31 Temmuz 2009 Cuma

My Life According to Emilíana Torrini


Blog aleminde mim denen bir hadise varmış. Benim bu mim kavramını öğrenmem 2 saat öncesine tekabül eder, bunlardan birisini üzerime alınmaya karar vermem de 1 saat 50 dakika öncesine takriben... Voodoo Girl hayatını No Doubt şarkılarıyla özetlemiş... Dişi vokalden yola çıkıp Emilíana Torrini'de karar kıldım. Yaz yağmuru engeline takılıp, İstanbul Modern yerine Emek Sineması'nın boğucu atmosferinde dinlemek zorunda kalmış olsak da büyüleyici bir geceydi. O geceyi tıpkı Torrini gibi biz de cebimize koyduk, sonsuza dek yanımızda taşımak üzere.

Listeye geçersek, çok eğlendim yaparken. Görmüştüm bunu daha önce bir yerde, ama yapmaya üşenmiştim biraz da. Final öncesi dönemler böyle şeyler için var. Kendini odaya kapatıp vicdan temizliyorsun ama ders çalışmak dışında her şeyi yapıyorsun. Ne güzel... Hatta aklıma Led Zeppelin geldi ilk olarak, Porcupine Tree'den ilk soruya cevap da bulmuştum ama işi daha da zorlaştırmak için İzlanda'dan gelen meleğin beş albümlük diskografisini tercih ettim:

Male or female?
The Boy Who Giggled So Sweet

Describe yourself:
Wednesday’s Child

How do you feel:
Unemployed in Summertime

Describe where you currently live:
Sunny Road

If you could go anywhere, where would you go:
Tomorrow

Your favorite form of transportation:
Big Jumps

Your best friend is:
Fisherman's Woman

What's the weather like:
Summerbreeze

Favorite time of day:
Chelsea Morning

If your life was a TV show, what would it be called:
At Least It Was

What is life to you:
Ha Ha

Your fear:
Dead Things

What is the best advice you have to give:
Blame It on the Sun

Thought for the Day:
Today Has Been OK

How I would like to die:
Easy

My soul's present condition:
Crazy Love

My motto:
Nothing Brings Me Down

Bu mim olayını spor bloglarında da "Hacı bir şampiyonluk yazısı yaz da okuyalım" modundan öteye taşımak lazım sanırım. Şampiyonluk demişken Mustafa Denizli'yle kişisel problemlerimi hallettim, kombine alıyorum...

Not: Bak, olayın mantığını da kavrayamamışız tam. Sonunda birini mimlemek gerekiyormuş. Ben de Lordlar'ın topunu ve Douglas McGiven'ı mimledim. Doug mümkünse The Beatles yapsın. Kırmasın beni...

Is It Over?



Arctic Monkeys diskografisinden yola çıkıp, ufak bir hesapla 7-8 şarkı beklentisiyle oturmuştum, ama tamamı yeni albümden olmak üzere 5 şarkı sundular. Sırasıyla "Pretty Visitors", "Crying Lightning", "Potion Approaching", "Red Right Hand" ve "Secret Door" çaldılar. Dördüncü parçanın bonus track olarak albümün sadece Japonya edisyonunda yer alacak bir Nick Cave and the Bad Seeds coverı olduğunu da düşünürsek üç yeni parça anlamına geldi bu yenilikçi deneme. Gerçi çok sağlıklı bir düşünüş olmadı sanıyorum bu, sonuçta adamlar güzel kavırmış. (Cenk Durmazel'in zamanında Kavırma diye grubu vardı, tepkiler oraya gitsin mümkünse... Blame Canada!) Konserde çalınan en iyi parça "Crying Lightning" olabilir ama doruk noktası "Secret Door" idi benim için... Derken bitiriverdiler zaten. Bunu saymıyoruz ve 19 Ağustos tarihini beklemeye koyuluyoruz.

Yalnız az önce el altından edindiğim "My Propeller" sonrası gönül rahatlığıyla bu albümün "Favourite Worst Nightmare" gibi bir kabus olmayacağını söyleyebilirim sanıyorum. Tabi debut albümlerindeki seviyeye çıkmaları çok kolay görünmüyor ama tam gaz devam ediyorlar yola.

30 Temmuz 2009 Perşembe

Arctic Monkeys Online


Hastası olduğumuz Alex Turner'ın dünyaya MySpace üzerinden sesini duyurmasını sağlayan grubu Arctic Monkeys'in üçüncü albümü "Humbug"ın haberini almıştık ve hatta ilk single "Crying Lightning" de şimdiden dilimize dolandı. Diğer şarkılar hala gizemini korurken, Türkiye saati ile 11'de grubun siteleri üzerinden bir online konser vereceklerinin haberini aldık. Çok uzun soluklu bir konser olmayacak okuduğum kadarıyla, yarım saat sürecek. Ancak bu nereden baksan 8 Arctic Monkeys şarkısı anlamına gelir... Bu haberi verelim dedim konser saati de yaklaşırken. Yeni parçaların bir kısmı da çalınacakmış. Umarım teknik aksaklıklar yaşanmaz. Hazırlıkların ciddiyetine bakılacak olursa yaşanmayacak gibi de görünüyor... Gerçi 1 saat önce hiçbir siteye giremiyorduk, o da var. Her an her şey olabilir...

Konser için adres:
webtransmission.arcticmonkeys.com

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Konkodor mu Aldı Yarışı?


Başlık, ay boyunca evde estirdiğim Tour de France fırtınası boyunca yanımda olan, Mont Ventoux'da Arcalis'de benimle beraber Armstrong çığırtkanlığı yapan ablamın son etapta yaptığı talihsiz bir açıklamanın ürünüdür. Zor isim Contador, hak veriyorum, mazur görüyorum. Sen de bu yazı boyunca saçmalayacak, belirli bir mantık çerçevesi izlemeden çalakalem aklından geçenleri yazacak olan bendenizi mazur gör, ey okuyucu.

Aslında daha önce Cem'e söz verdiğim vakitlerde yazabilseydim, Alüminyum Feillu başlıklı bir yazı okuyabilirdiniz, sırayla Brice, Roman ve Lisa Feillu kardeşleri tanıtan. İyi ki yazmamışım, kötü espriymiş zaten. Yalnız Lisa favorim, güzel güzel tenis ve bisiklet fotoğrafları çeken bir kızcağız. Üç kardeşin de blogu var, netten aratıp bulabilirsiniz. Brice ise bu senenin yıldızlarındandı, Fransızlar'ın yüzünü güldürdü Arcalis'yi alarak. Voeckler ve Fedrigo da etap aldılar ama Brice'ın ötekilerden fazla ilgi çekmesinin sebebi geleceği parlak bir isim olması. Bunlardan daha da önemlisi, Agritubel'in bu sene son senesiydi ve Brice gösterdiği performansla seneye de, ondan sonraki 10 sene de buralarda, bu seviyelerde takılacağını ispatladı. Bouygues Telecom kapar kendisini, bence, sadece bir tahmin tabi bu.


