29 Nisan 2009 Çarşamba

Moment of Zen #12


"And just fake it, if you're out of direction.
Fake it, if you don't belong here.
Fake it, if you feel like infection.
Woah, you're such a fuckin' hypocrite."

Seether

25 Nisan 2009 Cumartesi

Güzel Günler Göreceğiz Güneşli Günler


İnönü'de Fenerbahçe'yi... Neyse, biz konudan sapmayalım... Bugün de bir tarihe tanıklık ettik, Genç Subay Douglas'ın da ifade ettiği gibi İngilizler işi abarttı. İnsan içinden bu sene de yayın hakları NTV'nin elinde olsaydı da, Murat Kosova'nın ağzından bir kez daha duyabilseydik "İşte Premier League bu!" cümlesini diye geçiriyor. O cümlenin hakkını verecek çok sayıda maç oldu zira İngiliz takımları arasında.


Tottenham ile oynadığımız maçlar genelde zevkli geçer, ondan mı bilmiyorum ama bugün her zamankinden farklı bir heyecanla bekledim maçı... Yurtta Digiturk de yok, link avına çıktım yarım saat öncesinden, iyi kötü linkimizi de bulduk ama karşılığında maçın bize verdikleri, yıllar öncesine, Beşiktaş-Ankara Şekerspor maçına götürdü beni. Çorlu'dan yola çıkmışız maçın başlamasına saatler varken, öğle saatlerinde Dolmabahçe'de sosislimizi yerken bilet konusunda da hiçbir çekincemiz yok. Fakat Kabataş iskelesine iki vapur dolusu siyah-beyazlı taraftar geliyor, bir anda Dolmabahçe'ye hayat geliyor. Biz de stadyum çevresinde mevzilenen karaborsacıları ararken buluyoruz kendimizi. Maçın olağandan fazla ilgi görmesinin sebebi, ligin ilk karşılaşması olması ve o sezon TeleOn davası yüzünden yayın haklarında bir problem yaşanmasıydı. Daniel Amokachi'nin John Benjamin Toshack'ı tribünlere götürdüğü aktiviteler iyi hoş da, henüz 7. dakikada Marijan Mrmic'in kalesinde golü görüyoruz. Bilet bulmaya çalışırken çekilen çilenin karşılığını alamamak çok koyuyor o an... Arşive daldım şimdi, soyadını da öğrenmiş olduk golü atan adamın: Çetin İmamoğlu. Hatta 9. dakika diyor federasyon. Geçiniz efendim, bendeki Rain Man hafızası. 70. dakikaya kadar büyük bir sıkıntı hakim maçta, ancak oyuna sonradan giren Yusuf Tokaç skoru dengeliyor, 85. dakikada galibiyeti getirecek golü atan 11 numaralı adam önümüzde dans ederek yaşıyor sevincini. Tabi tribünlerde malum tezahürat: Dan-yel A-mo-kaçi... Kaçi.


Old Trafford, tekrar sendeyiz. Maça hızlı başlıyoruz, Dimitar Berbatov eski takımına karşı da son haftalardaki etkisiz görüntüsünden tam olarak sıyrılamamışa benziyor. Darren Fletcher ile Wayne Rooney birkaç kez pozisyonla burun buruna geliyor, Cristiano Ronaldo'nun serbest vuruşları tehlike yaratıyor. Fakat oluşum açısından birbirine çok benzeyen iki golle birdenbire öne fırlıyor Kuzey Londra temsilcisi. Tam da ben "Bu orta ikili varken Tottenham bize biraz zor gol atar" diye ahkam keserken. Aksayan isim kesinlikle Nani... Patrice Evra, sol bekte Vedran Corluka ve Aaron Lennon gibi üst düzey iki hücumcuyu tek başına durdurmaya çalışıyor. Başarılı da olamıyor haliyle. Bir nevi ilk İspanya maçında yaşanan Arda Turan kaynaklı sıkıntının yeniden yorumlanması Nani tarafından. Ancak Arda'nın aksine Nani hücumda da olabildiğince etkisiz. Kenara bakıyoruz, Ryan Giggs'i göremeyince aklımıza Carlos Tevez geliyor.


İkinci yarıda beklediğimiz değişiklik oluyor, Rooney yerini bulmuşa benziyor sol tarafta. Teknik yetersizliklerden dolayı emin olamıyorum ama penaltı öncesi o mükemmel ara pasını atan da Rooney oldu yanılmıyorsam. Maçı uğurlu(!) hakemimiz Howard Webb yönettiğinden insanlar şüpheli yaklaşıyor penaltıya haliyle, Heurelho Gomes topa doğru hamle yapıyor ama o hamle ne kadar temiz orası tartışılır... Ama o penaltı çalınmasa da çok fazla şey değişmeyecekti muhtemelen, infaz biraz daha gecikecekti belki. Zira Rooney-Berbatov-Tevez-Ronaldo dörtlüsünün hücum gücüne yanıt verecek bir futbolcu grubu yoktu sahada Tottenham cephesinde. Taktik anlamında cesur bir değişikliğe gitmeden, iyice tek kaleye dönen futbolu yalnızca izleyen Harry Redknapp, hakeme itiraz için harcadığı enerjiyi daha mantıklı kullanabilirdi belki de... Sezon başında oldukça kötü gözüken Rooney'nin bu halini görmek çok sevindirici, son haftalarda inanılmaz form tuttu. Arsenal maçı öncesinde son bir kez "Come on Rooney" çekerek yazıyı nihayetlendirmeye koyuluyorum.


Hafta içi zorlu bir mücadele olacak. Arsenal savunmada yaşanan sakatlıklar sonrası kan kaybetmiş olsa da, buna hücum hattında statüye takılan Andrei Arshavin ve sakatlar kervanına son katılan isim olan Robin van Persie'nin eksiklikleri tuz biber olmuşsa da her zaman ciddiye alınması gereken bir ekip. Orta sahadaki seçimler yine belirleyici olacaktır, Michael Carrick bu aralar iyi gidiyor. Lennon'ın bugün ilk yarıda yaptıklarını görünce Theo Walcott'tan korkmamak elde değil... Sağ bekte de Rafael da Silva henüz böyle maçları kaldırabilecek düzeyde olmadığını ikinci golde yaptığı kademe hatasıyla gösterdi. İrlandalı'dan bir süre daha yararlanmak gerekecek. Çok acayip şeyler olmazsa turu geçeriz gibi gelse de, takım en iyi günlerini geçirmiyor ve iki kulvarda yarışmak oyuncuların bir kısmını fazlasıyla yıpratmışa benziyor. Alex Ferguson'ın vedaya hazırlanıyor oluşu, Liverpool ile aradaki farkı lig bazında kapatma arzusu diğer tarafı daha öncelikli kılsa da şampiyonların liginde de yukarılarda olması gereken bir takım Manchester United. Bir duble daha mı içsek?

Chris Brown Go Downtown Chinatown!











Buraya da döşedik böyle ama, yeni keşfettim yerlerdeyim. Helal olsun! Ben bu kadar eleyebildim, ama daha fazlası da şurada...

"You have no romance hair, silly!"

Macera Dolu Amerika! - East Coast


Play-off atmosferini özlemişiz arkadaş, bu sene güzel de başladı zaten. Maç yayınlarının sıklığı dışında bir sorunumuz yok. Neyse ki imdadımıza İddalıyım Abi yetişti de maçları oradan izliyoruz artık, size de tavsiye ederim. Kendisine de saygılarımı gönderdikten sonra şu ana kadar play-off serilerinde yaşananları kısaca özetleyelim.



