörüyle o kadar soğumuşuz ki yarın kapansa üzülmeyecek durumdayım... Zaten Türk Telekom markasına da kılım ne zamandır, isabet olur...


- Mark Hughes gitmiş, yerine gelen isim de Roberto Mancini olmuş... Craig Bellamy'nin liderlik ettiği bir oyuncu grubunun kararı protesto ettiği söyleniyor. Bellamy gelecek hocanın kendisine aynı şansı muhtemelen vermeyeceğinin farkında sanırım... Ben Hughes'a çok güvenen biriyimdir, burada birkaç kez bahsettim. Hatta ilk menajerlik yıllarında hep Alex Ferguson sonrası dönem için aday olarak gördüğüm bir adamın City ile imzalaması da hiç hoşuma gitmemişti. Bugünden sonra çok mümkün olacağını da sanmıyorum ama kendisine güvenimde bir azalma meydana gelmedi. Evet, kötü bir dönem geçirildi ve City'nin şu anda olması gerektiği yerden aşağıda konumlandığını söyleyenlere katılmamak mümkün değil. Fakat burada geçen senenin başındaki Robinho transferi yazmıştık, Hughes'un karakter olarak başkasının yaptığı bir plana uygulayıcı olarak dahil olup başarıya gitmesi mümkün değil. Yapılan transferlerde fikrinin alınmaması konusunda yöneltilen sorulara ılımlı cevaplar verip, bu seviyedeki oyuncuların transferine üzülecek değilim minvalinde açıklamalar yapmış olsa da karar ona bırakılsa Robinho gibi bir adamla çalışmak istemeyeceği o gün de bilinen bir durumdu. Sonrasında kovulacağını bildiği bir maçta Emmanuel Adebayor'u yanında oturtup, güvendiği Roque Santa Cruz ve -şimdi arkasından ağlayan- Bellamy gibi oyuncuları sahaya sürmesi beyhude bir hareket olmamalı.

Mancini, selefine oranla çok daha oportünist bir çizgi gösteriyor teknik direktörlük kariyeri boyunca. Ada'daki İtalyan modasının da asistiyle güzel yere kapak attı Mancini, Arsenal ve Liverpool bu haldeyken takımı üçüncü sıraya taşıması benim için büyük sürpriz olmaz. Ama Hughes'un başarısızlığını savunanlara bir argüman da olamaz...


- Sabah ders var, uyku trenini kaçırmışa benziyoruz. Serinin 2005 versiyonundan bu yana ara vermiştim Championship Manager/Football Manager sabahlamalarına... Oyun nerelerden nereye gelmiş, bir 'maşallah' çektikten sonra Ipswich Town'ı alarak Roy Keane'in menajerliğine meydan okuduk vakit kaybetmeden. Keane ile düşme hattının hemen üzerine zincir atmış takımı 23 maç sonunda dördüncü sıraya taşımakla övünmeyeceğim, zira hedefimiz büyük. Liam Trotter, Connor Wickham ve Zavon Hines gibi isimlerle sonraki 10 yılın takımını kuruyoruz. Go Tractor Boys!

7 Aralık 2009 Pazartesi

No Alarms and No Surprises, Please

Savunma bölgesinde Rio Ferdinand, Jonny Evans ve John O'Shea'in yaşadıkları uzun süreli sakatlıklara hafta sonunda Nemanja Vidic'in hastalığı da eklenmişti. West Ham maçı sırasında ise önce Gary Neville, ardından da bir başka emektar Wes Brown sakatlıkları nedeniyle kenara gelmek zorunda kaldı. Maçın sonunda kısa bir süre de olsa Fletcher-Carrick-Evra-Giggs savunma dörtlüsünü izlediğimizden bahsetmiştim son yazıda zaten. Fakat bu görüntüye bir süre daha katlanacağız gibi duruyor. En azından hafta sonu oynanacak Aston Villa maçına kadar...


Wolfsburg deplasmanına kafileyle birlikte uçan 19 kişilik kadro içerisinde sadece iki adet defans orijinli oyuncu var. Bunlardan biri de rezerv takımdan dahil edilen 90 doğumlu Oliver Gill.

GK: Ben Foster, Tomasz Kuszczak.
DF: Patrice Evra, Oliver Gill.
MF: Gabriel Obertan, Magnus Eikrem, Paul Scholes, Darron Gibson, Antonio Valencia, Michael Carrick, Matty James, Ji-Sung Park, Anderson, Darren Fletcher, Cameron Stewart, Nani, Oliver Norwood.
FW: Michael Owen, Danny Welbeck.

Bunun yanında hafif sakatlıkları bulunan Federico Macheda, Dimitar Berbatov ve Wayne Rooney de Manchester'da kalan diğer isimler. Kiko ve Berba'nın Villa maçında oynamaları da zor gözüküyor, Rooney muhtemelen sahada olacak. United bu kadroyla hücum hattında üç tane birbirinden meziyetli oyuncuya sahip Wölfe'ye direnebilir mi ya da ne kadar direnebilir, bilmiyorum. Üzerine çok da düşünmüyorum aslında. Alex Ferguson, Beşiktaş'a karşı Old Trafford'da sahaya çıkardığı onbire en azından puan konusunda güveniyordu fakat Gabriel Obertan dışındakiler fazlasıyla savruk gözüktü. Bu hayal kırıklığının üzerine burada alınacak mağlubiyetin ve olası ikinciliğin öncelikli endişe konusu olduğunu düşünmüyorum Sir için. Zaten paralel gruplarda ortaya çıkan tablolar gösteriyor ki, ikinci torbadan da en az ilk torbadan gelecek ekipler kadar zor eşleşmeler çıkabilir. Bu yüzden sonuna kadar gitmeyi hedefleyen bir kulüp için çok da önemli olmasa gerek bu grup birinciliği hadisesi. Fakat uzun erimde özellikle savunmada sıkıntılar yaşanacağı ortada. Ferdinand bir tam sezonu geçirebilecek durumda değil net biçimde. Brown ve O'Shea gibi diğer alternatifler de ancak kısa süreli çözüm önerileri olabiliyor görüldüğü üzere. Bu muhabbetlerin sonunda gelinen nokta hep aynı oluyor ve Gerard Pique'nin kulüpten ayrıldığı güne lanet ediyoruz. Fakat orada yönetimin yapabileceği fazla da bir şey yoktu, oyuncu yetiştiği kulübe geri dönme arzusu taşırken... Alttan da savunmanın ortası için yakın gelecekte yetişebilecek tek isim Jonny Evans gibi, onun da ne kadar güven aşıladığını herhangi bir taraftara sorabilirsiniz. Cevap pek iç açıcı olmayacaktır.



Aston Villa maçında son dönemde fena da oynamayan Paul Scholes'u dinlendirmek mantıklı olabilir. Bu yaştan sonra o dizlere binen yükün yarattığı tahribatın geri dönüşü olmayabilir. Gönül isterdi ki, aynı muameleyi sezon başından beri sürekli oynayan Evra-Fletcher ikilisine de gösterebilsek. Fakat öyle bir lükse sahip olmadığımız gibi, bu maç özelinde her ikisi de alışılmışın dışında savunma görevleriyle yüklenecek. Özellikle Evra'nın hızı göbekteki ağır ikilinin varlığında önemli olacaktır. Yine de 1-2 tane sıkıştırırlar araya muhtemelen. Carrick-Dzeko kapışması da ilginç olmaya aday. Kalede güvenini kazanmış PIG ile devam edilmeli. Güven kazanmak dediysek Peter Schmeichel'ı taklit edecek düzeye geldi dayıoğlu yukarıda görüldüğü üzere. Akademiden Ole Gunnar Solskjaer'in memleketlisi Magnus Eikrem'i görmek güzel olurdu. Antonio Valencia'yı yormaya değmez, belki son yarım saat. Geri kalan her şey için O'Bertan bu maçlık...


Kuszczak
Fletcher - Carrick - Gill - Evra
Obertan - Anderson - Gibson - Park - Eikrem
Owen

Blog tarihinin en gereksiz ikinci yazısı seçtim bunu kendi adıma... Video için İsmail Özkısaoğlu'na teşekkür ettik.

Sansürsensin: http://www.youtube.com/watch?v=2P1hu6LAGzo

5 Aralık 2009 Cumartesi

Get Well Soon Jimmy


Jimmy Bullard'a üzülmemek elde değil. Daha geçen hafta attığı penaltı golünden sonra, müthiş zekasını kullanarak geçen sezonki Manchester City-Hull City maçının devre arasında yaşananlara göndermesini yaparken güldürmüştü bizi. Espriyi Stephen Hunt ile birlikte düşündüklerini ve beraberlik ya da galibiyeti getiren her kim olursa olsun aynı hareketi yapacağını açıklamıştı maç sonunda. Bullard'ın penaltı atışıyla kazanılan gol en iyi senaryonun gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Phil Brown gibi aksi bir adam bile maç sonunda kendisine sorulduğunda Bullard'ın yaratıcılığına şapka çıkarmaktan başka bir şey yapamamıştı.