6 etap alan Cavendish için yazacak pek fazla bir şey yok. Tim Duncan gibi ''They made it look easy''. Çok özel, çok güzel bir adam. Tek etap alan Hushovd'un yeşil mayoyu kapması da enteresandı ama adam dağlarda helak etti kendisini. Williams'ın Safina'nın 1 numara olmasına yönelik açıklamaları da geldi akıllara tabi. Cavendish akıllı adam gerçi, yapmaz öyle çirkinlikler. Ama ne olursa olsun, Champs Elysees'de yaptığı son sprint aklımı aldı. Renshaw getirdi, Cavendish koydu. O sırada peloton 10 metre gerideydi.

Contador'a elbette tebrikler. Kendisiyle aramız pek iyi değildir ama internette gördüğüm bazı doping imalarına katılmamı da gerektirmez bu. Yapmayın etmeyin. Puerto davasından şüpheli diyorsunuz ama yoktu şüphe falan, o meseleden alnının akıyla çıktı Contador. Sanmıyorum şu anda herhangi bir doping belasına karıştığını, evet hayvan gibi sürdü ama dopingli sürmedi. Ayrıca tartışmasız dağ etaplarının en büyük keyfiydi, Andy ''Abi Ben Kaçıyorum'' Schleck'le birlikte. Frank Schleck ise etap almasına rağmen Mont Ventoux'da epey etkisiz kalmasıyla hayal kırıklığına uğrattı beni. Önümüzdeki 5 sene içinde Andy'den bir şampiyonluk beklediğimi de kayıtlara düşüyorum, dönüp bakarız bu yazıya seneler sonra. Ya da bakmayız, bilemem.


Adamım Lance Armstrong ise üçüncülükle yetinemeyecektir ya da en azından zafer naraları atmamıştır bu sonuca. Seneye bu zamanlara kadar yeni takımı Radioshack'le kasabildiği kadar kasacaktır. Hincapieli, Klodenli, Lanceli Radioshack'in Okanlı, Emreli Astana'ya karşı neler yapacağını merakla bekliyorum. Hele bir de Vinokourov dönüp de ''Dağılın lan'' derse, Astana cümbüş yeri olacaktır.

Yoruldum, şimdilik bu kadar ama bitirmeden söylemem lazım. Caner Eler, Sarper Günsal ve Aydan Çelik. Teşekkürler abilerime... Hem bu kadar çok şey bilip, hem de böylesine ballandıra ballandıra anlatmak az bulunan nitelikler, hele de bizim basınımızda. Genel kültür manyağı olduk ay boyunca. Andorra'da Avrupa'nın en büyük Spa merkezinin bulunduğunu öğrendik mesela. Ya da Andorra'nın iki prens tarafından yönetildiğini, bunlardan birinin halihazırda Nicolas Sarkozy olduğunu öğrendik. Eric Cantona'nın tabiriyle ''Maskeli Le Pen'' olan Sarkozy, pek saydığımız, sevdiğimiz bir isim değil. Öteki prens Urgell Başpiskoposu Joan Enric Vives Sicília ise ismiyle bile ''Ben burdayım'' diyen güzel bir insan. Ona saygımız sonsuz.

El Pistolero





Yüreğine sağlık...

Orient Express


Tim Krul - Habib Beye, Steven Taylor, Fabricio Coloccini, Jose Enrique - Jonas Gutierrez, Joey Barton, Alan Smith, Damien Duff - Kevin Nolan - Obafemi Martins

Hazırlık maçındaki rakibi Leyton Orient karşısındaki Newcastle United onbiri. Maçın skoru ise 6-1. Bu takım 6 golü yiyen takım bu arada, zaten aksi takdirde bir haber niteliği de taşımazdı. Şöyle bir bakınca "İkinci yarıda çoluk çocuğu sürdüler sahaya demek ki, baksana ilk yarı 2-1 bitmiş" diye mantık yürüttüm. Oyuna giren isimlerden bazıları: Geremi, Danny Guthrie, Xisco.


Bambaşka olan da böyle bir takımın, hazırlık maçında alınmış da olsa kulüp tarihine yakışmayan bir mağlubiyet sonrası aşağıdaki sözleri sarf edebilen bir menajerin eline bırakıldığı gerçeği...

"At least we don't have to play Orient again this season."

Tarifsiz bir adammışsın sen Chris Hughton.

26 Temmuz 2009 Pazar

BIRAKIN SEVİYORUM!

Tribünlerde bayan taraftar görmeyi tabii ki her uygar futbol seyircisi gibi ben de istedim yıllar boyunca ama sadece tribünde görmek istedim. Bi sarışın kız şekli var, sanırım sonradan boyatılmayla elde ediliyor o sarışınlık. Sanki kuaförde saçını öyle yaptırınca, formayı, özellikle Fenerbahçe formasını zorla giydiriyorlarmış gibi bir sarışınlık bu anlattığım. Top taca çıktığında ve yahut bi oyuncu sakatlandığı zaman ekranda formalı sarışınımız endişeli bi yüz ifadesi ile belirir, kamera bir iki saniye formalı ya da joker şapkalı sarışınımızı gösterir ve biz de bakıp bu sarışına, "hmm güzel kızmış, futbol adına sevindirici bi gelişme" diye içimizden geçiririz. Binlerce çilekeş taraftarın formalı sarışınla olup olabilecek bütün ilişkisi budur. Bir iki saniye bakarız ve sonra unutup onu yeniden Galli teknik adamlarla, Karadeniz ekibiyle ya da sakatlığı geçen siyahilerle ilgileniriz. Yattara'nın isminin geçtiği her espride ağız dolusu güler, gece hayatına düşkün futbolcular adına telaşlanırız. Bizler sıradan futbol izleyicileriyizdir.