Cleveland - Detroit: Bu seri bitti artık diyebiliriz. Seri öncesinde Pistons'ın en azından 2 maç almasını bekleyenler Cleveland'daki maçlardan sonra "Hele bir Detroit'e gitsin seri" demişlerdi, ancak bu sabah Detroit'te oynanan maçta Cavaliers yine rahat rahat kazandı. Detroit'in muhtemelen artık tek isteyeceği Auburn Hills'deki dördüncü maçı kazandıktan sonra, beşinci maçta eve dönüp gelecek sezonun hazırlıklarına başlamak olacaktır. Birçok Detroit taraftarının dileği ise bu hazırlıklarda Wallace ve Iverson'ın olmaması olacaktır. Cavaliers cephesinde ise kimse takımın iki numaralı skor opsiyonu Williams'ın özellikle serinin birinci ve üçüncü maçlarındaki etkisiz oyununun farkında değil, çünkü LeBron normal sezondan sonra dominasyonuna ilk turda da devam ediyor. Detroit'in geleceği ne kadar karanlıksa, Cavs'in önü de o kadar açık. Doğu'nun bu haliyle onlara rakip çıkarması çok zor. Seri için ise 4-1 diyorum.


Boston - Chicago: İlk maçın tamamını, ikinci ve üçüncü maçların da büyük bir kısmını izledim. İlk play-off maçında 36 sayı atarak bu alandaki rekoru Wilt Chamberlain gibi bir efsaneden alan Rose'un ilk maçta Boston savunmasına yaptıkları akıl alır gibi değildi. Ona gelen cevap Allen ve Pierce'ın suskun olduğu gecede, bu sezon birçok defa olduğu gibi yine Rondo'dan geldi. İkinci maçtaki Gordon-Allen düellosu harikaydı. Boston'ın ikinci maçın son çeyreğinde nasıl gerildiğini anlamak için Allen'ın son üçlüğünden sonra neredeyse sahaya giren Doc Rivers'a bakmak yeterli. Ne yapsın adam, Garnett'in yokluğunda takım savunması yerlerde, ilk maçı kendi evinde şampiyon apoletiyle çıktığın maçta kaybediyorsun ve ikinci maçta son birkaç saniyeye girilirken hala skorda öne fırlayamıyorsun. Bu arada Powe'un da diz sakatlığı 4 numara pozisyonunu Big Baby ile Mikki'ye bıraktı tamamen. Davis neyse, serinin üçüncü maçında 14 sayı, 9 ribaund, 6 asist, 6 top çalma ve 3 blokluk 'Kirilenkovari' performansıyla sırıtmayacağını gösterdi, ancak Moore play-off sertliğini kaldırabilen bir adam hiçbir zaman olmadı. Bu seride Moore'un sahada olduğu dakikalarda orayı deşebilecek adam olmadığı için şu an çok sırıtmıyor Moore, fakat ilerleyen serilerde (eğer Cavs karşısına çıkılabilirse Joe Smith mesela) Powe'un da eksikliğini hissedeceklerdir. Bu arada hem Orlando hem de Boston gayet kötü gözüküyor. Sanırım konferans finalinde ufak çaplı blow-outlar görebiliriz Cavs cephesinden.



Orlando - Philadelphia: "Philadelphia süpürülür" diyenlerden biri de bendim play-offlar başlamadan önce. Hakikaten durum öyleydi ama. Philadelphia sezon boyunca bu seviyede olmadığını göstermişti. Hücumları dışarıdan skor üretecek silahları olmadığı için tıkanmaya müsait, savunmaları yeterince sert değildi. Orlando ise beklenmedik şekilde Doğu'nun tepesine kadar tırmanmış, sezon boyu çılgın şut atmış, savunmada ise üst turlar için yeterli olmasa da ilk turda Philadelphia'yı durdurmaya yetecek "Howard + 4 Kısa" formülünü tutturmuştu. Ancak şu an seri Orlando açısından hiç iç açıcı gözükmüyor. 2-1 geride olmaları bir yana, Lewis ve özellikle Hidayet'in serinin ilk üç maçında rezalet oynamaları (Hidayet 7-30, Lewis 14-38 ile şut atıyorlar şu ana dek) Howard'ın inanılmaz direnişine rağmen (26 sayı, 12.3 ribaund, 77% FG) Orlando'nun saha avantajını kaybetmesine neden oldu. Philadelphia'da ise sezon boyunca çok nadir kullanılan Marshall'ın özellikle ilk maçta sahneye çıkıp takımının geri dönüşü sırasında çok kritik basketler atması rotasyonu dar olan bir takım için iyi bir gelişme. Bu Marshall '94 draftında dördüncü sıradan seçilmişti değil mi ya... Tabi şut atan uzun, saldırın! Bakıyorum da 14 sezonda sadece 3 kere 81 maç oynayabilmiş, injury prone tanımının hakkını veren de bir abimiz. Konuyu fazla dağıtmadan devam edelim, Iguodala'nın ilk maçta attığı son saniye şutunda Hidayet'in savunması gayet iyi ama büyük oyuncu işte, atıyor. Bu sabahki maçta ise Young'ın attığı son saniye basketi de büyük bir şansın eseri desek kimse itiraz etmez heralde... Bu arada iki maçı da kafa kafaya getiriyorsun sonra ikisinde de son saniye basketiyle yeniliyorsun, Orlando adına çok sinir bozucu olsa gerek. Serinin devamı için ise, Hedo ve Lewis en azından vasatın biraz üstüne çıkarlarsa Orlando seriyi 4-2 alır diyorum... Phila'nın çabası takdirimi kazanmadı değil ama Orlando'yu eleme şansları yok denecek kadar az bence. Ha, 4-0 dedim o zaten kapak oldu bana. O ayrı mesele...



Atlanta - Miami: Bu serinin de ikinci maçını izleyebildim sadece. Ancak ilk maç için de fazla izlemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Wade'e yapılan savunmanın yanına takımın ikinci skoreri olan O'Neal karşısında iyi duran bir Hawks frontcourtu eklenince Miami'nin 70 sayıya bile ulaşamaması anormal değil. Aslında Atlanta'nın tek yapması gereken Wade'i kilitlemek, biliyorum çok kolay bir şeymiş gibi söyledim ancak Wade bu takımın sadece skoreri değil oyun kurucusu da aynı zamanda. Yani bütün hücum Wade'in omuzlarının üzerinde. Yani Wade'i kilitlemek demek, sadece takımın en önemli hücum opsiyonunu kilitlemek değil takımın oyun düzenini çıkmaza sürüklemek anlamına da geliyor. Bu durumda Wade'in oynamasına izin vermek demek de hem Wade'in çılgın skorlar atmasına imkan tanımak, hem de arkadaşlarını devreye sokmasını kayıtsız biçimde izlemek oluyor. İlk maçta 5 sayı atan Jermaine'in ikinci maçta 19 sayı atması gibi. Bu, asist sayılarıyla falan ölçülebilecek bir şey değil... Wade'in oynaması hücuma çok net bir biçimde akıcılık sağlıyor. Atlanta cephesinde ise Johnson ilk iki maçta henüz beklenilen oyununu sahaya yansıtamadı, bunda Miami savunmasının (özellikle izlediğim ikinci maçta) etkisi büyük olsa da Johnson'ın serinin Miami'ye taşınmasından sonra takımını omuzlarına alması şaşırtıcı olmayacaktır. Her ne kadar sarı-mor olan kalbim Cavaliers'ı daha fazla zorlaması açısından Atlanta'nın turu geçmesini istese de, aklım Miami'nin geçeceğini söylüyor. 4-2 ya da 4-3...