Ama bu adamı belki de milli takımın değişmez parçalarından biri olmaktan alıkoyan bir şanssızlığı var. Bugünkü Aston Villa maçında da gözyaşlarıyla ve ev sahibi ekip taraftarlarının alkışları eşliğinde kenara geldi. Neyse ki sakatlığı bu sefer kronik bir hal almış sağ diziyle alakalı değil, diğer dizine darbe aldı Bullard. Zaten o sağ diz yeni bir sakatlığa dayanabilecek durumda gözükmüyordu. Bu açıdan sevinebiliriz. Fakat yine de uzun süreli bir sakatlık olacağa benzer. Geçtiğimiz sezon büyük umutlarla transfer edilip, sakatlığı sebebiyle çok fazla katkı yapamamıştı Hull City'nin ligde kalma mücadelesine. Bugüne kadarki Hull City görüntüsü de bu takımın ancak sağlıklı bir Bullard ile bu yarışta olabileceğine işaret ediyordu. Brown pek çok kişi gibi benim de sempatimi kazanmaya fazlasıyla uzak, fakat Bullard için işlerin iyi gitmesini isterim. Bunun için Hull City'nin ligde kalması gerekiyorsa da, varsın olsun...



Bu arada Bullard hakkında sınırlı bilgisi olanlar da ufak bir YouTube aramasıyla bu adamın saha içindeki ve saha dışındaki dehasına hayran kalabilir. Tabi fazlaca şebeklik barındıran materyal de var aynı adreste. Benim favorim yukarıdaki video açıkçası. Ortamın deli gibi gerildiği, iki oyuncunun atıldığı maçta Everton kalesi önünde yaşanan karambole müdahalesi bu Bullard'ın. Hakem de şaşkın gözlerle bakmaktan başka bir şey yapamıyor. Aynı boş bakışları ilgili maçın önceki dakikalarında Duncan Ferguson'ın yüzünde de görüyoruz ki sebebi yine bu adam, video burada...


Bu arada günün diğer maçlarında bizimkiler Neville-Brown stoper ikilisi ile başladıkları maçı, her ikisinin de sakatlanmaları sonrasında Carrick-Evra ikilisiyle bitiriyor. Sağ bek Darren Fletcher, sol bek ise Ryan Giggs. Kalede de Tomasz Kuszczak var bu arada. Rio Ferdinand, John O'Shea ve Jonny Evans bir süre daha takımla birlikte olamayacak. Nemanja Vidic son haftalarda savunmayı ayakta tutan isimken, bugün hastalığı sebebiyle o da dışarıda kaldı ve ilginç bir hal aldı United savunması. Carlton Cole'un yokluğu kesinlikle yardımcı olmuştur, fakat her şeye rağmen bu eksik kadroyla West Ham deplasmanında alınan dört gollü galibiyet Chelsea'nin gaza bastığı şu dönemde altın değerinde bir galibiyettir. Darron Gibson'ın yeteneklerini sorgulayanlara da tokatlar birer birer geliyor. Hafta içinde Tottenham'a ceza sahası dışından attığı iki müthiş golle turu getiren Gibson, bugün de rakibin direncini kıran ikinci golü atarak galibiyeti garantileyen isim oldu. Eksikleri olduğu açık, ama iyi dönemlerindeki Michael Carrick'i hatırlamaktan kendimi alamıyorum onu sahada gördüğümde.


Günün esprisi Daily Mail'den gelmiş. Hafta arasındaki Manchester City mağlubiyetinden sonra Mark Hughes'un elini havada bırakan Arsene Wenger'e güzel taş...

"16.57 WENGER HANDSHAKE
Arsenal have won so Wenger offers his hand to Pulis at full-time.


16.45 Wolverhampton 2-1 Bolton

Wolves are wobbling. Klasnic has wasted two chances to equalise.

..."

Efes Pilsen: Blessed with Lucky Sevens


Efes Pilsen - Partizan: 77 - 67
Efes Pilsen - Entente Orleanaise: 77 - 64
Efes Pilsen - Lietuvos Rytas: 77 - 62

Tespit: Efesliler

1 Aralık 2009 Salı

Akdeniz İnsanı Böyledir Abi!


Unicaja Malaga-Regal Barcelona maçı hafta sonunun ACB programında en seyre değer parçaydı. Genelde ACB bu büyük maçları cumartesi gecesine koyar, geri kalan maçların büyük bir bölümü ise pazar öğle saatlerinde oynanır. Maçlarının saatlerini bir gelenek haline getirebilmiş liglere hep imrenerek bakmışımdır. Memlekette dış faktörlerden en az etkilenen, en büyük endüstri halini almış spor dalı olan futbol bile bu konuda oldukça kararsız bildiğiniz gibi. Bu yıl ilk kez kombine kart olayına giriştiğim için daha da yakından görür oldum. Pek bir kurala göre hareket ediyor gibi değil federasyon. Bu sene ilk kez pazartesi günü de programın içine sokulur gibi olmuştu, bunu Fatih Terim'in istediğini duymuştum kendi ağzından. Herhalde Terim gidince bu uygulamaya da son vermişler. Bir tarafta gelenekten bahsediyoruz, diğer tarafta ülkenin milli takım hocasının isteklerine göre değişebilen bir şey var... Saat olayına hiç girmiyorum zaten.

Bunları tekrar duymaya ihtiyacınız yoktu belki ama bunu duymalısınız: Perşembe gecesi Euroleague'de grubun liderlik maçı için Montepaschi Siena karşısına çıkan Barça, bu maçın üzerinden 48 saat geçmeden ligin önemli deplasmanlarından olan Malaga deplasmanında ter döktü. Bu da oldu... Euroleague maçının da deplasmanda olduğunu belirtmeliyim. Üstelik Siena'da hava alanı olmadığından zorlu bir seyahat anlamına geliyormuş sanırım bu deplasman. Bu konuda Yiğiter Uluğ'un yalancısıyım. TRT'deki Süper Basket programında da konuşuldu uzun uzadıya, ben de cumartesi gecesi maçı izlerken takdir etmiştim. Buraya da yazalım. Demek ki neymiş? Barcelona gibi çok büyük bir kulüp bile kendi değerini, ancak ve ancak ligin marka değerini yükselterek yukarıya çekebileceğinin farkında. Ligin değerini yükseltmek, o ligi oluşturan unsurların kendi bireysel amaçlarından yukarıda tanımladıkları bir üst amaç. ACB de işte bu ortak bilinç sayesinde bugün Avrupa'nın açık ara en iyi ligi. Basketbolun belki de Euroleague'in bile önüne geçmiş, dünya üzerindeki 2 numaralı organizasyonu. Başlıktaki yalan da Türk insanının yarattığı birkaç büyük yalandan biridir. Tüm kabahatlerinin günahını toprağının üzerine bu kadar rahat atabilen bir ulus...


Türkiye'de bu tabloyu herhangi bir spor dalında ne zaman görebiliriz? Efes Pilsen perşembe günü oynadıktan sonra, ona hiçbir güç cumartesi günü maç oynatamaz. Oynatsa Ergin Ataman basın toplantısı düzenleyip, 'önümüzü kesmek istiyorlar' konulu bir açıklama sunar mesela... Örnek veriyorum sadece, diğer kulüplerde de farklı bir tepki olmaz kesinlikle. Daha geçen ay Mustafa Denizli'nin açıklamalarını koymuştum buraya Wolfsburg maçı öncesindeki. Salı günü maç oynayacaklarmış da, cuma günü uygunken neden cumartesi oynatılmışlar. Oysa ki rakipleri Wolfsburg cumartesi erken saatlerde oynamış maçını... Bu maç Türkiye'nin maçıymış. Sevgili Denizli, Bundesliga bugünkü gibi dünya çapında izleyici bulan bir lig olabildiyse bunu o stabil maç takvimlerine borçlular her şeyden önce. Orada yıllardan beri her cumartesi 15:30-17:15 taksilerde radyolar açılır, maçlar dinlenir. Senin ülkenin bir futbol kültürü yaratması için, Beşiktaş'ın Şampiyonlar Ligi'nde alacağı tesadüfi bir Wolfsburg galibiyetinden önce bunları düzeltmesi gerektiğinin farkında olmalı senin gibi spor adamları. Ve her şey gözümüzün önünde olurken, bu başarılı organizasyonlar televizyonlarımızda da yayınlanırken, devekuşu kafasını ne zaman çıkaracak topraktan?