Ben futbolla ve takımımla ilişkimi, yıllar önce Beşiktaş'a entelektüel akımı olduğu sıralarda tekrar gözden geçirdim. "Futbol ve edebiyat", "futbol ve sanat", "futbol ve şiir", "futbol ve sol" diye makaleler okuya okuya hiç gereği yokken camiamdan soğudum, tribünlere küstüm. Biliyorum Futbol'a düzgün izleyiciyi çekmek amaçlanmış, iyi niyetli bir şeydi bu ama bende beklenen etkiyi yaratmadı be dostlarım. Ne yapayım, sevemedim. Bir türlü futbolla başka şeyleri yan yana yakıştıramadım... Ben futbolu bildiğim gibi seviyordum ki bir de ekstra anlam katmaya ne gerek vardı. Bir şeylerin tadını çıkarmak yerine, onu analiz edip, aşırı anlamlandırmaya başladığı anda masumiyetini yitirmeye başlıyor insan. Zaten binlerce erkek bir kadına ancak formalı sarışına yaklaştığımız kadar bir iki saniye yaklaşabiliyoruz, onlara gösteremediğimiz ya da göstermediğimiz en saf, en içten duyguyu takımlarımıza gösteriyoruz, bari bırakın da bildiğimiz gibi, olduğu gibi sevelim futbolu. Milyonlarca dolar verip Afrika'dan, Brezilya'dan adam getirtip sahalarda koşturuyoruz, kulüp başkanları pimaş gibi kalın puroları yakıp yakıp içiyor... Adnan Polat'ın, Yıldırım Demirören'in, Aziz başkanın yönettiği bir sektörle edebiyatı, sanatı ya da solculuğu nasıl yan yana getirmeyi başardınız ben gerçekten anlamadım. Ben bunun böyle bişey olduğunu, transfer sezonu diye bir şeyin olduğunu bilerek sevmiştim takımımı, öyle kabul etmiştim be abi. Belki çoğunuza göre alıngan ve gereksiz bir çıkış yapıyorum ama bana da hak verin azıcık. Futbol'u sadece futbol olduğu için sorgulamadan sevmiştim yıllar boyunca, şimdi biri çıkıp "futbol aslında sadece futbol değildir" dediği zaman seven bir insan olarak tabii ki alınganlık gösteririm.

Belki de düşündüğünüz gibi saçmalıyorumdur, zaten ilgim azalacaktı da, bu durumu bahane ediyorumdur ama sebebi ne olursa olsun yıllardır gereken ehemmiyeti vermedim camiama. Birkaç derbiyi o da televizyondan izleyip, ertesi gün yorumları minibüste başkasının omzundan okuyarak normal hayatıma devam ettim.

Bi gün kalkarsınız ve eski kız arkadaşınızın haftalardır aklınıza hiç gelmediğini fark edersiniz, "unutabilmişim" diye buruk bi şekilde sevinirsiniz. İşte Futbol'un aylardır hiç aklıma gelmediğini de o gün maç çıkışı trafiğe takılınca anladım. Dolmuştaki bir sürü insanla beraber yolda durmuş, trafiğin açılmasını beklerken biryandan da Dolmabahçe'nin önünde yürüyen taraftarları izliyordum. Birden O'nu gördüm. Sırtında "Mert Nobre" yazan bir formayla, sevgilisinin elinden tutmuş yürüyordu. İki kaybettiğim şey, futbol ve o, yani bütün geçmişim şimdi başkasının elinden tutmuş mutlu mesut ağaçlar altında yürüyordu. Geçmişimi elinde tutan adam ise ondan daha mutluydu, ellerini geçmişimin belinde gezdirerek gelecek planları yapıyordu belli ki. Belki de ciddi filan düşünmüyordur, sadece tadını çıkarıyordur, oynuyordur onla. Ayrılırken ne kadar "umarım hep mutlu olursun" dese de insan, yine de mutlu olmasını istemiyor. Biz yokken kahrolsun, mahvolsun, gün yüzü görmesin istiyor. Biz biri için geçmişte kalmışsak, mutluluk, güzel günler de bizle beraber geçmişte kalsın istiyoruz. Biz çok önemliyiz ya, biz yoksak hiçbir şey de olmasın istiyoruz.

Ama öyle olmamıştı. Futbol da, Beşiktaş da, O da ben yokken dur durak bilmemişti, doludizgin ilerlemişti. Beşiktaş benim gibi üçüncü şahısların ilgisine muhtaç olmayan büyük şanlı bir spor kulübüydü. Kartal, yolunda emin adımlarla ilerliyor, kupaları leblebi gibi topluyordu. Alt yapıdan yetişen yeni yetenekler ben olmasam bile hocadan tam not alıyordu. O da ben yokken seviniyor, üzülüyor, hatta bir başkası için ağlıyordu. Ne Beşiktaş'ın, ne O'nun, ne de hiçbir şeyin üzerinde zerre etkimin olmadığını o gün çok iyi anlamıştım. İnsan olarak şu dünyada yaptığımız tek şey bir şeylerin veya birilerinin yanında belli bi süre bulunmak ya da bulunmamak. Başka bir şey değil. Aslında hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkileyemediğimiz gerçeğini nedense bir türlü kabul edemiyoruz. Hayat boyunca yaptığımız her şeyi anlamlandırmaya çalışıyoruz. Aslında sadece olması gereken oluyor, bize doğru ve ya yanlış gelmesi olmayacak anlamına gelmiyor ne yazık ki.

Zaten ilerlemeyen dolmuşta insanlar, sıcaktan ve beklemekten oldukça sıkılmış, oflayıp, pufluyordu. Ben ise gözlerimi O'na ve sevgilisine dikmiş izliyordum. Giderek gözden kaybolmak üzereydiler. Birden dolmuşun otomatik kapısı açıldı. Zaten geçmişimle hesaplaşmışım, şu an nerede olduğumu unutmuşum, kapı açılınca geldik zannedip atlamak için hamle yaptım. Tek ayağım kaldırıma basmışken dolmuş birden hareket etti. Tek ayağımla kaldırımda seke seke dolmuşla beraber hareket ederken şoförün "birader, inmiyoruz, inmiyoruz. Çok sıcak oldu diye açtım. İnmiyoruz" diye bana bağırdığını işittim. Bu andan itibaren minibüste kalamazdım. Bi şekilde inmem lazımdı. Kalırsam "demek bu dolmuşun geri zekalısı da bu adammış" bakışlarına maruz kalacaktım yol boyunca. Zaten duygu dünyam karman çormandı, bir de bu baskıyı çekemezdim. Gittikçe hızlanan dolmuşun kapısından tuttuğum ellerimi bir anda bırakıp kendimi kaldırıma attım. Artık ne olacaksa olsundu. Biraz tökezledikten sonra düşmemek için minibüs istikametinde koşmaya başladım. Giden minibüsle belli bi istikamet boyunca bağıl hızda koşmaya başladım.

İnsanlar hiçbir zaman mutlak bir duyguyu sonuna kadar yaşamazlar. Yani çok aşık biri sevgilisini aldatabilir, ya da ayrıldığı için çok mutsuz biri bi arkadaşının anlattığı bir şeye çok gülebilir. Buna şaşırmamak gerekir. Hissedilen duygular anlıktır, bütün güne yayılmaz. Yayılsa zaten hayat çekilmez. Yayılmaması normaldir yani. İşte ben de dolmuşta bir yandan geçmişimle hesaplaşırken, bir yandan da yanımdaki kızı ara ara kesip onla kısa vadeli gelecek planları kuruyordum. Ben minibüsün yanında koşarken minibüstekilerle beraber, sabahtan beri bakıştığım kız da bana şaşkınlıkla bakıyordu. Allahtan minibüs trafikte tekrar yavaşladı da üzerinde gelecek planları kurduğum kız geride kaldı. Yoksa gözden kaybolana kadar durmaya niyetim yoktu.