Yin - Yang


Dwight HOWARD
(45 dakika, 36 sayı, 12-16 FG, 12-14 FT, 11 rebound, 3 blok)



Thaddeus YOUNG
(34 dakika, 6 sayı, 3-7 FG, 4 rebound, 1 top çalma)


Yalnız o 4 sayı bir tarafa, bu 2 sayı ayrı bir tarafa... Ya da öyle bir şey. Bu ülkede Philadelphia 76'ers taraftarı da var, Los Angeles Lakers taraftarı da var Sayın Kosova. Hatırlatmak istedim...

More News from Nowhere #1


- Bu akşam Fenerbahçe Ülker-Galatasaray Cafe Crown üzeri Ligue 1 yapmak niyetindeydim, haftanın yorgunluğuyla dana gibi uyumuşum. İlk maç otuza gitmiş, sorun yok. İkinci maçın skoru da vicdanımı rahatlattı açıkçası, fakat o 0-0 biten taş gibi maçlardan biri olma ihtimali de yok değil. Neyse Le Foot yazar, biz de okuruz... Sporsever kimliğimi tatmin etmek amacıyla da bloga giriverdim. NTV yine Orlando maçı veriyor, tüm maçlarını izlediğim tek seri olacak bu maç büyük ihtimalle. Hayır Mehmet Okur sakatlanmasaydı da biz de nasiplenseydik en azından.


- NBA'de play-off heyecanı sürmekte... 25 kredilik programımı yavaş yavaş indiriyorum makul boyutlara, bir daha aynı hataya düşmek üzere olduğumu görenleriniz tokat falan atsın mümkünse... Mesaj yerine ulaştı sanırım. Neyse, çok güzel bir Celtics-Bulls düellosu izledik serinin ikinci maçında. Ben Gordon kendini aştı, Rajon Rondo beklediğimiz üzere durumu dengeledi Derrick Rose karşısında. Tabi Leon Powe'ın sakatlığı işleri biraz daha zora sokmuşa benziyor Celtics cephesinde, ancak ben yine de seriyi son şampiyonun geçeceğini düşünüyorum. İlk maç sonrasında "Celtics bitmiş, bu takımın Chicago'da maç alması imkansız" şeklinde söylemlerde bulunanlar erken öten horoz oldu, yazık oldu... Üçüncü maçın bu kadar farklı bitmesi ilginç, sıradaki maç serinin kaderini belirleyecektir. Ancak reboundlara konsantre olması lazım Celtics oyuncularının, Rondo'nun katkısı yetmeyebilir. Ray Allen kariyeri boyunca o işlere pek girmemiştir, kritik isim Paul Pierce. Alacağı savunma reboundları takımını rahatlatıp, yüzdeli bir 24 sayıdan daha fazla işe yarayabilir... "Hükümet düşer, Boston düşmez" dedik, fakat pota altı rotasyonu içler acısı, ikinci tur daha da zor olacaktır.


- Yukarıdaki seriye ek olarak Tony Allen olayına da değinmek lazım. Celtics organizasyonu pembe diziye döndü son zamanlarda iyiden iyiye. Sakatlıklar, Danny Ainge'in rahatsızlığı derken bu sefer de Allen'ın memleketi Chicago'daki belalısı seriye damga vurdu. David Stern, Rose'a ödülünü vermek üzere salonda hazır bulunurken yoğun güvenlik önlemleri de dikkat çekiyordu. Sezon başında da bir dönem gündeme gelmiş, ancak Allen'ın parmağındaki sakatlık nedeniyle Chicago'ya götürülmemesiyle atlatılmış kriz play-off ile birlikte tekrar sahneye kondu. Böyle bir seride, rotasyonun çok önemli bir parçası olmasa da herhangi bir oyuncuyu Boston'da bırakamazdı Rivers. Chicago'daki Crane High School'u bitiren Allen'ın sabıka kaydında yine Chicago'da bir restaurant önünde kavgaya karışma gibi bir vukuat da var... Onlarca güvenlik görevlisini bench arkasında görmek ne olursa olsun bu spora yakışmıyor, Stern'ün farklı çözümler düşünmesi lazım.


- Hornets Sixth Man Şaban Işık, Yahoo'dan güzel bir alıntı yapmış batug.com forumlarında... İlk maçlar seri hakkında görüş sahibi olmak adına çok önemli, ancak fazla da anlam yüklememek lazım. Zira seri ilerledikçe coaching daha fazla ön plana çıkıyor, bazı zehirler için panzehir üretimi mümkün olabiliyor. Yukarıda da bahsettik, Rose-Rondo eşleşmesinin ilk roundundaki galibin Rose olduğu hatırlanmayabilir, eğer Rondo bu triple-double ile flört eden istatistiklerini bir istikrara kavuşturursa. Diğer serilerde de durum böyle. İlk maçı Phila, Amway Arena'da kazanırken tüm parçaları iyi işliyor gibi gözüktü. Orlando cephesinde ise hemen hemen herkes standartlarının altında bir gece geçirmekteydi. Seri bu gece Philadelphia'ya gidiyor, fakat Gürkan biraderim kızmasın da her şeye rağmen bu takımın limitleri belli. Donyell Marshall ve Theo Ratliff'in ilk maçtaki sürprizleri güzeldi, fakat karşılık verilmeyecek hamleler değil bunlar. Gerçi Marshall daha fazla süre alsa neler olur, hiçbir zaman bilemeyeceğiz bu gidişle. Orlando ikinci maçın ikinci yarısında içeriye o kadar gömüldü ki, Andre Miller bile bu hakarete daha fazla dayanamayıp üçlük denedi o mükemmel stiliyle. Soktu da... Ama Stan Van Gundy'nin pek umrunda olmadı haliyle. Miller demişken, ilk yarıda Rafer Alston'ın kabusu oldu ama Courtney Lee ve Anthony Johnson karşısında aynı etkiyi göstermekten uzaktı. Öyle devam etmeyeceği de belliydi zaten... Takımı oynatmayı ilk planda düşünmesi Phila'nın bu seriye tutunabilmesi için olmazsa olmaz bir şart. Thaddeus Young sakatlığını üzerinden atmış gözüktü, Iggy de geçen play-off ile karşılaştıracak olursak daha bir takımın lideri gibi. Ancak bilhassa Rashard Lewis'in silkinmesini bekliyorum seri taşınırken. Courtney çok şugar çocuk. Daha önce de yazdım, ama bir kez daha belirteyim. Bu yaşta bu olgunluk... Sanırım kariyeri boyunca contender takımların hedefinde olacak bir parça. Yürüyedur evlat!


- Ryan Giggs ismi Andrew Bynum için muhtemelen hiçbir şey ifade etmiyor. Onun gibi yetenekli bir çocuktu, izleyenler çok büyük bir cevher görüyordu kendisinde. O izleyenler arasında bulunan dönemin en baba sağ beklerinin bile korkulu rüyası haline geliyordu bu melez... Sonra ne oldu, Ali Ece anlatsın...

"O yıl en çok satan dergilerin tümünün kapağında onun resmi vardır. Tüm gazeteler onun posterini vererek tirajını arttırmaya çalışır. Beckham o zamanlar Preston North End’de kiralık oynamaktadır, adını Victoria başta olmak üzere kimse duymamaktadır. Giggs, George Bestleştirilmeye çalışılırken onun imdadına önce manevi babası Ferguson sonra da nihayet A takıma alınan Beckham yetişir. Bu arada Dani Behr, Davinia Taylor gibi dışı harika içi bomboş insan taklitleri ile ilişkiye girmiştir. Ünlü şarkıcılar ve futbolcularla ilişkiye girerek ceplerini dolduran bu iki erkek avcısından Ferguson’un araya girmesi ile kısa zamanda kurtulmayı başaran Giggs, kaldığı yerden devam edecektir."