30 Kasım 2009 Pazartesi

Yapma İtalya


Bisiklette Danilo Di Luca'dan sonra Davide Rebellin'in numuneleri de CERA denen illete karşı pozitif sonuç verdi. Bu, Davide Rebellin'in Pekin 2008'de yol yarışı kategorisinde kazandığı gümüş madalyanın da iptali anlamına geliyor. Ben olayı, gümüş madalyanın yeni sahibi Fabian Cancellara'nın resmi sitesinden öğrendim. Cancellara, bisikletten iner inmez sevincini yaşamadıktan sonra gümüş madalyanın çok da bir şey ifade etmediğini söylüyor. Haklı da.

Peki bu İtalyanlar'a ne oluyor? Önce Di Luca, Giro d'Italia'nın tarihine bir kara leke sürdü. Ardından Rebellin de olimpiyat tarihinde madalyasını geri vermek zorunda olan ilk İtalyan sporcu oldu. İkisinin de kullanmakla suçlandığı CERA maddesi, kanıtlanması en kolay doping maddelerinden birisi olarak geçiyor. Yapmayın beyler! Sonunuz Almanya gibi olur sonra.

Irish Açılımı Vol. 4 - For Fuck's Sake


Irish Açılımı Vol. 6 yazmışım dün gece eve döndüğümde fakat arada, şu sıralar Genç Subaylar'ı götüren Berk "Tweener" Gürçay'ın da yer aldığı bir buluşma da olmuştu. Hatta öncesinde bizim çocuklar Pascal Nouma ile de fotoğraf çektirme şansı bulmuşlardı, oradan hatırladım buluşmayı... O gün Chelsea yine kazanan taraf olmuştu, Liverpool'u 2-0 yenmişlerdi. Geride kalan sürede diğer zirve adayı Manchester United'ı da özellikle savunmada eksik yakalamış olsalar da yendiklerini göz önüne alırsak, Carlo Ancelotti'nin takımının lige beklediğim ağırlığı koyduğunu söyleyebiliriz. Petr Cech'in atıldığı, çok da iyi oynamadıkları bir Wigan maçı dışında çok fazla hayal kırıklığı yaratmadılar ve o maçtan bu yana da kazanıyorlar zaten. Defansı çok ileride kuruyorlar, orta sahaları yapısal olarak sağlam olduğu gibi muhteviyatında da bu seviyenin hakkını verebilen isimleri barındırıyor. Stamford Bridge'de her şey güzel yani...


Dün James Joyce seferini yalnız gerçekleştirdim. Aslında El Clasico heyecanını evde yaşamayı tercih edebilirdim, fakat maçın ikinci yarısıyla çakışan Woven Hand konserine biletimi çok önceden almıştım. Hafta arasında Barcelona'nın Messi-Ibra ikilisinden yoksun çıktığı Inter maçında oynadığı topu görünce de 'bu seferkini izlemesem de olur' diye düşünmedim değil doğrusu. O yüzden konserde ısrar ettim ki bu yıl verdiğim en doğru kararlardan biri olmuş... David Eugene Edwards özel bir adam ve İstanbul'a pek sık uğramıyor maalesef. Bu elemanları Woven Hand ya da 16 Horsepower olarak dünyanın herhangi bir yerinde yakaladığınız takdirde kaçırmayın derim. Yaptıkları müziğe paralel olarak sahnede de öyle bir spiritüel hava yaratıyorlar ki kendinizi bir konserde değil, bir ayinin ortasında gibi hissediyorsunuz... 16 Horsepower, sitesinde yaptıkları müziği "music from the old world, the new world and another world" olarak nitelemiş. Aynı grubun kurucularından yukarıda bahsettiğim David Eugene Edwards ve Pascal Humbert, Woven Hand projesinin de mimarları. Bu sebeptendir ki 16 Horsepower için verilen tanım bu yeni projeyi anlatma görevini de fazlasıyla yerine getiriyor. Yaşanması gereken bir tecrübedir yani. Gerçi kitlede eser miktarda da olsa gerizekalı vardı yine. Ara ara George W. Bush, Dick Cheney, Sarah Palin diye bağıran bir Amerikalı grup vardı mesela. Gerçekten bir anlamı var mıydı, sanmıyorum.


Neyse işin James Joyce kısmına geri dönecek olursak, Chelsea için işlerin iyi gittiğini söylemiştim. Ben mekana adım attığımda üst katta dolu tribünlere oynanıyordu maç. 35. dakika falandı sanırım... Bir süre bar kısmında widescreen ile takıldıktan sonra önce açlığımı, hemen üzerine de mekanın tavuklu sandviçine özlemimi fark ettim. Bu yüzden -Wisconsin bölgesini bilenler için söylüyorum- diğer televizyonun hemen önündeki masaya geçmek şart oldu. Yanımdaki amca Eduardo'nun yüzüne gözüne bulaştırdığı ilk pozisyon sonrası tarafını belli etti. Benim de işime öylesi geldiğinden Arsenal saflarına katılmaya karar verdim. Vermez olaydım... 3 dakika içinde gelen 2 golle Gunners için maç bitiyordu. Başlığa konu olan güzide tabir de Thomas Vermaelen'in kendi ağlarına gönderdiği top sonrası yanımdaki amcadan geldi.


Devre arasında amcanın gözleri benim üzerimdeydi tabi. Ben gelmeden önce oyun rölantide giderken, hatta Arsenal net biçimde topa hükmeden taraf iken, lanetim maçın seyrini değiştirmişti. Öyle miydi? Ben de kendisine onu sordum. "That's nothing to do with my curse" diye girip, arada büyük kalite farkı olduğundan ve Chelsea'nin oyunun hakimi gözükmediği maçları bile lehine çevirebilecek klası olduğundan bahsettim. Biraz da çekinmedim değil herifin ihtiyarlamış ama at gözlüklerini bir kenara bırakmamış taraftarlardan olma ihtimalinden. Neyse ki o da durumun farkındaymış. "Chelsea'nin oynadığı topu oynamak isteyip beceremiyoruz, daha acı verici bir şey olabilir mi" dedi. Sırtını sıvazladım. O sırada altı kişilik bir aile olduklarından ve evde onun dışındaki herkesin Chelsea taraftarı olduğundan dem vurdu. Kötü bir durummuş. Theo Walcott biraz umut verse de, Wenger'den gelen diğer değişikliklerin Carlos Vela ve Tomas Rosicky olması yavaş yavaş Arsenal adına ümitlerin tükenmesine yol açtı mekanda.


Arsene Wenger maçın büyük bölümünde dördüncü hakem (Alan Wiley miydi o) ile geyik çevirdikten sonra maç sonunda da "İlk gole kadar sahada Chelsea diye bir takım yok. Golün üzerine şoku atlatamamışken bizim oyuncumuzun bireysel hatasıyla bir gol yiyoruz ve iki farklı yenik duruma düşüyoruz. Bugün futbol tanrıları yanımızda değildi" gibi bir açıklama yapmış ki başka şeyler de söylemiştir umarım. Bunun üzerine Yılmaz Vural Arsenal menajerliğinde hak iddia etse kızamam, o da söylüyor bunları. Sanırım Cashley Cole'ün maçı getiren hareketleri hazımsızlık yaratmış. Maçın ilk yarım saatinin tekrarını izledim az önce ve öyle aman aman bir baskı kurulduğunu söyleyemeyeceğim. Klasik bol pasa dayalı Arsenal futbolu vardı sahada, fakat pozisyon üretmekte başarılı olmaktan uzaktı iki ekip de. Chelsea'nin zaman zaman rakibinin topla oynamasına kasten izin verdiği de sır değil.


Neyse Brandon Jennings'in çetesinin maçı varmış. Biraz da El Clasico'dan bahsedip bitirelim. Woven Hand sahneye 1 saat gecikmeli çıktı, gerçi öncesinde de ön grup gibi bir durum vardı ama onlar yerine maçın ikinci yarısını izlemeyi tercih ederdim sanırım. Emektar Gooner, Thierry Henry için küfür dağarcığının en nadide parçalarını kullanmaktan çekinmezken, ben Cristiano Ronaldo mevzuuna daha ılımlı yaklaştım. Hala da özlüyorum çocuğu açıkçası. Ryan Giggs yüreğini koymasa, takım ciddi ciddi basiretsizlik abidesi Nani'ye falan kalacak. Bundan yakındığımda eleman şey dedi: "Buraya birkaç kez de United maçı izlemeye geldim. Türkler Nani'nin her hareketine tav oluyordu." Yahu Türkler'i kandırmak kolaydır. Mesela burada herkes bugün Barcelona'yı tutup otokrasi karşısında sözde duruş gösteriyor, Katalan halkının haklı mücadelesine tam destek veriyor da Sir bu adamda ne görüyor... Cevabım bu oldu.