Koşuyordum. Geleceğimi geride bırakmış, anlamsızca, sadece gözden kaybolmak için koşuyordum. İlerde küçük bir taraftar grubu kümelenmiş mini bir kutlama yapıyorlardı kaldırımda. Üzerlerine doğru kendimi durduramadan koşuyordum. Sanki onlara doğru koşuyormuşum görüntüsü vermek için, ellerimi pençe gibi yapıp havaya kaldırarak, "kartal gol gol gol, kartal gol gol gol" diye bağırmaya başladım. Beni hemen bağırlarına bastılar. "Kim lan bu kutik durduk yere geldi" diye düşünmesinler diye pençe yapıp koşarak yükselttiğim tempoyu ayakta tutmak için hemen ardı sıra üçlüye başladım. Mini taraftar kitlesi coştukça coşuyor, gitgide büyüyordu. Yıllar sonra tekrar taraftarın göbeğindeydim, duyamıyorum dercesine şımarıkça elimi kulağıma götürüp daha çok bağırmalarını sağlıyordum. Biri hemen elime bira tutuşturdu, beni yüksek bi yere çıkardı ve boynuma bi atkı astı. Ne olduğunu anlamadan geçmişimin bir kısmıyla kucaklaşmıştım. Sonra O ve geleceğini planladığı çocuk geldi. O her formalı sarışın gibi çok güzeldi, çocuk ise çok mutlu. Ben tekrar geçmişimin göbeğinde durmuş bağrıyor, bağırtıyordum. Az önce üzerinde gelecek planları yaptığım kız ise gürültümüzden rahatsız olmuş ve korkmuş bir şekilde iskeleye doğru ilerliyordu. Elimi şımarıkça kulağıma götürdüm.

Umut SARIKAYA
Uykusuz, 16 Temmuz 2009

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Felipe Massa...




O baş parmağın tekrar havalanmasını bekliyoruz Şampiyon...

Bir Hazırlık Maçından Fazlası


Dün gece Birleşik Devletler'deki World Football Challenge kapsamında iki süper güç Chelsea ve AC Milan'ın mücadelesini izledik. Açıkçası turnuvada izlediğim ilk maç beklentilerimi minimuma indirmişti. Chelsea, Milano'nun diğer ekibiyle karşı karşıya gelirken Zlatan Ibrahimovic'in de uzun süre kenarda oturduğu maçta kontrolü bir an olsun elinden bırakmamıştı. Buna rağmen Inter'in genç kalecisi Vid Belec'in yardımlarıyla gelen Didier Drogba golü ve tartışmalı bir karar neticesindeki Frank Lampard penaltısı dışında pek bir aksiyon yoktu karşılaşmada. Maç sonunda yatağıma uzanırken de aklımda ne vardı derseniz... Belki Charlize Theron.


Dün seremonide Theron'un yerini Carmelo Anthony aldı belki ama bu sefer de temaşaya hizmet edenler sahada top koşturan oyuncular oldu. Açıkçası Chelsea her iki maç öncesinde de kağıt üzerinde çok daha sağlam gözüken taraftı. Inter maçında oyunun kontrolünü eline geçirdi ve bunu gösterdi bir şekilde. Ancak o maçta da bir pozisyon kısırlığı yaşadılar. Chelsea'de alışık olmadığımız bir şey değil aslında bu, faturayı Carlo Ancelotti'ye kesmemek gerek. Zaten kesilecek bir fatura var mı, o da tartışılır. Bahar geldiğinde Avrupa'da devam ediyor olman, her şeyden önce rijit bir orta sahanın varlığıyla mümkün olabiliyor. Geçen maçta Essien-Mikel-Lampard üçlüsünden oluşuyordu Chelsea'nin orta saha hattı, kanatlarda ise Malouda-Kalou ikilisi Drogba'yı destekliyordu. Dün daha klasik bir 4-4-2 gördük sahada, fakat orta dörtlünün her iki kanadı defansif yönü gelişmiş hatta kariyerlerinin önceki dönemlerinde daha ziyade bek olarak görev yapmış isimlere emanet ediliyordu. Zhirkov-Mikel-Lampard-Belletti dörtlüsü de görüp görebileceğiniz en dirençli orta sahalardan biri anlamına geliyor. Buna rağmen Chelsea tüm hücum organizasyonlarını Ashley Cole ve Jose Bosingwa'nın bindirmeleri sonrası yapılan varyasyonlara bırakmış gözüktü ki, hücum anlamında Ancelotti'nin yeni bir formül düşünmesi gerektiğine yorulabilirdi bu... Tabi onlar için gündemin ana maddesi John Terry'yi tutabilmek şu günlerde. Ben Chelsea istemediği müddetçe Terry gibi bir adamın Manchester City'ye kaptırılacağını düşünmüyorum.



Milan cephesi için zorlu bir yıl olacak kuşkusuz. Drama yaratmaya düşkün futbol basını vakit kaybetmeden Post-Zlatan ve Post-Cristiano dönemlerini açtı Inter ve Manchester United adına. Ama bu tabiri kullanmamızı gerektirecek durumdaki tek takım Milan gibi gözüküyor benim bakış açımdan. Yine de dün beklediğimden oldukça iyi buldum Rossoneri'yi. Forvet hattında Alexandre Pato'nun yanına ideal isim Edin Dzeko olabilirdi. Dün Marco Borriello da bir noktaya kadar o işi kotarabileceğini gösterdi. Pato'nun tek forvet olarak kullanılması çok mümkün görünmüyor, zaten kendisi de bu işi yapabilecek özellikleri taşımadığını ifade etmişti geçenlerde La Gazzetta dello Sport'a yaptığı açıklamada... Çift forvetli bir sistemde de Ronaldinho'nun takımın üzerine ekstra bir yük olarak bineceğini görmek zor değil. Dün izlediğim Andrea Pirlo, son 7-8 ayda izlediğim en iyi Pirlo idi kesinlikle. Eskiden daha sık görmeye alıştığımız o derinlemesine paslarından birkaç tane izletti Amerikalı taraftarlara. Bunun arkasında onu çok isteyen eski teknik direktörü Ancelotti'ye karşı oynaması da var mıdır, bilemiyorum. Ama Pirlo'nun olası kaybıyla, taraftardan zaten bir süredir çıkmakta olan çatlak sesler üst boyutlara ulaşabilir. Ben Pirlo'nun Milan'daki misyonunu tamamladığına ve her şeyden önce bu isteksiz haliyle yarardan çok zarar getireceğine inanıyorum. Alınan ücret doğru kullanıldığı takdirde Milan geçen seneye göre güçlenmiş olarak bile çıkabilir bu transfer döneminden. Tabi City olayları sonrası kafası karışan Kaka'nın standartlarının çok altında bir sezon geçirmiş olması böyle bir kıyas yapmamıza izin veriyor. O yüzden tırnak içinde bir güçlenme olacak bu...