Bynum'ın da kaldığı yerden devam etmesi lazım. Bu çevresindeki isimlerin yardımıyla olabilir ancak. Alex Ferguson ile Phil Jackson spor dünyasının en saygın isimlerinden ikisi... Oyuncularıyla iletişim bakımından Jackson belki daha da ön plana çıktı kariyeri boyunca. Bynum'ın da tüm dikkatini saha üzerinde yoğunlaştırmasını sağlayacak hamleleri ondan ve belki de Kobe Bryant'tan beklemek lazım... Son olarak da şu haber düştü renkli basına. Playboy malikanesinde playmatelerle partiden daha iyi bir seçenek gibi duruyor Rihanna ile seviyeli bir ilişki... Fakat bunda gerçeklik payı varsa, çok yıpranacaktır Bynum. Mithat'ın Arda Turan yorumunun üzerine biraz muhalefet şerhi gibi olacak ama kendi topçum olunca duruma biraz farklı yaklaşıyorum galiba. Herkes topuna baksın, Trevor Ariza'yı örnek alsın. Madchester Los Angeles'ta yeniden hayat bulsun...

More News from Nowhere (first come first served)

23 Nisan 2009 Perşembe

Arda Turan, Metallica Yeni Albüm, C. Ronaldo Pool Orgy

Arda, İBB maçından sonra soyunma odasına gittiği için 1 maç daha ceza aldı. Kapıdaki görevli Arda’yı tanımamış, Arda da zorla içeri girmiş. Hetfield’ı da sakalları uzun diye terörist zannedip sorguya çekmişti Londra’da andaval güvenliğin biri. O yüzden güvenlik görevlisini suçlamıyorum. Beyni olsaydı, güvenlik görevlisi olmazdı zaten. (House, aynısını bir barmen için söylemişti.) Yeri gelmişken, nefret ettiğim meslek gruplarını da sıralayayım: Polis, dolmuş şoförü, polis, gazeteci, polis, İTÜ öğrenci işlerindeki memurlar, polis ve güvenlik görevlileri. Bir de polis.


Böylece, sade nargile içen kahve dedelerine ve spor yazarlarımıza gün doğdu. Bu ikisi arasındaki farkı tam anlamıyla anlamış değilim gerçi. "Arda, böyle devam ederse büyük futbolcu olamaz, Avrupa’da oynayamaz, yeni Hasan Şaş olur." Öncelikle hep beraber şu sorunun cevabını arayalım: Futbolcu dediğin kimdir? "Hep beraber" dediğime bakmayın, sizin ne düşündüğünüz pek s.kimde değil. Buyrun benim tanımım: Diğer ülkelerdeki sistem nasıl, tam anlamıyla bilmiyorum, ancak Türkiye’de futbolcu dediğin adam en geç 15 yaşından itibaren bir kulübün altyapısında sabah akşam antrenman yapmış, dandik bir liseden dersleri sallayarak mezun olmuş ve -eğer biraz şansı ve yeteneği varsa- 20 yaşında kamyonla para kazanmış sümüklü bir velettir. Bu veletlerin gece hayatının olmasını, kızlarla takılıp pahalı arabalara binmesini, akşam yatarken dişlerini fırçalamamasını veya Dostoyevski okumamasını eleştirmek, beyin zarınızda habis oluşumların mevcut olduğuna işarettir. Hele ki bir futbolcunun "ahlaklı olmadığı için" iyi bir futbolcu olamayacağını söylemek...

Cantona, Best falan bilmiyorsunuz hadi neyse de Cristiano, Zlatan falan da mı duymadınız? "Derbide yaptığı kol işareti acıttı" deyin, anlayalım. Net olun.


P. S.: İşbu yazıda Arda’nın ahlaksız olduğu belirtilmemektedir. Ancak "velev ki" ahlaksız olsun, şut ve kondisyon konusunda kendini geliştirirse Avrupa’da değil Mars’ta, Satürn’de oynar. Siz de ekran başından ağlaşırsınız "Ama çok ahlaksız :(((((" diye.

19 Nisan 2009 Pazar

Hükümet Düşer Boston Düşmez


Derrick Rose'un ilk maçından sonra batug.com aleminden biri "Delgado gibi topçu" demişti kendisi için övgü maksatlı. O benzetmeyi kanıksayıp daha yakın hissettim sanırım kendimi Rose'a... Bugün de gerçekten kariyeri için çok önemli bir eşik noktasını en güzel biçimde geçti... "Erkeklerin çocuklardan ayrıldığı yer" en çok dillendirilen ve en güzel tanımlamalardandır play-off için uygun görülmüş. Bugün de bir çocuk erkekliğe adımını attı 36 sayı ve 11 asistlik performansıyla. Chris Paul'den benzer performansı gördüğümüz maçın sabahında uzunca bir süre böyle bir debut görmeyeceğimi düşünüyordum, hatta belki hiç görmeyecektim. Ama Rose, geçen sezon Paul'ün yaptığını henüz çaylak sezonunda başarıyordu bu gece. Bir çaylak olarak bir play-off takımına liderlik yapmak bu ligde çok az oyuncunun başına gelmiş bir şey. O play-off takımının son şampiyona evinde mağlubiyet tattırdığı bir gecede 53 dakika boyunca kontrolü elinde tutan isim olmak ise bambaşka bir şey.

"We had no defensive energy. I mean, to think we worked on transition D for two days, and then the first play of the game Joakim Noah gets a dunk, now that was extremely disappointing. I thought we fought in the second half a lot better, but I told our guys that they let a young team get comfortable on our home court in the first half, and then you had to deal with them the rest of the game."


Maç sonrasında Doc Rivers böyle konuşmuş. Geçen sezon şampiyonluğa giden takımla bu tarif edilen takım arasında büyük bir fark göze çarpıyor. İşte o farkı yaratan isim Kevin Garnett. Size sempatik ya da antipatik gelir orası ayrı konu, ama bu takımın savunmasına rakamlarla ifade edilemeyecek düzeyde bir katkısı vardı Garnett'in. Hücum da her takımda savunmadan biraz da olsa güç alır, savunmada yapılan top çalmalar ve rakibin kaçırdığı şutlar hücumdaki akıcılığa yardımcı olur. Hücumda öyle bir akıcılık yoktu mesela bu öğleden sonra... Joakim Noah'ın maçın ilk hücumunda Garnett'in bulunduğu bir pota altına o smacı vurması mümkün müdür müdür?


Ben her şeye rağmen kolayca geçmesini bekliyordum seriyi Boston'ın. Rajon Rondo'nun Rose karşısında daha sağlam durabileceğini düşünüyordum, ancak geçen sezon takımın en zayıf halkası olarak gösterilirken bu play-off öncesinde bir anda beklentilerin üzerinde yoğunlaştığı isim haline gelen Rondo hücumda iyi iş yapsa da savunmada bu maçlığına sınıfta kaldı. Pota altında da ben çok büyük bir fark görmüyordum, neticede Davis-Perkins ikilisiyle de galibiyetler almıştı Boston ve Leon Powe da süre bulduğunda reboundlara verdiği katkı ile iyi bir tamamlayıcı olduğunu gösterdi her zaman. Onun rotasyona dönmesiyle, Thomas-Noah-Miller üçlüsüyle başa çıkabilen bir rotasyon oluşturulabilirdi. Fakat Noah beni büyük ölçüde yanılttı, bu katkıyı seri geneline yayabilirse belirleyici bir etken olabilir. Tyrus Thomas da uzatmadaki orta mesafeleriyle maçı getiren adamdı belki, ama hala güvenilir olmaktan kilometrelerce uzak. Rondo'nun Rose önünde durumu dengeleyebileceğini düşünüyorum, yeni bir 30+ görme ihtimalimiz düşük çaylak oyuncudan. Bu durumda da Allen-Pierce ikilisi ile Gordon-Salmons ikilisi arasındaki kalite farkının seriyi Boston lehine çevirmesi mümkün... Fakat bunun için Celtics'in pota altı oyuncularının en azından vasata yaklaşıp, aynı pozisyonda çok da derin olmayan Bulls rotasyonuna üstünlük şansı tanımamaları şart.