Sonra Ronaldo gol kaçırdı, Marcelo bu seviyenin adamı olmadığını birkaç kez ve üst üste gösterdi. Amca da kendi takımın aczini unutur gibi oldu bir an için ve Marcelo'nun pozisyonuna kahkahalarla güldü. Yahu senin forvet diye oyuna soktuğun herif neleri kaçırıyor, ona bir baksana... Bir noktadan sonra Barcelona oynamaya başlamıştı ama ikinci yarı hakkında söyleyecek sözüm yok. En fazla tahminde bulunabilirim, zira Ercan Taner faktörü ve banttan izlenen maçın tatsızlığı birleşince ikinci yarının tekrarı yerine Philadelphia maçını bile tercih edebildim.

27 Kasım 2009 Cuma

Hurubeş Ahmet


Babam eski futbolcudur. Her çocuk babasını idolize etme eğilimindedir, fakat bunun etkisinden çıktığımda da iyi bir futbolcu olduğuna kanaat getirmem zor olmadı. Hayatımın ilk 14 senesini Tekirdağ-Muratlı-Çorlu hattında mekik dokuyarak geçirdim ve her üç şehirde de babamın futbolculuk döneminde izler bıraktığını gördüm. Hatta kendisinin Trakya'daki ününe alıştığım bir dönemde İstanbul'daki lisemin müdür yardımcısı, dönemin İstanbulspor topçusu Atakan Alan'ın da "Sen Sarı Ahmet'in çocuğu musun" diye girip dumura uğratmışlığı vardır. Tabi Trakya futbolunun ancak kan ağladığı dönemleri görebilmiş biri olarak, Tekirdağspor'un o senelerin iyi takımı olduğunu çok da kavrayamıyordum.

Ben kendisini sahada izleyemedim, zira 28 yaşında annemle tanışması ve bir yuva kurması üzerine futbolculuğa zamanın ruhuna uygun bir amatör bakış getiren dedemin de etkisiyle kariyerini bitirmeye karar vermiş. Hem de birinci lig kulübü Sarıyer ile sözleşme imzalamışken... Benim yakalayabildiğim dönemdeyse amatör kümede ilginç bir teknik direktörlük deneyimi olmuştur ki başarıyla noktalansa ciddi anlamda Hollywood yapımı bir filme senaryo verebilirdi. Yeşilsırt adında tarihin bile pas geçtiği -neyse ki Wiki bunu da pas geçmemiş- bir köye futbolu götürmek için uğraşmış, iyi de işler yapmıştı ama onca şeyin üzerine üst üste alınan birkaç kötü skor ipini çekmişti. "Babama haksızlık yaptılar" demiyorum da en minimal boyuta indirgediğimizde bile çarpıklıklar aynı, onu söylüyorum...

Tekirdağspor sevdalılarının kurduğu ve kulübün futbol takımının mevcut görüntüsü nedeniyle daha çok geçmişi yad etme amacına hizmet eden TOPKALEveGOL adlı siteden gelip yakalamışlar pederi... Kariyeriyle ilgili sorular sormuşlar, babam da bu konularda mütevazı olmasına rağmen başladı mı susturamazsın. Öyle bir yönü vardır. Bu futbol anıları, bizim ailede askerlik anılarının da önüne geçmiştir zaten. Site çok amatör olduğundan ve yazıda da özensiz davranıldığından buraya alıyorum tam metni. Hem bir arşiv olsun benim için, hem de belki okuyucuların bir kısmının ağzında ilginç bir tat bırakır dönemin futbol kültürüne bakma açısından. Belki vardır da biz hissetmiyoruzdur ama sanki yerel futbol eskisi kadar değer görmüyor bugünlerde. Zaten belediyelerin işin içine girmesiyle o da ne idüğü belirsiz bir endüstri haline gelmiş gibi... Neyse karşınızda Tekirdağspor'un eski santrforu (bir dönem liberosu) Ahmet Pekdoğru:

"Ahmet PEKDOĞRU

(05.08.1955 doğumlu, evli ve 2 çocuk babası)

Futbol yaşamına Lüleburgazspor'da başladı. Futbolculuk yaşamının ilk basamaklarında Lüleburgazspor'da attığı goller ile tırmanmaya başlayan Ahmet Pekdoğru, Çorlu Kültürspor'da zirveye çıktı. Bir santrfor için ne gerekli ise, onda var idi. Hava topuna çıktığında, birçok defans oyuncusu Pekdoğru'ya çarpınca düşüyor idi. O dönemlerde Alman milli takımının ünlü golcüsü (Horst) Hrubesch var idi. Bu futbolcuya benzerliği sebebiyle Ahmet Pekdoğru'ya futbolseverler Hurubeş Ahmet diyorlar idi.


1980-81 sezonunda Tekirdağspor'a transfer olan Ahmet, bu sezon yine gollerine devam etti. Tekirdağspor kamuoyunda Muratlılı Ahmet, Santrfor Ahmet, Sarı Ahmet olarak ünlendi. 1981-82 sezonunda ve son senesinde Alpay Hoca, kendi oyun tarzına uygun olarak Ahmet Pekdoğru'yu libero oynattı ve bu mevkiye kısa zamanda alışan Pekdoğru, yıllarca gol attıktan sonra golcüleri durdurmaya başladı ve bunu başardı. Tekirdağspor'da takım kaptanlığına kadar yükselen ve herkesin sevgisini kazanan Pekdoğru'nun ve Tekirdağspor'un, Trakya'nın her yerinden seyircileri var idi. Dostluğa ve arkadaşlığa büyük önem veren Pekdoğru "Başarı için önce eğitim, sonra sporcu ahlakı, daha sonra altyapı, yetenek ve ileriyi iyi görmek gelir. Bu halkaların birleşimi başarıyı muhakkak getirir" diyor. Futbolunun tam zirvesinde iken, futbolu çok genç yaşta bırakan Ahmet Pekdoğru ticaret hayatına devam etti. Futbolculuk dönemlerinde maddi hiçbir sıkıntısı olmayan Pekdoğru, maddi özelliğini hiçbir zaman hissettirmemiş, mütevazı yapısı ile takım arkadaşlarına zaman zaman birçok konuda yardımcı olmuştur.

İstanbul'da rahmetli Sabri Kiraz Hoca'nın çalıştırdığı Anadoluhisarı'nı 3-2 yendikleri müsabaka ve şampiyonluk hedefi ile yola çıkılan Alpay Hoca'nın antrenör olduğu sezonun başını ve sonunu unutmayan Pekdoğru, o sezon İstanbul'da Vefa Stadı'nda Tekirdağ'dan ve Trakya'nın her köşesinden gelen 5 bin seyirci önünde oynanan 1-1'lik Vefa maçını da unutamıyor. Son dakika durum berabere iken, topu çizgiden çıkarıyor, top taca gidiyor. Atış olmadan maç bitiyor. Alpay Hoca koşarak Ahmet'i öpüyor, tebrik ediyor.

Bizleri Muratlı'da konuk eden, sahaların centilmen örnek sporcusu Ahmet Pekdoğru'ya sağlıklı, uzun ömürler diliyoruz."

24 Kasım 2009 Salı

Team RadioShack: Lance Armstrong ve Ekibi


Geride bıraktığımız 2009 bisiklet sezonunun en önemli olaylarından birisi, kuşkusuz ki Lance Armstrong'un Team Astana bisikletçisi olarak spora geri dönmesi oldu. Kariyerinde ilk kez katıldığı Giro d'Italia'da Levi Leipheimer'ın arkasında sempatik ikinci kaptan imajı çizen Armstrong, temmuz ayına geldiğindiğinde geri dönüş amacının sadece domestik olarak takıma katkıda bulunmak olmadığının sinyallerini verdi. Team Astana, Tour de France'a Alberto Contador, Lance Armstrong, Levi Leipheimer ve Andreas Klöden'i içeren bir kadroyla katıldı. Dört bisikletçi de takım lideri vasıflarına sahip olsa da, Tour şampiyonlukları bulunmayan Klöden ve Leipheimer'ın egolarından vaz geçmeleri zor olmadı. Fakat Contador ile Armstrong arasında özellikle Tour'un ilk haftasındaki liderlik savaşı, sarı mayonun beklenenden daha geç ele geçirilmesine neden oldu. Contador'un tartışmasız en formda bisikletçi olmasıyla konu tatlıya bağlansa da, Armstrong 2010 sezonu için kendi takımını oluşturacağını daha Tour bitmeden duyurdu.

2010 sezonunda Avrupa takımları arasında değişik bir tat olmaya çalışacak olan Team RadioShack'in içeriği de yavaştan oluşmaya başladı.

Livestrong kampanyası dahilinde kurulan takım, Amerika'da elektronik eşya mağazaları zinciri RadioShack'in isim sponsorluğu dışında, arkasına bisiklet üreticisi Trek ve Nike'ı da alıyor.

2009 Team Astana ile 2010 Team RadioShack'in tek ortak noktaları Armstrong, Trek ve Nike değil. Armstrong'un 7 Tour zaferinde de arkasında bulunan spor şefi Johan Bruyneel, Astana'dan ayrılıp RadioShack'in başına geçti.