Tabi en büyük sıkıntı savunma hattındaydı. Orta sahada Clarence Seedorf yine dudak ısırtan bir performans koydu Chelsea karşısında, Mathieu Flamini de bu takımın uzun vadeli planlarında yer alabilen ender isimlerden... Ama savunmada çok büyük bir boşluk gözüküyordu ve geçen kış yapılan Thiago Silva transferi oraya güzel bir nokta atışı oldu. Yeterli mi, pek sayılmaz... Alessandro Nesta'nın sakatlıksız bir sezon geçirmesini umamazsınız şu şartlarda. Oguchi Onyewu bu yılki Konfederasyon Kupası'nın yarattığı yıldızlardan oldu, ancak daha hiçbir şey ispatlamış değil. Bana kalırsa da karavana olma ihtimali yüksek bir transfer... Böyle bir ortamda David Trezeguet'yi almaya çalışan Milan'ın, Juventus'a para yanında Kakha Kaladze'yi önerdiğini görmek de ilginç oluyor. Dün beklerdeki Oddo-Zambrotta ikilisi de, yedekten gelen Marek Jankulovski de futbollarının doruk noktasını uzun zaman önce geride bırakmış isimler. Savunmada da çok sık adam kaçırıyorlar son yıllarda, ki kadayıf kıvamındaki orta sahasıyla Milan'ın beklerinden öncelikli isteği hücum olmayacaktır.


Leonardo'nun işi kolay olmayacak, dünkü gençler arasında da Torino'dan gelen Ignazio Abate dışında göz kamaştıran bir yetenek gözümüze çarpmadı. Ancak ben az önce de dediğim gibi Pirlo'nun gönderilmesi ve yerine Abate'ye şans verilmesinin takım için daha hayırlı olabileceğini düşünüyorum. Pirlo Chelsea'de ne yapar? Orta saha için Michael Essien ve John Obi Mikel gibi rakipleri olacak, Lampard'ın kredisi kimsede yok... Böyle bir ortamda Barcelona'da çok iyi bir durumdayken getirilen Deco'nun rekabet edemediğini gördük. Pirlo'nun da işi çok kolay olmayacaktır bence, en azından geçen sezonun genelindeki görüntüsüyle. Ama dün gece süper top oynadı. Tam bir keman tutkunu kendisi, her şey olabilir...



Bu arada esasında maçın tamamını bir şekilde bulup izlemenizi öneririm, onu yapamıyorsanız gollere ulaşın. Hiç de hazırlık maçı havasında geçmedi. Yuri Zhirkov'u da kutlayalım, bu yazın en beğendiğim imzalarından biri oldu. Chelsea umarım kullanabilir onu sezon boyunca. Neden umuyorsam bir United taraftarı olarak?

Köln Preview Oldu Bu


Futbol sezonunun açılmasına kısa bir süre kaldı, hatta ön eleme macerası da başlıyor ufak ufak... Önemli hazırlık turnuvaları var önümüzdeki günlerde düzenlenecek. Zaten onları geçmiştik şu yazıda... Peace Cup bugün gayet sönük bir karşılaşmayla başlamış, kupayı hangi kanal verecek ondan da haberim yok. Haberim olmadığına göre Futbol Smart falan olması kuvvetle muhtemel. Bu gece biraz Wembley Cup yaptım, ama Barcelona'nın kadrosu tatmin etmedi pek. Gerçi fena adamlar yoktu kadroda ama Barcelona bizi şımarttı belki de... Ben daha çok Matthias Scherz'in jübilesiyle ilgilendim. 10 yıl boyunca 1. FC Köln için ter döken oyuncu için güzel bir veda organize edilmiş, Bayern München gibi bir kulüp yakasından tutulup getirilmiş. Her ne kadar TRT'de maçı anlatan spiker arkadaşımız talihsiz biçimde Scherz'in oyundan alınışını 'erken bir değişiklik' olarak nitelemiş olsa da karşılaşma bir jübilenin parçasıydı, evet.


Köln, Christoph Daum şokunu üzerinden çabuk atlatıp fena olmayan transferler yaptı. Ancak Zvonimir Soldo için bir gömlek büyük gelebilir Bundesliga arenası. Bugün Scherz Geißböcke için son kez sahaya çıkarken, yerini aslında oldukça benzer bir karakteristik taşıyan 24 yaşındaki Sebastian Freis'a bıraktı. Freis, 2005 yılında Hollanda'daki U20 Dünya Şampiyonası'nda Rene Adler, Marcell Jansen, Christian Gentner, Andreas Ottl gibi oyuncuların bulunduğu kadroda zaman zaman forma giyiyordu zaten. Yani Alman futbol dünyası için keşfedilmemiş bir yetenek olmaktan uzaktı. Fakat asıl kendini göstermesini sağlayan, kulübü Karlsruhe'nin 1. Bundesliga'ya yükselmesi sonrasındaki iyi performansı oldu. Bence Köln taraftarının da seveceği bir adam olacaktır. Lukas Podolski ile ideal forvet ikilisini oluşturması kolay değil, Prinz Poldi'nin RheinEnergie Stadion'da yedek kalması hiç ama hiç kolay değil. Milivoje Novakovic ve Wilfried Sanou gibi isimlerle forma mücadelesi içerisinde olacaktır. Geçen sezon Karlsruhe'nin her maçında bir şekilde forma şansı buldu ve 2 Bundesliga sezonunda toplam 17 gol kaydetti Freis. Şu an için ideal ikili Novakovic-Podolski gibi gözüküyor fakat bir gözünüz de bu çocukta olsun.


Takımın bu iki forvet oyuncusunun yanında bir diğer transferi de Maniche ki ona olan ilgi Poldi'nin yakınından geçmese de çok önemli bir transfer. Porto'da Jose Mourinho'nun parlattığı adamlardan biriydi ve Euro 2004 ile birlikte değeri de tavan yapınca Moskova aktarmalı olarak Chelsea'nin yolunu tuttu o da. Pek bir başarı hikayesi olarak değerlendiremeyeceğiz o yolculuğunu. Atletico Madrid'de ve kiralık olarak gittiği Inter'de de beklentilerin içini dolduramadı hiçbir zaman tam olarak. Kulüp takımlarında başarılı olup, bunu uluslararası arenaya taşıyamayan çok yıldız gördük. Maniche'de bu işleyişin biraz daha farklı tecelli ettiğini söyleyebiliriz. Petit'nin yanında oynamak üzere Köln'e gelmiş olması onun için şüphesiz ki bir avantaj. Maniche-Petit orta ikilisi de Bundesliga'nın en çetin tandemlerinden biri olacak gibi görünüyor. Tabi bu ikili istikrarı sağlayabilirse... Kanatlarda ise teknik adamlar için çok arzulanan bir formül olmasa da, Adil Chihi ve Freis gibi forvet orijinli oyuncuları kullanmak makul gözüküyor kadro yapısı ele alındığında. Tabi Soldo bizim için de yeni bir tecrübe olacak. Bugün denemedi ama ortayı üçleyip, Bayern karşısında fena gözükmeyen Derek Boateng ile baskısıyla öldüren bir takım oluşturabilir. Pas mahareti yüksek Fabrice Ehret ile daha dinamik bir orta saha da yine ihtimaller dahilinde algılanabilir. Ama ben sağ kanattaki Chihi'nin bu takımın yaratıcılık anlamında sahaya bir şeyler koyabilmesi için gereklilik olduğunu düşünüyorum.