Ray Allen geçen sezon Atlanta serisindeki performansıyla "Big Ticket" lakabının hakkını vermekten çok uzak gözükmüş, ancak finale yaklaşıldıkça maçlara ağırlığını koymaya başlamıştı. Bu sezon o kadar beklemeyi düşünmüyordur heralde, aksi takdirde o kadar uzun soluklu bir yolculuk beklemiyor Celtics'i. Çok kötü yüzdeyle oynamasına rağmen, sürekli perdeden çıkan bir Ben Gordon, Ray Ray'in kötü hücum performansının altında yatan sebeptir belki. Ama bu kadar basit olmamalı ve Jesus Shuttlesworth bir noktada ayağa kalkmalı.


Maçın ilk yarısını neredeyse hiç izleyemedim, fakat geri kalan bölümde hiç olumlu sinyaller vermedi Celtics. Luol Deng de Bulls kadrosunda olsa bu seri buradan dönmez diyebilirdim, fakat şimdi biraz soluklanmayı uygun buluyorum. Bir de yapılan son açıklamaların ciddiyetine rağmen, bu eylemin öznesinin Celtics olmasından kaynaklı bir şüphe de yok değil içimde. Yani Garnett yarın "Sürpriiiz" dese çıksa pastadan, beni hiç şaşırtmaz. NBA'i uzun süredir takip eden, Celtics organizasyonunu biraz tanıyan kesimde de aynı eğilim mevcut. Bakalım KG ne zaman dönecek, ya da takımı onun dönmesine izin verecek noktaya kadar gidebilecek mi? Bana kalırsa ne zaman olduğu da fark etmez, Celtics sırtını iplere dayadığı ilk anda Garnett'i maç kadrosunda göreceğiz mutlaka. İzleyelim.

Her yere de "Celtics in 4" yazdık seri tahmini olarak. Kimisi de toteme vurdu bunu ama ben gerçekten öyle düşünüyordum. Piyasada Jalen Rose ile birlikte patlayan iki adamdan biriyim sanırım. Bir de Gani Can Öz var, doğru. Helal olsun sana çocuk!

Eyvallah


Bir de İstanbulspor vardı, sahi ne oldu ona?

"O artık Saffet Sancaklı'nın oyuncağı" demişler sözlükte üç yıl kadar önce... O günden bu yana haber alabilen yok.

17 Nisan 2009 Cuma

Serbest Çağrışım #1

Alessandro ABBIO


Alessandro DE POL

Köşenin adı zaten birçok şeyi anlatıyor, ayrıca bir girizgah yapmaya gerek yok sanırım. İtalyan basketbolundaki bu iki Alessandro'dan birinin adını telaffuz ederseniz, lafı hemen diğerine getirdiğimi görürsünüz... Yaparım bunu.

Fransa'da düzenlenen Eurobasket 1999 ciddi biçimde takip ettiğim ikinci uluslararası organizasyon olmalı basketbol anlamında. Bu iki adamı da orada yan yana gördüm ilk olarak, ama daha önce de hayatlarıma aynı zaman diliminde girmişlerdi. O zaman FIBA'nın tekelinde olan Euroleague organizasyonunda Abbio Kinder Bologna takımıyla top coşturuyordu. De Pol daha mütevazı bir ekipteydi, ancak o takımın benim gönlümdeki yeri çok ayrıdır. Horoz detayları barındıran kırmızı formasıyla 1 numaralı organizasyonda boy gösteren, çok sevimli ve çoğunlukla kapalı gişe bir salona sahip Carlo Recalcati yönetimindeki Varese Roosters. Andrea Meneghin, Gianmarco Pozzecco, Giacomo Galanda, Daniel Santiago, Veljko Mrsic, Francesco Vescovi gibi isimlerle bir arada oynamıştı işte bu De Pol. Hatta binbir zorlukla ulaştığım istatistikler güvenilirse eğer, o sezon takımın rebound lideri olarak bitirmiş Euroleague mücadelesini. Bu takımda Galanda ve Santiago gibi uzunların olduğunu, De Pol'ün ise 2.04 boyuyla kariyeri boyunca bir 3.5 numara olarak nitelendirildiğini belirtmeden geçmeyelim yeri gelmişken... Çok zevkli bir takımdı o. Bir dönem hastası olduğum Pozzecco'nun da en deli dolu yıllarına denk gelir. Hatta Reha Erus, Fanatik Basket'teki köşesinde her hafta Roma'dan bildirirdi Pozzecco ve saç stili hakkındaki yeni gelişmeleri. İşte öyle bir dönem...

Varese Roosters'ı başlangıç noktası olarak alıp İtalyan basketbolunun son yıllarda içinden geçtiği süreçler hakkında uzun bir yazı da yazabilirim ama şu ilk beşi bir kez daha koyayım... Birçok kişi için anlam ifade edebilir diye düşünüyorum ki bu kişilerden bir tanesi de blog kadrosunda... Bugünkü takımın kadrosunda da, Avrupa basketbolunda De Pol ve Abbio'nun konuşulduğu o yıllarda ülkemizde Kombassan Konyaspor'a uğramış Randolph Childress'ı görüyoruz. 37 yaşında ama takımın en önemli skor opsiyonu. İlginç bir detay oldu. Galanda demiştik... Tabi dolaştı kariyeri boyunca çokça, fakat şimdi 34 yaşında kürkçü dükkanında devam ediyor kariyerine... Bir de Misan Nikagbatse'yi tanıdım kadrodan. Mithat Demirel'in Alman milli takımındaki yedeği dersek ne seviyede bir oyuncu olduğu konusunda çıkarımlar yapmak mümkün olacaktır herhalde...

1998-99 Euroleague:
VARESE ROOSTERS (7-11)

5 Gianmarco Pozzecco PG 13.2 pts, 2.5 reb, 5.8 ast, 1.1 stl
11 Andrea Meneghin SG 12.9 pts, 3.0 reb, 1.6 ast, 2.2 stl
7 Veljko Mrsic SF 19.6 pts, 4.2 reb, 1.4 ast, 1.8 stl
9 Alessandro De Pol PF 8.9 pts, 5.2 reb, 1.9 ast, 1.6 stl
15 Daniel Santiago C 8.4 pts, 4.9 reb, 0.2 ast, 1.4 stl

De Pol 9 numarayı kimselere bırakmazdı hem milli takımda, hem de oynadığı kulüp takımlarında. Abbio isim olarak İtalyan basketbolu için daha yukarıda bir oyuncu aslında, Kinder Bologna formasıyla yakaladığı iki Avrupa şampiyonluğu da ona büyük kredi sağlamıştı. Fakat takımında 7 numara ile görmeye alışık olduğumuz Abbio, 12 giyerdi milli takımda... Muhtemelen kendisi ve De Pol ile aynı jenerasyondan gelme Gregor Fucka'nın varlığının bir payı vardır bu durumda. Abbio skorer guard oynardı, onun yedeği de garip bir amcaydı. Basketbolcudan çok balıkçıyı andıran stiliyle, haşmetli sakalıyla ve 13 numaralı formasıyla hatırlayabileceğimiz Michele Mian. Onun ve siyahi Damio Gay'in süreleri rotasyonda en kısıtlı olanlardı ama bugüne kadar dağarcığımızda yer etmiş ikisi de. Tabi esas oğlanlar Olimpiyat açılışında ulusal bayrağı taşıyacak kadar büyük bir saygınlığa erişmiş Carlton Myers, Meneghin ve Fucka idi o yıllarda. Meneghin ailesinin futboldaki karşılığı Maldini ailesi olur sanıyorum. Andrea'nın oğlu var mıdır, varsa ne durumdadır bilmiyorum tabi.