Astana'nın gövde gösterisi yaptığı dörtlüden Contador hariç üçü RadioShack'te bir daha buluşuyor. Leipheimer'ı (soldan ikinci) Armstrong'un 2000-2001 yıllarından kalma sadık dostu olarak niteleyebiliriz. Klöden (en solda) ise kariyerinde Tour de France ikinciliği (2006) bulunan bir başka kaptan adayı. Bisiklet sporunda Tony Martin'den başka bir umudu kalmayan Almanlar adına ben Klöden'den umutluyum.

Domestik olarak nam salan Ukraynalı Yaroslav Popovych de Astana'dan RadioShack'e katılanlardan.

Peki, bu oluşumdan neler bekleyebiliriz? Fikrimce en büyük başarılar sezonun hemen başında gelecek. Avrupa dışında yapılan kısa süreli hazırlık turlarında Armstrong da dahil olmak üzere tüm takım ilk zaferleri elde etmeye çalışacaklar. Ardından gelecek olan Bahar Klasikleri'nde RadioShack adını çok fazla duyacağımızı sanmıyorum. İki Belçikalı Gert Steegmans ve Sébastien Rosseler bu disiplinde öne çıkma ihtimali olan isimler. Takımda bir tane İtalyan'ın bile bulunmaması, Giro d'Italia'ya büyük bir coşkuyla katılınmayacağını gösteriyor. Ama Klöden ve Leipheimer Tour'da Armstrong'a yardım edeceklerse, öncesinde İtalya'da kendi kariyerleri için pedal çevirebilirler. Peki Tour de France... Bu takımın kuruluş amacı diyebiliriz. Tırmanışçı ve domestik dolu kadrosu bunu zaten gösteriyor demeden önce kurucunun Armstrong olduğunu hatırlatmak isterim. Vuelta konusunda ise bir şey söylemek için daha erken. Resmi sitesinin henüz açılmamış olması nedeniyle kadroyu şimdilik buradan takip etmekte yarar var.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi NBA'de Dün Gece #1

Pek yapmadığımız bir şey yapalım ve dün gecenin maçlarını değerlendirelim birkaç cümlede... Bir ara toplam yapmış oluruz böylelikle bazı takımlar için.


Günün erken maçlarında önce Toronto-Orlando kapışması vardı. Hidayet Türkoğlu eski takımına karşı sahadayken, Vince Carter da kendisi için en sıkıntılı geçen deplasmandaydı. Böyle diyoruz ama tüm "Boo!" sesleri arasında çıkıp topunu oynayan ve ortalamalarının da üzerine çıkarak takımına maçı kazandıran bir Carter görüyoruz yıllardır Air Canada Centre'da. Uzun süre "Air Canada" lakabıyla anılmış bir adam olduğunu düşünerek, seyirciden ve protestolardan bağımsız da düşünebiliriz aslında durumu. Her ne olursa olsun, ortada olan Carter'ın Nets formasıyla yaptığı gibi Kanada'da eski takımının canını yakmaya devam ettiği... Maça çok iyi başlamasa da, ikinci yarıda 7-13 şut yüzdesiyle oynadı ve en kritik basketler yine ondan geldi. Son günlerde şut ritmini kazanmakta güçlük çekiyor diyebiliriz, Celtics maçında da bu böyleydi fakat son çeyrekte kontrolü eline alıp takımına maçı getiren adam da o oluyor yine. Hedo'nun "Mr. Fourth Quarter" özelliğini çok da aradığını söyleyemeyiz yani Magic'in...

Boo or Boo-urns?

Raptors cephesinde ise tam formunu bulmuşken sakatlık geçiren Marco Belinelli'nin rotasyondaki sürelerini de çalan ve 32 dakika sahada kalan Jarrett Jack, üç haneye de katkı yapıp triple-double ile flört etmiş. Sezon başlangıcında pek verim vermeyen Calderon-Jack tandeminin son maçlardaki görüntüsüne bakınca, doğru formül olmaktan o kadar da uzak olmayabileceğini görüyoruz. Belinelli de iyileşip rotasyona geri dönünce, çaylak enerjisiyle oyunun farklı alanlarına katkı yapsa da şut defekti ile böyle bir takıma çok uygun bir parça gibi gözükmeyen DeMar DeRozan'ın sürelerine bir ayar çekmek gerekecek bence... Jay Triano da pabucun ne kadar pahalı olduğunu biliyor olsa gerek, aşağıda paylaştığım video da bunu destekliyor zaten. Böyle bir projeye zaman ayıracağını ve bu şartlarda takımın veriminin düşmesine göz yumacağını sanmıyorum. Byron Scott da boşa çıkınca, Toronto kulislerinde Triano'yu sorgulayanların sayısı ciddi biçimde artmış. İsmail Er haberi...


Andrea Bargnani dün gece takımının rebound lideri olmuş. Bu da günün flaş haberi... Toronto taraftarı buna sevinmeli mi, yoksa üzülmeli mi ona karar veremedim.

Dwight Howard, Gilbert Arenas, Josh Smith, Monta Ellis, Anthony Randolph, Wilson Chandler, Paul Millsap, Trevor Ariza, Mario Chalmers, Aaron Brooks, Ronnie Brewer, Andray Blatche, Ryan Gomes, Larry Hughes ve J.J. Hickson'dan oluşan takımımda Jack'e yer açmaya çalışıyorum bu arada. Var mıdır önerisi olan? Tek yol takas mı?

Celtics'in Knicks'i yenerken bu kadar zorlanması ilginç. Gerçi Celtics gibi bir savunma takımı için ilginç bir eşleşme olması normal bir Mike D'Antoni takımının... Adamların savunmadaki temel amacı rakibe doğru şutu kullandırmamak, fakat karşında Knicks varsa oyuncuların öyle bir endişe içinde olmadığını fark edip ne yapacağını şaşırıyorsun. Sonuçta da maçı hücumunla yenmeye çalışır durumda buluyorsun kendini. Madison Square Garden'da böyle bir durum vardı ve Garnett-Allen ikilisinin kötü bir gece geçirmeleri de galibiyetin 53 dakika almasını ve maçın bir buzzer-beater ile sonlanmasını tetikledi.


Ezeli rakip ebedi dostta Rasheed Wallace'ın formsuzluğu sık konuşulan bir hadise. Açıkçası Sheed'in Pistons'a takas olduğu yarım sezondaki psikolojisine dönmesini bekliyor ve biraz da korkuyordum. Fakat bugüne kadar denk geldiğim maçlarda izlediğim Sheed, geçen sezonki o enkaz haline daha yakın gibi görüntü olarak. Mutlaka daha iyi ama çok da iyi değil işte. Bir kere yine dışa çok bağımlı oynamaya başladı gibi ve şutlar girince alkışlansa da dün geceki gibi örneklerde takıma katkı yapmaktan çok uzak oluyor. 0-6 ile çıkmış maçtan ve 15 dakikada yaptığı 4 faul de konsantrasyon seviyesini gösteriyor sanırım. Gerçi maçın tamamını izlemedim, biraz da farazi konuşuyorum. Benim asıl hayal kırıklığım ise Marquis Daniels oldu Celtics cephesinde. Elemanı altıncı adam ödülüne aday gösterenler olmuştu, sistemde çok iyi bir tamamlayıcı parça olacağı söyleniyordu. Yine Rajon Rondo'nun arkasında oyun kurucu bölgesinden süre alıp katkı yapabileceği de iddia ediliyordu, fakat oyunda olduğu sürelerde Eddie House'un verdiğinden fazlasını vermiyor takıma. Kendisinden beklenen bundan fazlasıydı kuşkusuz... Boynuna dövme yaptıran adama çok da güvenmeyeceksin!

Gelelim izlediğimiz maça. Knicks'i görmezden gelelim bu uğurda memnuniyetle. David West! Sen ne tarifsiz bir... Neyse. İyi tarafından bakmayı denersek, Byron Scott döneminde Hornets'a gönül verenlerin ısrarla üzerine düşülmesini istedikleri iki yetenek Marcus Thornton ve Darren Collison nihayet süre buluyorlar. Açıkçası UCLA forması ile yıllarca kahırlara vesile olmuş Collison'ın uzun soluklu bir NBA kariyeri olacağını tahmin etmiyordum, bunu büyük Hornet Şaban Işık'a defalarca bildirip "İkinci turdan seçtiğiniz adam, ilk tur seçiminizden çok daha iyi olacak" şeklinde densizlikler de yaptım. Fakat eleman Chris Paul'un yokluğunda gayet rahat gözüküyor parke üzerinde ve Hawks maçındaki oyunu da sezonun en iyi çaylak performanslarından biri oldu. Ancak asıl altı çizilmesi gereken performanslar hala Thornton'a ait bana kalırsa. Şutu kaldırmadan önce pek düşünmeyen bir adam, oyununun da tek yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Fakat nispeten zayıf olarak değerlendirilen bir sınıfta 43. sıradan seçtiğin adamdan bundan fazlasını da bekleyemezsin... Chase Budinger ve Sam Young önümüzde dururken, ekonomik sebeplerle takas etmeyi tercih ettiğimiz ikinci tur hakkı biraz koymuştu ve bu sebeple Mitch Kupchak'e de az sallamadım. Thornton'ı da pas geçtiğimizi hatırlayarak bir kez daha sallayalım. Gerçi sistemimize diğerleri kadar uygun bir oyuncu tipi değil, fakat benchin bugünkü durumunda şu haliyle iş göreceği muhakkak.