Soldo kariyeri boyunca akıllı bir oyuncu olarak ün yaptı. İstikrarlı ve soğukkanlı bir adamdı, yıllarca Stuttgart forması giydi ve orada bir yabancı olarak kaptanlık mertebesine de ulaştı. Ama antrenörlük becerileri noktasında birkaç genç takım deneyimi dışında bir veri yok elimizde. Belki biraz da Dinamo Zagreb... Elindeki kadronun da çok geniş olduğunu söyleyemeyiz. Daum geçen sene ligin yeni ekibine tehlikeden oldukça uzak bir sezon geçirterek takdir toplamıştı. Hem de elinde Poldi ve Maniche gibi top-level oyuncular bulundurmadan... Bu oyuncular geldi, giden isimler arasında tek elle tutulur oyuncu gibi gözüken Nemanja Vucicevic'in yerinin de Chihi'nin gelişimi ya da Freis'ın o bölgede kullanılmasıyla doldurulması olası gözüküyor. Ama geçen sezonu bir şekilde sonuna kadar götüren savunma hattı, ligin en güven verenlerinden değildi açıkçası... Buraya bir takviye gayet iyi olurdu. Gerçi ben yine Hollanda'daki turnuvada çok beğendiğim Marvin Matip'ten bu sezon da bir patlama bekliyorum. Bu sezon da! Hadi bakalım.


Soldo'nun elinde kadro konusunda çok alternatif olmadığından bahsettik. Bugün de her birinin kendisinde olması için ayrı ayrı dua edeceği Bayern yedekleri vardı karşısında. İlk dakikadan itibaren iyi niyetli bir oyun oynadılar, ancak Maniche'in de bulunmadığı ilk onbirleriyle orta sahayı kontrolleri altına almaları bir türlü gerçekleşmedi. Bayern'in rölantide götürdüğü maç bir kontraatak golü, bir de köşe vuruşu organizasyonu ile 2-0'a bağlandı. Ama Köln fena sinyaller vermedi. Poldi'nin egosunun burada soruna yol açacağını sanmıyorum. Çünkü Domstadt için öyle bir oyuncu ki, ilk antrenmanı 20 bin kişi tarafından seyrediliyor, 4 adet bodyguard kendisine eşlik ediyor. Kulübün transferi finanse etmek için başvurduğu yol Podolski'nin resmini içeren bir web sayfasını piksel başına fiyatlandırarak satmak. Daha ilginci bu pikselleri satın alanlar arasında şirketler dışında bireysel alıcılara da rastlıyoruz. Bir amca Poldi'nin hayranı olan liseli kızına doğum günü hediyesi olarak almıştı mesela. Bizdeki küçük Cenk Akyol hayranlarının bir karşılığı, ama ona göre daha büyük bir fenomen Podolski. Kendisini sahada görmek de mümkün Cenk'ten farklı olarak tabi. Avrupa'dan teklifler aldığı sır değil Podolski'nin, bunların Köln'ün mütevazı teklifinden çok yukarılarda olduğu da söyleniyordu. Ama bu arka planı düşününce Poldi'nin kariyerini ayağa kaldırmak için Köln'ü seçmiş olmasının yadırganacak bir tarafı yok.


Not 1: Ben bu yazıya girizgahı yaparken, biraz Köln-Bayern maçından bahsederim, oradan diğer hazırlık turnuvalarına girer Lyon ve Porto'nun yeni transferlerine değinirim diyordum. Hatta bağlantıyı kotarabilsem Andre Miller ile bitirecektim. Ortaya nasıl bir şey çıktı... Pritch-Slap sezonu tatsız geçti bu yaz Portland adına. Yazarız onun hakkında da bir şeyler.

Not 2: Köln'ün bu sezon için hazırladığı kırmızı formaları beğenmiştim, bugün sahaya çıktıkları lacivert formada detay olarak düşünülmüş figür formanın önüne çıkmış, açıkçası içine de etmiş. Gözünüzü seveyim, kişilikli forma yapacağım derken en azından giyilebilecek bir şey bırakın taraftara. Tabi Reebok sana diyorum, Adidas sen anla... Bir de uzun uzun konsepti anlatıyorlar. Yok efendim, beyaz formayı Kartal pençelemiş, Wolverine çizmiş falan da filan. Çubuklu formayı bu sene stadyum önünde mevzilenen adamlardan almayı düşünüyorum, onlar Türk bayrağı da koyuyordu zaten. Tabi cidden düşünmüyorum bunu, ama bu sene ilk kez alana hak veririm... Neyse son iki yazıda da bolca salladık, en azından şu yazıyı celallenmeden nihayetlendirelim.

Not 3: Ümit Özat'ın bu sezon yardımcı antrenör Michael Henke'nin yardımcısı olarak oyunculuk sonrası kariyerine adım atacağını da hatırlatalım ve kendisini de tebrik edelim. Biliyorum, burayı okuyor. Ümit Özat bir başka ya!

24 Temmuz 2009 Cuma

Also Sprach Cristiano


Cristiano Ronaldo, bu sefer de tutkulu iki City taraftarı kardeşin kurduğu Oasis'i dünyanın en iyi grubu ilan etmiş. Liverpool için The Beatles neyse, Manchester için de Oasis oymuş. Kimse kusura bakmasınmış...

Favori şarkısı da "Champagne Supernova" imiş hazretlerinin. Açıkçası ben de severim Gallagher Biraderler'i, "Dig Out Your Soul" beni tatmin etmedi gerçi pek. Bir önceki "Don't Believe The Truth" da talihsiz bir albümdü diskografileri için, ardından gelende bir müzikal olgunlaşma görsek bir geçiş albümü denebilirdi belki ama... Neyse, Manchester'a geldiğinde Cristiano'nun ne olduğunu biliyoruz. O halinden, Oasis dinleyen bir adam haline geldiyse tüm Manchester bununla gurur duyabilir.



Yine de favori grubu sorulduğunda The Stone Roses, şarkı olarak da "This Is The One" dese kırdığı kalpleri bir nebze onarabilirdi. Noel Gallagher'a bu konudaki fikri sorulsa da o güzel İngiliz aksanıyla okkalı bir küfür duysak...

"I will be honest, I didn't even know who they were when I first arrived in Manchester, but you can't live there long without knowing who they are."*

* Dürüst olmak gerekirse Manchester'a ilk geldiğimde futbol nedir bilmiyordum, ama Sir buradayken futbolu öğrenmeden çok uzun süre yaşayamıyorsun.

RICHIE FRAHM... KİM BU YAVŞAK?