1990 yılında İtalya Fucka, De Pol ve Abbio'yu barındıran kadrosuyla U18 turnuvasında geleni geçeni yenmiş, finalde Sovyetler Birliği'ne 13 sayı fark atarak kupaya uzanmış. O dönemlerden basketbolu bırakana kadar da kaderleri genelde paralel bir yol izlemiş serbest çağrıştıran arkadaşların. Tabi De Pol Varese şehrine sadakat gösterirken, İtalyan basketbolunun düşen standartları sonrasında uzunca bir süre ACB arenasında boy gösterdi Abbio. Bir bakıma da arz-talep meselesi olarak bakmak gerekir tabi, çünkü son yıllarda De Pol rebound yeteneğini gösterebilecek atletiklikten uzaklaşırken pozisyonu da birçok kaynakta SF olarak geçmeye başlamıştı bile. Yıllar Abbio'ya biraz daha iyi davranmış gibi gözükmekte, ama o da Basket Livorno ile profesyonel kariyerine son vermiş gibi gözüküyor kaynaklarda.

Son olarak da o 1990 turnuvasına bakarken gözüme çarpan Türkiye takımını paylaşmazsam ayıp etmiş olurum:

Burçin BADEM, Cenk DURAKLAR, Derviş GÜNEY, Erkan KONAR, Murat KONUK, Cem KULAKSIZ, Levent Kazım ÖZSİMİTÇİ, Ufuk SARICA, Murat YENAL, Haluk YILDIRIM

Murat Konuk ve Cenk Duraklar'ı zaman zaman, Ufuk Sarıca ve Haluk Yıldırım'ı ise en şaşaalı dönemlerde gördük milli takımda. Yine de en verimli jenerasyonlardan biri sayılmaz sanırım.

David Rivers denince de Rashard Griffith gelir aklıma. Yapsak mı bunu?

16 Nisan 2009 Perşembe

...


THE JUSTICE BELL
(by Dave Kirby)


A schoolboy holds a leather ball
in a photograph on a bedroom wall
the bed is made, the curtains drawn
as silence greets the break of dawn.

The dusk gives way to morning light
revealing shades of red and white
which hang from posters locked in time
of the Liverpool team of 89.

Upon a pale white quilted sheet
a football kit is folded neat
with a yellow scarf, trimmed with red
and some football boots beside the bed.

In hope, the room awakes each day
to see the boy who used to play
but once again it wakes alone
for this young boy's not coming home.

Outside, the springtime fills the air
the smell of life is everywhere
violas bloom and tulips grow
while daffodils dance heel to toe.

These should have been such special times
for a boy who'd now be in his prime
but spring forever turned to grey
in the Yorkshire sun, one April day.

The clock was locked on 3.06
as sun shone down upon the pitch
lighting up faces etched in pain
as death descended on Leppings Lane.

Between the bars an arm is raised
amidst a human tidal wave
a young hand yearning to be saved
grows weak inside this deathly cage.

A boy not barely in his teens
is lost amongst the dying screams
a body too frail to fight for breath
is drowned below a sea of death

His outstretched arm then disappears
to signal thirteen years of tears
as 96 souls of those who fell
await the toll of the justice bell.

Ever since that disastrous day
a vision often comes my way
I reach and grab his outstretched arm
then pull him up away from harm.

We both embrace with tear-filled eyes
I then awake to realise
it’s the same old dream I have each week
as I quietly cry myself to sleep.

On April the 15th every year
when all is calm and skies are clear
beneath a glowing Yorkshire moon
a lone scots piper plays a tune.

The tune rings out the justice cause
then blows due west across the moors
it passes by the eternal flame
then engulfs a young boys picture frame.

His room is as it was that day
for thirteen years it's stayed that way
untouched and frozen forever in time
since that tragic day in 89.

And as it plays its haunting sound
tears are heard from miles around
they're tears from families of those who fell
awaiting the toll of the justice bell.

And A Pikey Reaction Is Quite A Fucking Thing







"When Anderson gave me the ball I think straight away to turn and shoot in the goal and I score a fantastic goal. It is the best I have scored. It was a fantastic strike and I can't wait to see it again on DVD. I am very happy with it."

Ustalara Saygı Kuşağı: The Welsh Wizard



"For me, Ronaldo is like all the other players. I will take care and be focused. I'm certain and have faith in my ability. I won't change the way I play."

Yukarıda alıntılanan cümle Porto sol beki Aly Cissokho'ya ait. Özgüven güzel bir şey, muhtemelen de kendisine sorulan bir soruya cevaben çıkmış ağzından bu sözler. Fakat ben çok şık bulmuyorum bu açıklamaları, eğer Avrupa futbol vitrininde yeni yeni yer edinmeye başlamış isimlerden geliyorsa hele de... Ryan Hollins'in, Lakers hakkında konuşması gibi geliyor bu da... "Pardon, ama sen kimsin" sorusuyla araya girmek gerek, rotasyonda James Singleton'dan sonra başvurulan bir isim takımınız hakkında değerlendirme yapma görevine soyunuyorsa. Bugün Cissokho ile çok sık karşı karşıya gelmedi ama maçı alan adamdı Cristiano Ronaldo. Yine gezegen dışından gelen bir şut çıkardı, bunu karşılayacak bir adam var mıdır bilmiyorum ama varsa da o isim Helton değildi kuşkusuz.


Porto'nun iç sahada İngiliz takımlarına kurduğu dominasyonu da ortadan kaldırmış oldu United bu gece. Ama bu büyük stres altındaki geceden daha farklı çıkarımlar su yüzüne çıkacaktır ileride. Sir geçen sezon Barca karşısında da başvurduğu hamleyi denedi ve Ronaldo'yu Berbatov'un yanında serbest olarak kullandı. Wayne Rooney yine sağ çizgiye gidiyordu, ama bu tecrübeleri kazandıkça orada da sağlam durmaya başlıyor yavaş yavaş. Son dakikalarda yorgunluk sebebiyle Cissokho'yu kaçırdı birkaç kez, fakat maç genelinde bir sağ açık oyuncusunun yapması gereken her şeyi yaptı. Savunma anlamında da yapabildi bunu...


Ama esas oğlan sol kanatta. Sezon başında Ryan Giggs ve Paul Scholes'ün bu takımın kabarık vefa borcu nedeniyle taşımak zorunda olduğu bir kambur olabileceği yönünde korkularım vardı. Daha sonra bu Anderson'u ve bu Nani'yi gördükçe ustalara saygı kuşağını sürdürmek gerektiğini anladım. Giggs ne top oynadı arkadaş! İlk yarıda bütün hücum organizasyonlarının bir parçası olabildi. Maçın en kritik anlarında fiziken bitik haliyle top istedi, sorumluluk aldı. United cephesinde Michael Carrick'in ardından en çok koşan ikinci isim. Tam 10.63 km... Ne denir ki bu adama...