Lakers'ın Phil Jackson sonrası dönemi için yıllardır aday gösterilen Byron Scott için büyük bir eksidir bu adamın yeteneğini görmezden gelip, süreleri Bobby Brown gibi bir at hırsızına vermek.

Miami de sevdiğimiz bir takım, Dwyane Wade sevdiğimiz bir topçu, Erik Spoelstra'nın bir hikayesi var ve Mario Chalmers kolejden beri takip ettiğim bir başka güzel çocuk. Bu takımın başarılı olmasını isterim ve sezon öncesi tahminlerde biraz fazla küçümsendiğini düşündüm hep. Jermaine O'Neal da sağlık problemleriyle gündeme gelmedi pek fazla, sadece 1 maç kaçırdı geri kalan dönemde de... Yan parçaların kötü olduğunu biliyoruz ama zaten bu takım 2 sene evvel D-Wade ciddi bir sakatlık geçirince NBDL takımına benzetilen bir takımdı çoğunluk tarafından. Bir anda ortaya komple bir takım çıkmasını bekleyemezsin. Fakat iyi yan parçaları, derin bir kadrosu olan Raptors ile örnekleyebileceğimiz takımlardan ziyade, Heat gibi takımların bu konferansta başarı için doğru formüle daha yakın olduğunu düşünürüm hep. Dün kazanmaları için Udonis Haslem'ın kritik bir panyalı orta mesafe şut sokması -ki bence şut sırasında bir faul de vardı- ve David West'in son topta süperyıldızcılık oynaması gerekti belki ama play-off dışında olacağını sanmıyorum Heat'in normal sezon sonunda, esas oğlan sakatlanmadığı müddetçe. Hatta ikinci turu da kovalayabilirler geçen sene olduğu gibi...

NBA'de gecenin diğer maçlarında alınan sonuçlarsa şöyle:

Phoenix'in Detroit'i yenmesine şaşıran yoktur heralde pek... Steve Nash meydanı boş bulup at koşturmuş yine. Bir adı var mı? Amare Stoudemire. Belki de Amar'e Stoudemire, kendisi de pek emin değil... Diğer tarafta DaJuan Summers iyi top oynamış, derin ligler için radarımıza aldık genç elemanı. Will Bynum beklenen rakamlara ulaşıyor Hamilton-Prince ikilisinin de yokluğunda ama büyük resim pek de güzel hisler uyandırmıyordur kimsede tahminimce. Louis Amundson, Jared Dudley gibi adamlara büyük saygım var. D'Antoni olsa takımın başında pek barınamazlardı muhtemelen...

"Sisli havalarda Shannon Brown'a kalkış izni verilmemeli."

Sedat Koç

Staples Center'da da Oklahoma City pek sorun olmamış. Bu sene iyi top oynuyorlar ve sempati duymamak da imkansız... Geçenlerde Twitter'da dolaşan bir video vardı. Durant-Green-Harden üçlüsü şarkının tekine oldies bir klip çekip eğlenmişler. Onlar da biz çocuklarımıza "Lisede en eğlenceli sınıf bizim sınıftı, hocalar yaka silkerdi" diye anlatırken bir benzerini yapıp "Bizim takım çok matraktı" falan diye gidebilirler. Russell "Evlat" Westbrook da Los Angeles'a döndüğü maçta 14-7-7 yapıp 3 de blok eklemiş. Top kaybı olayını muhtemelen yakın gelecekte düzeltemeyecek, fakat takımı iyi yönetiyor, topu iyi dağıtıyor ve her şeyden önemlisi bunu geçen seneye göre daha büyük bir istikrarla yapıyor... Takımın derecesi de onları play-off potasına sokan cinsten bir derece ki geride bıraktıkları fikstürün kolay olduğunu söyleyemeyiz. Kobe Bryant'ın sıfırdan attığı gol ve seferlerine Jason Maxiell sebebiyle verdiği aradan sonra yeniden havalanan Shannon Brown günün asıl olayları tabi...


Böyle bir maçta bile kenardan 24 sayı getirebilmişiz. Neredeyse 100 dakika oynama süresine karşılık gelen skor katkısı bu...

Aynı anda başka bir yerde Charlotte, Indiana'yı 16 sayıyla yenmiş. Nazr Mohammed'in 18 sayı attığı bir garip maç. Neden oynanır ki böyle bir maç? Ya da Charlotte'un yerlisi olsan gidip izler misin böyle bir maçı? Sakarya'da "Acun Ilıcalı ile Devler Ligi" finaline 14 bin kişi doluşur musun?

Olayı beğendim, arada yapacağım sanırım...

Senin Kafanı Kırarım Köpek



"Jay Triano is so stupid, he sold his car for gas money."

raptorsforum.com

21 Kasım 2009 Cumartesi

More News from Nowhere #8 - En Son Yürekler Ölür


Başlayalım bakalım. Fenerbahçe'nin İnönü'yü ziyaret edeceği bir cumartesi gecesi daha. O cumartesiler için şarkı yazıldığı dönemler çok uzak değil, ama son yıllarda istikrarlı olarak Fenerbahçe'nin gelip kazanıp geri dönmesi -evet, bu sıralamayla gelişiyor her defasında- o şarkıların dillendirilmesi noktasında bir çekingenlik yaratıyor ister istemez. İsmail Köybaşı'nın yerine müzmin sol bekimiz yine takımı felç bırakacak, forvette muhtemelen Mert Nobre'nin öz benliğiyle savaşımı yepyeni bir epizotla karşımızda olacak... Tablo nereden bakarsan bak çok güzel şeyler vadetmiyor ve yıllar sonra İnönü'de kritik bir Fenerbahçe galibiyetinin bizim uğursuzluğu dillerden düşmeyen kombine tayfasına denk geleceğine de pek ihtimal veremiyorum. Dün tam maçı düşünürken otobüste yanıma oturan kızın kitabının kapağına baktım ve "En Son Yürekler Ölür" yazıyordu. Mantarlığını daha önce birkaç arkadaşa teyit ettirdiğim Canan Tan adlı hanımefendinin bir eseriymiş, yine de bir işaret olarak algıladım ve etrafa negatif elektrik yaymadan, öldürücü Yusuf-Tello-Ekrem-Nobre hücum hattından gol ya da goller bekleyeceğime dair kendime söz verdim. Kısmet... Rüştü Reçber'i de çok özlemiştik, o da bambaşka olacak.


Dün akşamki Efes Pilsen-Galatasaray Cafe Crown maçına gitmeyi planlıyordum ne zamandır. Sonra hesapta olmayan bir bilgisayar problemi Cevizlibağ'a kadar götürdü, ben de gidip evde izledim. İlk yarı sonrası oksijen ihtiyacından kendimi dışarı atmak durumunda kaldım, bu maçı son dakikaya kadar izleyebileni takdir ederim. Ergin Ataman bile deli gibi baymıştı, yine de böyle galibiyetler takımın yerlerdeki oyun kalitesini görmeye engel değil. Ataman da bunun sıkıntısını yaşıyor belli ki. Entente Orleanaise karşısında alınacak bir mağlubiyeti, teknik kadro değişikliği izlemeli artık... Bogdan Tanjevic'i alt etmek böyle büyük bir kredi yaratmamalı. Tanjevic kalırsa, Efes Pilsen bu sezon sonundaki final serisinde de kazanan taraf olabilir. Fakat bu, Efes Pilsen markasının iki sene üst üste gruptan çıkamayarak kaybedeceği saygınlığı kompanse edebilecek bir başarı olur mu?

Mozilla Firefox da sorun çıkardı bilgisayarda, Google Chrome güzel browser ama hiç rahat hissedemiyorum. Kısa keseceğim galiba...


Artık maç nasıl baymışsa eve dönecek dirayeti bulabildiğimde saat 4:30 gibi bir şeydi. Uyumak istemedim, çünkü SporMax kameramanının da ilgi odağı olan Darius Washington'ın nişanlısı rüyama konuk olabilirdi. "How I Met Your Mother" izleyenler hatırlayacaktır, ikinci sezonda bir bölümde 'crazy eyes' muhabbeti geçmişti. Birisinin Washington'ı da bu konuda uyarması lazım bir an önce, ben böylesini görmemiştim... Maçın ikinci yarısına da sabah biraz göz gezdirdim de Bootsy Thornton şu sıralar büyük oynuyor ama şanssız bir şekilde Euroleague ara verdi tam adamımız havasını bulduğunda...