Richie Frahm'ın Mersin Büyükşehir Belediyesi ile anlaştığı yönünde birkaç yazı okudum bugün. Frahm çok sağlam bir şutördü ve oyununun tek güçlü yanı dış şutu olan biri olarak sempati de beslediğim bir oyuncuydu Darüşşafaka'da oynadığı dönemde. Kalitesi de o dönemde iki takımlı bir lig haline gelmiş TBL için özlenen bir seviyedeydi. Fakat bu arkadaşımız yeni şehri Seattle'da basına verdiği röportajdaki tutumu sonrası çok güzel hatırlanmıyor buralarda. Aslında birçok kişi bu olayı unutmuşa benziyordu bugün gözlemlediğim kadarıyla, ama o dönemde ülke basketbolunu gerçekten yakın takibe alanları rahatsız etmiştir herhalde bu transfer.

Ben bu olaydan ilk olarak Sir Alp Akbulut'un batug.com'daki şu yazısıyla haberdar olmuştum. Oradaki alt başlığı da buraya başlık yaptım zaten... Sonics'i de özlemişim bu arada, şimdi yerini alan tatsız tuzsuz organizasyonu da düşününce daha da alevleniyor bu özlem. Neyse efendim, olayı bilmeyenler için özetlemek gerekir. Frahm Daçka'dan Seattle'a geçtikten sonra yerel basının önemli isimlerinden Steve Kelley ile bir konuşma yapar ve bu konuşma sırasında da Türkiye hakkında bizim bile bilmediğimiz bazı şeyler anlatmaya başlar. İşkembesine bereket, eğlenceli şeyler de çıkar ortaya. Eğer Kelley fiktif bir denemeye girişmemişse böyle laflar çıkmış ağzından en azından. Tabi işin sunulmasında durumu dramatize edip, Akbulut'un da dediği gibi 'develer ülkesi' edebiyatına saran yazar olmuş biraz ama Frahm'ın belli olumsuz açıklamalarının üzerine bina edildiği de belli yazının... Yazı demişken, o da burada. Edebi açıdan güzel, okunabilir... Son olarak Zaza Pachulia-Zaza Enden konusunda Basketbawful blogunun yaşadığı kafa karışıklığını görünce hemen oracıkta biten sevdiğimiz basketbol adamı Kaan Kural, burada da bir okuyucu mektubu vasıtasıyla oluşan rahatsızlığı ülke adına çok güzel açıklamış.


Frahm neler demiş söz konusu yazıda, yabancı dil konusunda yardımımız gerekebilir bazılarına. Kısa bir özet sunalım... Öncelikle Kelley'nin söylediğine göre Bağdat'a düşen bombalara kızgın olan Müslüman Türk halkı, Birleşik Devletler'e olan kızgınlığını Frahm'dan çıkarıyormuş. Türkiye 1. Basketbol Ligi'nde oynayan 27 Amerikan vatandaşının herhangi birinden veya ülkede spor ve iş dünyasında yer bulan diğerlerinden değil... Çok ilginç. Bağdat'a 300 mil uzaklıkta, Doğu bölgesinde yaptıkları bazı maçlarda, insanların adını haykırdığını ve Türkçe hakaretler savurduğunu söylüyor. Arkadaşları da yanına gelip "Seni burada istemiyorlar" diyorlarmış. Bu ülkede yaşayan herkese komik geliyordur bu cümleler. Evet Amerikan karşıtlığı o dönemde var olan bir şeydi, ancak işlerin bu şekilde yürümediğini de biliyoruz. En can alıcı nokta da paragrafın az sonra alıntılayacağım kısmı. Bu noktaya kadar fazla naif ve dış kültürlere kapalı bir Amerikalı iseniz yazılanlara inanmanız olası. Ama buralarda eğlence kültürünün parçası olan bir aktiviteyi, samimi olarak bu şekilde algılayabiliyorsa Frahm paranoyadan da fazlası olur bu. Hatta Mithat gibi açık konuşalım, beyin zarınızda habis oluşumların mevcut olduğuna işarettir.


On one of those runs, he encountered a man who was standing next to a rifle that was leaning against the tree. For a few Turkish lira, the man said he would allow Frahm to shoot at targets.

"I'm running in a public park and here's this guy in the woods, shooting at targets," he said. "You wonder if you're the next target."

Evet, zaten söylenmesi gerekenleri Kural ve Akbulut o günlerde söylemiş daha. Ama ben hafızalara bir update çekmek istedim, çünkü ihtiyacı olanlar var çevrede... Ben bu transfere zemin hazırlayan Mersin Büyükşehir Belediyesi yöneticilerine kızgınım açıkçası. Ki beni biraz tanıyanlar da milliyetçilik denen olgudan nasibini olabildiğince az almış bir adam olduğumu bileceklerdir. Ben rahatsız oluyorsam, Mersin halkının hissedecekleri için yeni bir sözcük aramaya koyulabiliriz. Frahm da böylelikle Seattle basınına salladıkları, aman söylediklerinin bir kısmıyla tanışma fırsatı bulacaktır... Tabi ki istediğimiz bu değil. Zaten ona bu şekilde cevap vermeye değer mi? Kesinlikle hayır. 6 yıl önce kendi yarattığın bir dünya içinde bazı paranoyalar oluşturuyorsun ve kaçıyorsun bir ülkeden. Böyle şeyler atıyorsun ortaya. Bugün yine buradasın. Tamamen kendi seçimin bu... Sahiden de değmezsin. Şu yazı bile fazla belki, ama ben özlediğimiz Sonics organizasyonunu ve altıncı adamını anmak için yazdım biraz da zaten:


"Jerome James'i adam etmek kolay olmayacaktır. Değil Jack Sikma, yattığı yerden hortlayıp Wilt Chamberlain gelse yine pek bir şey farkedeceğini sanmıyorum. Tam olarak sorun nedir bilemiyorum ama kanımca bir konsantrasyon problemi yaşıyor JJ. Hazırlık maçlarındaki berbat performansı, kısa zaman içinde yaptığı seri fauller, antrenmanlarda da beklenen hırsı ve disiplini göstermemesi üzerine, şu anlık ilk beşteki yerini kaybetmiş durumda. Hatta bırakın ilk beşi, dakika bile alamıyor öküz evladı. E bu sezonki en önemli potaaltı gücümüz bu adam değil miydi? Bütün sezonu Booth, Radmanovic ve Evans ile mi geçireceğiz? Jack Sikma ne işe yaradı? Ansu Sesay gibi bir isme sahip bir oyuncuyu sahaya hangi yüzle sürüyoruz?"

"Radmanoğlu Radman'dan da bahsetmek lazım. Hücumda beklenen etkinliği ve isabetli şutlarını göremedik henüz. Fizik olaraksa daha iyi olduğu aşikar. Bu sene kimsenin beklemediği bir ribaunt ortalaması tutturabilir. Arkadaşlarınıza söyleyin bunu, sonra 'ben demiştim' diye hava atarsınız. Savunmasını da ilerlettiği söyleniyor, adam gibi izleyemedik henüz."