Sihir geri dönmüş gibi gözüküyor, ligdeki mücadeleye nasıl devam edileceğini büyük bir merakla bekliyorum. Tek kulvara yoğunlaşacak bir Liverpool ile başa çıkmak zor olacaktır. Ancak şu zaman diliminde bugün sahaya çıkan kadroyu görmek beni umutlandırdı. Zira bu takım bu sezon sakatlıklardan o kadar çok çekti ki, şu onbiri görüp de bir oh çekmeyen United taraftarı yoktur muhtemelen... Aynı zamanda son yıllardaki United dizilişinde en ön plana çıkan, top rakipteyken topun gerisindeki alanı kusursuz biçimde paylaşan o dörtlüde pek bir firemiz yok. Bugün son dönemdeki formsuzluğundan olsa gerek Scholes yedekler arasındaydı. Ancak ne olursa olsun Vidic-Ferdinand-Scholes-Carrick dörtlüsünü maç kadrosunda görmek, kalede de Edwin Van Der Sar varsa büyük bir güvencedir her taraftar için...


Bugün erken gol oradaki Anderson'un işlevini minimuma indirmişti bence. Her pası ileri ve riskli biçimde oynama eğiliminde olan Brezilyalı'nın eski takımına karşı bir ekstra motivasyon beklentisiyle sahaya sürüldüğünü düşünmüyorum. Aksine bu özelliğinden faydalanmak istemiştir Alex Ferguson muhtemelen. Ama daha çok topa basmak ve bu savunma-orta saha hattının gol yemesinin tek yolu olan kontra atak imkanlarını rakibe vermemek için Scholes çok daha yararlı olacaktı. Erken bir değişiklikle hala ümit beslediği bu adamın geleceğini kaybetmek istememiştir de muhtemelen. Ama Anderson nabızlarımıza belli bir etkide bulunuyor her maçta. En son Liverpool maçında pahalı bir de fatura ödemişken, bugün de aynı oyun stilini görmek korkuttu tabi. Orkun Çolakoğlu'nun sıkça kullandığı bir tabir vardır, bilmiyorum belki basketbol literatüründe olan bir şeydir ama ben ilk kez ondan duymuştum. Takım arkadaşının kontrol etmekte zorlanacağı paslar atan, ya da hücumun son saniyesinde zor pozisyondaki arkadaşına büyük sorumluluk yükleyen paslar atan oyuncuya tepki olarak "Pas mı atıyorsun, iftira mı" der. Bugün özellikle ilk yarı boyunca birçok iftira geldi Anderson'dan. Bu adamın çift ön liberodan biri olarak sahada yer bulması çok kolay görünmüyor klasik sistemde. Daha önceki yazılarımda da Nani ve Anderson'dan ümidi kesmediğimi söylüyordum ama çok kolay bir yolculuk olmayacak sanıyorum onlarınki.


Yarı finaldeyiz, ait olduğumuz yerde. İlk maçı izleyememiştim açıkçası, ancak durumu nasıl bu noktaya getirdiğimize artık şaşırmıyorum. Porto'yu küçümserken, göz ucuyla izleyebildiğim bir Fenerbahçe maçını ve geçen sezon İnönü'de izlediğim o talihsiz maçı referans alıyordum. Çok sağlıklı referanslar değilmiş. Ayça Şen'in deyimiyle "Erkek Sindrella" görünümündeki Hulk'un da normale döndüğü bir geceydi ama kuşkusuz iyi topçu. Rolando-Bruno Alves tandemi korunduğu takdirde Avrupa'nın en iyilerinden biri olmaya aday. Fakat Rolando'yu yakın gelecekte daha üst liglerde görmek şaşırtmayacaktır beni. Cristian Sapunaru her şeyden önce kalitesini bozmadı hiçbir pozisyonda. Cissokho'dan beklediğimizi o yaptı ve olgun yaklaşımı gösterdi Ronaldo konusunda. Önce saygı duydu rakibine, sonra da karşısında durdu. Onun kanadından ziyade Rooney kaynaklı bir zafiyet içindeki sol kanattan hücum etti Porto çoğunlukla. Ama bindirmeleri sırasında da olumlu gözüktü. Vedran Corluka tipinde bir sağ bek sanki, daha iyi yerlere gelebilir... Tabi bir Fatih Sonkaya olarak da kalabilir, hiç belli olmaz. Lucho Gonzalez'in yaşadığı sakatlık ve Cristian Rodriguez'in olağan dışı formsuzluğu da bugün şansın İngiliz ekibinden yana olduğunun göstergesi. Ama bu şansı yaratmada bahsettiğim dörtlü bloğun da payı azımsanmayacak düzeyde. Bu arada Lucho'nun sakatlığında payım olabilir, ama sorumlusu yukarıda Cissokho'nun ağzından çıkan sözleri izleyicilere nedense Lucho söylemiş gibi aksettiren Emre Tilev'dir. Ben de biraz beddua bombardımanına tutmuş bulundum Arjantinli'yi. Ki severim de... Kusura bakmasın. Yerine giren Mariano Gonzalez'i de beğendim bu arada. Uğur Önver faciasından sonra kim anlatsa fark etmezdi gerçi de, Cristian Rodriguez ile Anderson nasıl eski takım arkadaşları oluyor Allah aşkına?


Giggs, çok büyüksün çoook... Haydi rastgele!

15 Nisan 2009 Çarşamba

Don't Mess with CR7!


Ah be Vidic! At şu golü, dök milyonları sokağa... Maç bitiminde buradayız. Kadro güzel, takım da iyi gidiyor... Giggs sen nasıl bir efsanesin!

14 Nisan 2009 Salı

In Heavy Rotation - Mart 2009


1. Caamora - She (2008)
Top 2: Eleventh Hour, Judgement

2. Marianne Faithfull - Easy Come Easy Go (2008)
Top 2: Children Of Stone, Solitude

3. In Flames - A Sense Of Purpose (2008)
Top 2: The Chosen Pessimist, The Mirror's Truth

4. Cake - Prolonging The Magic (1998)
Top 2: Sheep Go To Heaven, Never There

5. Franz Ferdinand - Tonight: Franz Ferdinand (2009)
Top 2: Lucid Dreams, No You Girls

"Yine dans edilebilir rock müzikleri ile dolu bir albüm bu. Ve ilk bakışta yine onları Franz Ferdinand oldukları için sevenleri mutlu edebilecek bir albüm. Doğal olarak da "yetti artık bu geyik post-punk, dans-rock furyası" diyenlerin pek aldırmayacağı bir albüm. Ayrıca uzun süredir sağda solda konuşulduğu gibi, elektronik seslerle dolu bir albüm. Ama kesinlikle bir “elektronik müzik” albümü değil."