Neyse ne diyorduk, gece döndüğümde son çeyreğine yetişebildim Celtics-Magic maçının. Kevin Garnett'in kendini motive etmek için kafasına attığı şaplaklar biraz keyfimi yerine getirse de, beklediğim düzeyin çok altındaydı basketbol seviyesi. Hidayet Türkoğlu'nun gidişinden sonra Dwight Howard'ı besleme noktasında sıkıntı çekmesi bekleniyordu Magic kısalarının. Hakikaten de şu ana kadar öyle bir görüntü var, fantezi takımıma franchise player yaptım da elemanı oradan anlayabiliyorum. Faul problemine girmediği maçlarda da çok az şut kullanıyor Howard. Dün sadece 4 şut kullanmış ki Vince Carter'ın 29 şut kullandığı bir ortam söz konusu olan... Formunu hiç bulamamış bir Hidayet, bu olumsuzluğa rağmen her maç pota altındaki arkadaşının ağzına 1-2 tane 'al da at' dercesine pas atıyor. İçimdeki Mehmet Ayan...


Diğer maçlar için de yeni bir sayfa açayım, hatta browser konusundaki tutuculuğum da sürecek gibi, bir kez daha deneyeyim ben şunu..

19 Kasım 2009 Perşembe

Moment of Zen #15


"Cemal Nalga wakes up one morning and realizes that he has been transformed into a giant Tufan."

Gökhan Özşahin

16 Kasım 2009 Pazartesi

All the People, So Many People...


Bugünlerde arka arkaya dinledikçe iyice emin oldum ki Blur'ün "Parklife" albümü tam bir başyapıt. Brit Pop'un yüz akı albümlerinden biri kesinlikle. Bir kere, üzerinden epey bir sene geçmesine rağmen hala yepisyeni, gıcır gıcır ki bu iyi bir şeydir diye umuyorum. Lakin, bundan daha da ilginci ve önemlisi, muhtemelen ömrümde gördüğüm en garip şarkı sıralamasına sahip olan albüm olması. "Girls And Boys"la giriyoruz olaya, bu minvalde böyle sallana sallana devam eder diyoruz, sonra efendime söyleyeyim "End Of A Century", "Far Out", "Badhead", "To The End" gibi kusursuz ve Blur'den, en azından o zamana kadar aklımızda yaşattığımız Blur'den beklenmeyecek vuruculukta şarkılar dinliyoruz. O an, bu üçlüyü dinlerken depresyondayız, pencereden yağmuru izleyip hayallere dalıyoruz. Londra, yağmurlar, "Match Point" ve Scarlett'in göğüsler. Hepsini hayal ediyoruz aynı anda veya farklı zamanlarda. Ve fakat, sonra "London Loves" ve "Trouble In The Message Center"la tekrar cockney aksanına, serseri hallere geri dönüyoruz. Zıplıyoruz, dans ediyoruz. Derken bir "This Is A Low", bir "Clover Over Dover" geliyor ki peh anam peh... "Clover Over Dover"la birlikte vapurlar, martılar, karşıda oturan ve yolculuk boyu ara ara kestiğimiz güzel kız geliyor aklımıza.

Bütün bunları tek albüm yapıyorsa, bize de şapka çıkarmak düşüyor. 94 yılında çıkmış bu güzide albümle ilgili 2009'da kritik yazmak da ne garip iş. Yine ne ilginçtir ki, geçen gün yaptığım en sevdiğim şarkılar sıralamasında "The Killing Moon" (Echo And The Bunnymen) ve "Morning Glory"nin (Oasis) arkasına Blur'den "Coffee And TV"yi koydum, oradan aklıma geldi, albümleri çevirdim, çevirdim, çevirdim durdum. Blur güzel, hayat güzel...

RIP


Robert ENKE
(24 Ağustos 1977 - 10 Kasım 2009)



Antonio DE NIGRIS
(1 Nisan 1978 - 16 Kasım 2009)

İki sporcunun ölümleri çok fazla ortak nokta taşımıyor aslında. Vize haftasında olduğum için uzun bir Enke yazısı gelmedi. Kalemi kuvvetli bir yakın dostu varsa, bize bu adamın hayatının son yıllarını bir şekilde anlatsa çok güzel olur aslında.

De Nigris'in hayata vedası ise iki kat fazla üzenlerden... Zira işin içine ihmal faktörü giriyor ve daha güzel bir dünyada başka bir sonun mümkünlüğünü fark edip daha fazla üzülüyor insan...

Hi, I'm Ron Artest and I'm from Kastamonu!


Aynı adlı Aziz Nesin romanından uyarlanmış Kemal Sunal filmi "Gol Kralı" kült filmlerinden biri Türk sinemasının. Sait Hopsayit, Kerkenez Sevim, İspanyol Aysel ve Duvar Ahmet... Sonuncu karakter eski Fenerbahçe kalecisi Yavuz Şimşek'in canlandırdığı meşhur defans oyuncusu olup, futbolculuk hayalleri kuran Gol Kralı Sait'e futbol dersleri de verir filmin ilk kısmında. Pislik bir futbolcudur, en önemli numaralarından biri de köşe vuruşu sırasında, hakemin görmediği bir anda rakip oyuncunun suratına tükürerek kendisine avantaj sağlamasıdır.



Geçen sene LakersTR tayfası olarak bu kült figür ile kadrodaki oyuncular arasında benzerlikler bulmaya çalışıyorduk. Jordan Farmar, liseden basketbolcu olma hayalleriyle Orange County semalarına gelen Andrew Bynum'ı yoldan çıkarmaya çalışan UCLA çocuğu modeliyle uygun görünmüştü bir dönem. Ama Ron Artest transferi sonrası, takımdaki Duvar Ahmet'in kim olduğu konusunda soru işaretlerine yer yok.

Staples Center'a geçen sezon en büyük oyuncularından biri olduğu şampiyonluk koşusu sonrası yüzük için gelen Trevor Ariza'ya karşı numarasını yapıyor Ron Ron. Önce çaktırmadan tükürüyor, sonra da doksana çakıyor kafayı.

Sansürsensin: http://www.youtube.com/watch?v=vu1zMV5j0f

Solaris?

Haftasonu basketbol gündemi yoğundu. Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin yerel futbolun mola aldığı bir döneme denk gelmesi zaten bazı şeylerin habercisiydi. Bu işaretleri görmemekte ısrarcıysanız da Beşiktaş Cola Turka-Efes Pilsen maçında yaşananlar size ülkedeki spor kültürünün ne düzeyde olduğunu bir kez daha hatırlatabilirdi. Zaman zaman unutsak da, genelde aklımızda bu durum çok şükür... Fakat Orkun Çolakoğlu-Alim Karasu ikilisini kıramayıp gittiğim maçta yeni şeyler öğrenmedim değil.

Bu takımın taraftarı maçın bitimine 1 dakika kala takımı 4 sayı yenik duruma düştü diye sahayla ilgilenmeyi bırakıp, oyuncusu çok kritik serbest atışlar kullanırken "Fransa'da doğdu, Beşiktaşlı oldu" diye orada bulunan kulübün eski bir futbolcusuna tezahürata yönelebiliyor. Aynı taraftarın bir kısmı ülkedeki basketbol tribünlerinin genel çizgisi düşünüldüğünde büyük bir şans olarak görülmesi gereken Efesliler tribününe tekme tokat girebiliyor. Mağrur bir biçimde savunulan sebep basit ve fazlasıyla tanıdık: Tahrik! Geçen sezonki final serisi yazdığımız yazı arşivde, 'tahrik' kelimesinin ne denli ucuzlaştırıldığından orada da bahsetmiştik, tekrarın anlamı yok. Bir de 'provokasyon' var moda bir kelime olarak. Çoğunluğu kelimeyi telaffuz etmeyi de beceremiyor ama çok seviyorlar. Renkli basının sözde entelektüel temsilcilerinin 'ad hominem' fetişinin minimal bir örneklemi olarak görebiliriz.

Tabi bunun yanında işin organizasyonel boyutu var ve burası da fazlasıyla çarpıklık barındırmakta, kimsenin şüphesi olmasın. Sıradışı 'kimlik kontrolü' uygulamasına rağmen maçın başlamasına 50 dakika kala açılan kapılar. Tahrik kollayan taraftar profiliyle yan yana oturtulan konuk takım taraftarı. Medeniyet seviyemizden çok emin olduğumuz için, geçen sezonun dostane final serisinde sadece basketbol konuşulduğu için ve pek tabi içinde bulunduğumuz devlet bir polis devleti olmadığı için o bölgeye ancak olaylar yatıştıktan sonra gönderilen polis ekibi. Hepsi Akatlar'da. Fazlası ise akşam saatlerinde Abdi İpekçi'de.