"Güzel bazı parçalar var ama ne yazık ki biraz zorlama duran bir şeyler de var bu albümde. Franz Ferdinand kitleleri hayal kırıklığına uğratmamak adına yapabileceklerinin sadece küçük bir kısmını ortaya koymuşa benziyor. Aslında bu konuda en güzel yorumlardan birini The Guardian gazetesinin eleştirmeni yapmış. "Lucid Dreams"in çılgın finali ve oradan bağlandığı hafif romantik "Dream On" için "keşke biraz daha cesur davranıp bütün albümü böyle yapsalarmış" diyor yazar. Katılmamak elde değil…"

Harun İzer, Roll, Şubat 2009


6. The Afghan Whigs - Black Love (1996)
Top 2: Faded, Blame, Etc.

7. Gazpacho - Night (2007)
Top 2:
Upside Down, Massive Illusion

8. Beirut - The Flying Club Cup (2007)
Top 2: Un Dernier Verre (Pour La Route), Nantes

9. Ayça Şen - Astronot (2009)
Top 2: Son Zamanlarda, Astronot

10. U2 - No Line On The Horizon (2009)
Top 2:
Magnificent, Fez - Being Born

13 Nisan 2009 Pazartesi

Portland'ın Kalesi Konya


"NBA tırmalayanlar için yılın bu vakti, gecenin bir yarısına saat kurmak, kalkıp yüze soğuk su çarpmak, uykuya dalmamak için gözkapaklarını kaş seviyesine mandalla sabitlemek manasına geliyor. Hoş, harbi NBA meraklıları bütün sezonu böyle geçiriyor. Yüreğine N, B ve de A harflerini kazıtmış bu azınlığın dışında, benim gibi sadece final dönemine yoğunlaşanlar için konuşuyorum zaten... Finalleri NBA hadisesine alaka duyan arkadaşların hemen tanıyacağı, can dostum Batuğ'la takip etmeye çalışıyoruz. Batuğ, memleketin en popüler NBA sitesi olan batug.com'un 'Batug'u oluyor zaten. Ara sıra bizim kendince meşhur perşembe geyiklerini, batug.com'un altıncı adamlarıyla yapıyoruz. Hepsi pırıl pırıl, fakat kafayı bir şekilde NBA ile kırmış çocuklar. Benim Galatasaray'ı tuttuğum gibi Minnesota veya Dallas'ı tutuyorlar mesela. Konyalı Portland taraftar grubu olduğundan bahsediyorlar, birtakım hayatımda daha önce duymadığım tabirlerle konuşuyorlar, kısaca tatlı tatlı sinir bozuyorlar güzel kardeşlerim. Bazen Kaan (Kural) ve Murat (Kosova) geliyor, Yiğiter (Uluğ) geliyor ve ben bunların konuşmalarını anlamak için dekoder gereksinimi filan duyuyorum. Ki başka bir ortamda NBA'den süper anlayan bir insan gibi algılanabilirim. Zırcahil sayılmam bu konuda..."

Kanat Atkaya, Hürriyet, 15 Mayıs 2004

Bu yazıyı aslında final döneminde çıkaracaktım tarihin tozlu sayfaları arasından. Ama bugünkü muhabbete de uygun olacak sanırım. Yazının orijinali malum gazetenin arşivinden kolaylıkla bulunabilir. Çok özel Kaan Kural fotoğrafları için de oraya tıklayınız bir zahmet... Konya'da bir Portland taraftar grubu olması hakikaten ilginç, bu geyik NBA Stüdyo'da da dönmüştü. Ama bir Türkçe Lakers sitesi aynı oranda absürd gelmeyecektir. Fakat bu site ve forumu zaman zaman ABD çapındaki muadillerinden bile doyurucu muhabbetlere tanık olabiliyor ki, burası ilginç... Batuğ ailesinden kök almış bir site bu da... Çağlar Yıldız kurmuş, Trabzon'dan Şanlıurfa'ya kadar Türkiye'nin dört bir yanından Lakers sempatizanları da akın etmiş hemencecik. Ben iki sene önce üye oldum, biraz da geciktim belki de... O sitede Smush Parker geyiği yapamamak hala içimde yaradır.


Bu oluşum hakkında daha önce de yazabilirdim aslında. Sağ tarafta Derek Fisher'ın üstüne tıkladığınızda oraya yönleniyorsunuz, onun dışında da bir güzellik yapamadım siteye. Bu mahcubiyet sonrasında da gidip bir yazı yazmaya karar verdim. Site üçüncü yaşını kutladı, Orkun Çolakoğlu'nun evinde buluşmalar tarihinin tek galibiyeti olma özelliği taşıyan bir Cavaliers maçında pasta da kesildi hatta... Buluşmalar tarihi dediysek, çok da eskiye dayanmıyor bildiğim kadarıyla... Geçen sezon konferans yarı finalinde Utah serisinin dördüncü maçında Veli Bar'da toplanıldı, maç uzatmada kaybedildi, Deron Williams'ın annesi merkezli gün yüzü görmemiş küfürler can buldu... Final serisi dördüncü maçından zaten bahsetmeye gerek yok, onda 30+ bir kalabalık olarak -her nedense- The Irish Centre'da buluşuldu, ikinci yarıda ekranda finaller tarihinin en büyük geri dönüşlerinden biri sahne alırken boş boş bakmaktan öteye gidilemedi. Sabah İstiklal'in başında "Gaste" satmaya çalışan amca, meslek hayatındaki en kötü muameleye maruz bırakıldı üç farklı genç tarafından. Üçünün de üzerinde mor tişört olması sabotaj ihtimalini kuvvetlendiriyor... Üçüncü buluşma ise, "buluşma"dan ziyade bir "denk gelme" olarak adlandırılabilir aslında. Orada da Orlando'ya kaybedildi, sabaha karşı İstiklal'de ağır küfürler duyuldu, çevredekilerce alkole bağlandı. Sebebinin Los Angeles Lakers olabileceğini kimse tahmin edemedi tabi, Konya'da bir Portland Taraftar Derneği bulunması kadar beklenmedik bir şeydi çünkü... Oh be, sonunda bağladık.

Dördüncü buluşmada sonunda galibiyetle tanışıp zinciri kırdık bu arada. Burayı takip edip siteden haberi olmayan birileri varsa buraya yönlensin. Bu sefer şehir dışında da organizasyonlar yapma yönünde bir eğilim de yok değil. LakersTR her yerde... Sitede de başkan insanları nasıl motive ediyor, bilmiyorum ama bir anda yazı patlaması oldu. Biri bendenizden dört adet güncel yazı mevcut, benimkinin güncelliği yakalama gibi bir kaygısı yok gerçi konusu itibarı ile... Buradan gidiverin anasayfaya da.


Yine Rockets taraftarının iki lafın belini kırmak için kurduğu bir RoxTurk de mevcut. Seviyeyi koruyabilmiş bir forumları da var. Onlar da buluşuyorlar, hatta konferans finalindeki buluşmayı birlikte yapasımız var. Gerçi T-Mac yokken motivasyonunu kaybetmiş bir grup da vardır tahminimce, yine de gerçek taraftar her zaman takımının yanında. Vakeaton Quamar Wafer go-to-guy olsa bile hep orada... Celtics ve Nuggets taraftarları da benzer bir olaya girdi yanılmıyorsam yakın zamanda, onlar daha emekleme evresinde tabi.

Herhangi bir basketbol neşriyatına rastlanamayan bu ülkede, bu basketbola ilginin ivme kaybettiği anlamına gelmiyor kesinlikle. Bu vesileyle yazmak istedim aslında... Türkiye'de taraftar forumu denince akla gelenleri biliyorum, ama bunlar batug.com oluşumundaki insanların fikir önderliğini yaptığı, katkı sağladığı siteler ve bağnazca bir taraftarlığa rastlanmıyor istisnai durumlar dışında... Türk basketboluna en büyük başarıları tattırmış Efes Pilsen bazı maçlarında 50 kişiyi salona getiremezken, yurdun dört bir yanından Los Angeles Lakers taraftarları maç izlemek için toplanabiliyor. Orada oynanan basketbol ile burada oynanan arasında bir seviye farkı olduğu doğrudur. Herkes Avrupa basketbolunu sevemez, ona da eyvallah... Fakat bu dengesizlik de masaya yatırılmalı, sebepleri sorgulanmalıdır bence. Efesliler grubuyla tanışmak için, normalde para karşılığında yapmayacağım bir şeyi yapıp cuma akşamımı Ayhan Şahenk'te geçirmeyi planlıyorum mesela... Bu bir ipucu olabilir mi?

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...