Bir de Muratcan Güler'in annesi olduğunu iddia eden -böyle söylüyorum zira ciddi şizofreni belirtileri gösteriyordu- bir teyzeden azar yedik. "Sen ayağa kalktın diye oğlumun smacını göremedim" diye geldi devre arasında yanıma. Ne denir ki böylesine de...

"Utanç. Bu duygu insanlığı kurtaracak."

Bu repliği hatırlatmıştık son TBL merkezli yazımızda. Ne yazık ki görebildiğim kadarıyla, bu duygu hala uğramamış ülkedeki bağnaz taraftar güruhuna... Yakın gelecekte uğrayacağını ve geneli etkisi altına alacağını düşünmek de fazlaca romantik olur.

12 Kasım 2009 Perşembe

I Want My Baby Back



Zaten bu yaz yaşadıkları sonrasında ne kadar sağlıklı karar verebildiği konusunda derin şüphelere yol açan Glen Davis'in son açıklamaları da şu şekilde düştü ajanslara:

"I will try it. When I become an All-Star in the NBA, when I become a great player in the NBA, then I'll try football. One of my dreams has always been to play football."

Danny Ainge'in hoşuna gideceğini sanmıyorum ancak uzun erimde bu hedefinde ciddi olduğunu birkaç kez vurgulamış Big Baby. Söylentiye göre de lisede defensive end, defensive tackle ve tailback pozisyonlarında başarılı maçlar çıkarıyormuş.

Konu ilginizi çektiyse burada Davis'in lisedeki performanslarını da izlemiş ESPN yazarı Chris Forsberg'ün bu arzunun olurluluğuyla ilgili bir şeyler karaladığını görebilirsiniz. Ben göz gezdirdim sadece mesela...

Sansürsensin: http://www.youtube.com/watch?v=uHnBeyOlvjU

Nellie Vacation


Sezonun bitmesiyle devreleri yanan ve yazın yaptıklarıyla da makara malzemesi olan Stephen Jackson yeni sezona da farklı bir giriş yapmadı malumunuz. Ta ki menajeri Mark Stevens'ın coach Don Nelson'a genelde bel altından vurduğu konuşmasına dek. Çok kötü bir Wolves karşısında alınmış ve açıkçası pek de anlam ifade etmeyen galibiyette Captain Jack'in 15 asisti de istatistik hanelerinde göze batan detay oluyordu. Bunun üzerine Nellie muhtemelen maç boyunca üzerinde düşündüğü espriyi patlatıverdi...

- Q: Did you think it was Stephen Jackson's passing that kind of got things going tonight?

- NELSON: Yeah, I thought so. I hope his lawyer says something negative about me tomorrow. Must've turned him on.

Kimsenin güldüğünü sanmıyorum, çünkü Warriors ile ilgilenen herkes artık sadece sinir bozucu şeylere gülebiliyor. Yazılarını sıklıkla takip etmeye çalıştığım Mercury News yazarı Tim Kawakami çıldırma noktasına gelmiş durumda. Övünç Özbilgiç ve Efkan Bucak'tan takım hakkında pek ses seda çıkmasa da, onların da sahadaki tiyatroyu her gördüklerinde efkarla dolduklarını tahmin edebiliyorum. Bugüne kadar sigaraya başlamamışlarsa fazlasıyla şanslılar...

Nellie'nin çadırında son dönemde en ön plana çıkan isim S-Jax haliyle. Son patlak veren olaylardan sonra Nelson işi inada bindirmezse 1-2 hafta içinde bir takas bekliyor olabilir bizleri. Ancak adresin Cleveland olması halinde yukarıdaki mücadeleye bir etkisi olma ihtimali bulunuyor, fakat S-Jax de Lebrongiller'in aradığı isim olmaktan çok uzak. Rotasyona bir anlığına göz atmanız bunu söylemek için yeterli zaten. Belki New Orleans cazip bir biten kontratla Warriors'ın aklını çelebilir, bu hamle de tekrar play-off potasına sokar Chris Paul ve arkadaşlarını muhtemelen. Twitter'da her maç gecesi helak olan Şaban Işık biraz olsun durulur belki... Ben bu kadar kötü olmasını beklemiyordum ama takımın şu andaki görüntüsü tam da Orkun Çolakoğlu'nun batug.com sezon ön incelemesinde yazdığı şekilde seyrediyor: "Chris Paul bir frikik, bir korner atacak da Hornets maç kazanacak."

Son yıllarda rotasyon seçimleri de, saha içinde small ball sınırlarını da zorlayarak oynattığı oyun da abartılı bir hal almaya başladı iyiden iyiye. Amcanın emeklilik dönemini saha kenarında geçirmesine bizim de gönlümüz elvermiyor, zira sağlığı genel olarak iyi gözükmüyor buradan bakınca. Lenny Wilkens'ın galibiyet rekoruna gözünü dikmiş sanırım, fakat bunun da mevcut Warriors takımıyla kısa vadede başarılması mümkün değil gibi. Uzun vadeyi de bahse konu isim Nelson ise zaten hesaba katamıyoruz. Bir an önce California plajlarında torun gezdirmeye davet ediyorum Nellie'yi. Rob Kurz, Anthony Morrow gibi adamları ilk kez bir NBA maçında parke üzerinde görüyorduk sayesinde, beş yıldır falan başıma gelen bir şey değildi. O Morrow, bir hazırlık maçında 48 dakika sahada kaldı. Hiçbir makul sebep yokken. Bunların hepsi aslında bir noktaya götürüyor bizi ama tıbbi teşhisler koymak benim görevim değil.


Aslında Baron Davis gittikten sonra Warriors çok da umrumda değil diyebilirim, B-Diddy şehre gelmeden önce çok da sempati duyduğum bir takım olarak tanımlamıyordum zaten onları. Fakat şimdi de Anthony Randolph'ün geçen sezonun ikinci yarısında başladığı çıkışı sonrasında, kenarda benchin en sonunda oturmasını hazmedemiyorum. Fantezi kadrolarımdan birinde üzerine yatırım yaptığım için başka açıdan da taraflı yaklaşıyorum biraz olaya. Fakat her şeyden önce geçen sezon parlak bir PF adayı olarak bizleri heyecanlandıran, ABD Milli Takımı için aday kadroya çağrılan, Yaz Ligi'ndeki insan değil istatistikleriyle manşetleri süsleyen bir adamın rotasyonda Mikki Moore'un arkasına atılmasını yadırgıyorum. Dünya üzerinde Moore'u Randolph'ün önüne koyabilecek belki de tek adamın, bugün Randolph'ün takımını -güya- yönetiyor olması da bu genç adam için fazlasıyla trajik.

Bu arada S-Jax'in menajeri Nelson hakkında ne dedi? Kariyeri boyunca ona güvenen insanlara kazık atmak dışında kayda değer hiçbir şey yapmadığını söyledi açık açık. Sadece manipülasyon amaçlı açıklamalar mıydı? Muhtemelen evet. Ancak bu, söylediklerinin büyük oranda doğru olduğu gerçeğini de gölgelemiyor ne yazık ki. Bir de buradan yakın...

Tabi biz Warriors'ı kurtarmaya çalışırken akşamı sabah eden insanlar değiliz ve böyle şanssız insanlar var. İşte bunlardan biri olan Warriors yazarı Kawakami en son "NBA'de Warriors diye bir takım olsaydı, bugün Don Nelson işini kaybetmiş olurdu" minvalinde bir şeyler yazdı. Robert Rowell ve Chris Cohan gibi baş belaları da var takımın yakasına yapışmış olan. Geçen gün yine Kawakami'nin alttaki satırlarla başlayan ve Rowell'ın kovulması için 25 sebebi sıraladığı şu yazıyı okurken fenalık geçirdim mesela... Günahtır!


"It's clear the Warriors are going PR campaign again to try to salvage… I dunno what… but PR campaigning is what they do. They don't do anything that actually fixes the problems. It's always PR campaign, things get worse, MORE PR campaign, things get worse.

New PR campaign: It's all mean old Stephen Jackson's fault, if he wants out, let him take less money, and once he's gone, Warriors will be Paradise Re-Found. I'm not here to say S-Jax is helping anything. Of course he's not. But he's a symptom, not the only problem.


And once he's traded –I presume he will at some point, without $1 less than he is owed, since he's smarter than Warriors management– umm, WHO'S DEFENDING KOBE, Carmelo Anthony, Manu Ginobili, Eric Gordon, Tyreke Evans or just about anybody?


It's all S-Jax's fault. Yet the Warriors are dead with him and will be deader without him. Time for more PR Campaigning! That's the ticket."

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...