Asım Pars, Burak Yönder ve Jimmy Baron da gelecek sezon Mersin'de olacak. Eh, Frahm'ın en güzel transfer olduğunu söyleyebiliriz kolaylıkla. Onun da böyle bir falsosu var işte... Tabi ben Baron'ı hiç tanımıyorum, bir de o var. Ama bu sezon play-off başarısını tekrarlamaları daha zor olabilir. Asım Pars 2008 sezonunda oynadığı topu burada da oynayabilir tabi, o da gayet mantıklı hareket. Yapıyı bozmayıp Frahm'ın Chris Lofton'ı, Baron'ın da Bo McCalebb'ı aratmamasını bekleyecekler anlaşılan. Dikkat etsinler, Frahm kaçmasın...

23 Temmuz 2009 Perşembe

22-22


Avrupa Gençler Şampiyonası ilk maçında milli takımımızın son şampiyon Yunanistan'ı 78-74 ile geçtiği maçta Enes Kanter'in istatistikleri: 22 sayı, 22 rebound (11 defansif-11 ofansif), 9-14 şut isabeti, 1 blok.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

In Heavy Rotation - Haziran 2009


1. Kasabian - West Ryder Pauper Lunatic Asylum (2009)
Top 2: Vlad The Impaler, Fire

2. Dave Matthews Band - Live At Piedmont Park (2007)
Top 2: Don't Drink The Water, All Along The Watchtower

3. Marillion - Somewhere Else (2007)
Top 2: Thankyou Whoever You Are, No Such Thing

4. Remy Zero - Villa Elaine (1998)
Top 2: Gramarye, Prophecy

5. Gazpacho - Tick Tock (2009)
Top 2: Desert Flight, Tick Tock


6. Madness - The Liberty Of Norton Folgate (2009)
Top 2: We Are London, Dust Devil

7. Emilíana Torrini - Love In The Time Of Science (1999)
Top 2: Unemployed In Summertime, To Be Free

8. Starsailor - All The Plans (2009)
Top 2: Tell Me It's Not Over, Neon Sky

9. Porcupine Tree - In Absentia (2002)
Top 2: Trains, The Sound Of Muzak

10. David Bowie - Black Tie White Nose (1993)
Top 2: Miracle Goodnight, Jump They Say

Futbolun Eski Tadı Yok

Ölen bir dostun ardından yazmak beni hep rahatsız eder. Pişmanlık, suçluluk duyarım. “Neden yaşarken daha fazla birlikte olamadım ki” diye yazıklanırım. Ayrıca, yazılan yazıyı herkes okur ama artık sonsuz huzur evrenine göçmüş dost okuyamaz. Nafile...
Vedat Okyar bir deplasman otelinde, bir stat kapısında, bir tribün sırasında karşınıza çıkan bir yaşama meleğiydi. Paraya, mevkiye, otoriteye değil hayata düşkündü. Hayatı sevdi, yaşamaktan zevk aldı. Her yüzüne baktığı insana da yaşama zevki verdi.
Biz yalıtılmış, sakınılmış, zevklere ve akıldışılıklara kapatılmış hayatlarımızda ister 1000 yıl yaşayalım, yine de Vedat Okyar’ın ömrünü geçemeyiz. Takvim yılına vursak onun hayattan aldığı ömrü kimse geçemez. “Her ölüm erken ölümdür” derler ya, Vedat Okyar 200 yaşında bu dünyadan ayrılsaydı yine de erken gitmiş olacaktı.

* * *

Sevdiğiniz, hayatı paylaştığınız birinin ölümü sizin de hayatınızdan bir parça götürüyor. Vedat Kaptan’ın ölümü benim 14 yaşımla 22 yaşım arasındaki Beşiktaşlılığımı alıp götürdü sonsuza... Ben şimdi kime anlatacağım, o şampiyonluk görmediğimiz yıllarda tribünlerden Vedat Okyar ve arkadaşlarına sevgiyle baktığımızı... En çalkantılı günlerimizde aklımızın onlarda kaldığını... Kâh radyoda yarım yamalak dinlenmiş bir maçta, kâh bir kahvenin önünden geçerken sorulmuş “Takım ne yaptı bugün” sorusunda, o siyah beyaz formalı mağrur gençlerle kader birliği yaptığımı... Ben kiminle paylaşacağım 1975 Kupa Finali’nin bana nasıl bir asır gibi geldiğini...
Vedat Okyar iyi değil, eşsiz bir futbolcuydu. Arkasında adı yazılı olmasa da ‘4’ numaralı formaya büyük itibar ve zarafet kazandırdı. ‘Oyunu arkadan kurmak’ onunla başlamıştır. O kalkık omuzlarıyla topu alır, çimleri yoluk zeminde kıvrak hareketlerle topa dans ettirir ve biz tribünde coşardık.
Futboldan zevk alarak, bu oyunu severek oynardı. Biz de futbolu sevmeyi onun gibi aşk adamlarından öğrendik. Topla arasına, transfer hesapları, sözleşme hükümleri, prim talepleri falan girmedi. “Babam zaten yöneticiydi, hiç para konuşmadım ben kulüple” derdi.
Kullandığı 43 penaltıdan 42’sini gole çevirmiş. Hafızam beni yanıltmıyorsa kaçırdığı tek penaltı da ünlü 1975 Kupa finaline, Beşiktaş’ın 15 yılda kazandığı tek kupanın finaline denk gelmişti. Vedat Okyar’ın o maçtaki sevincini unutamam. O kupayı kazanmasalardı yine de tribünlerin sevgilileri olacaktı o takım. ‘Güzel takım’dı onlar. Sonra kazanılmış her şampiyonlukta benim aklıma onlar geldi. O kupaları onlara yolladım.
Vedat Okyar gibi futbolcular bu oyunu hep mahalle arkadaşlarıyla bir araya gelmiş de eğlencesine maç yapıyormuş gibi oynadılar. Bir yandan da giydikleri formanın değerini, tarihini bilirlerdi, sayarlardı. Zevk aldılar, zevk verdiler...

* * *

Bugün futbolda milyarlarca dolar dönüyor. Futbolcular isim ve numaralarıyla birlikte her sezon başka takıma gidip başka formaları öpüyor. Nerede olduğu, nasıl bir şeye benzediği bilinmeyen takımlara bahisler oynanıyor. Bütün bunlara rağmen iki takım sahaya çıktığında yüreğimiz pırpır edebiliyorsa hâlâ, Vedat Okyar gibi insanlar sayesinde bu.
Belki futbola olan katıksız sevgisinden futbolculuğu bırakınca teknik adamlık yapmadı Vedat Okyar. Otorite, iktidar ona göre değildi. Yazarlığı da futbolculuğu gibi kıvrak ve zarifti. Eleştirdiği futbolcuya bile sevecen yaklaşırdı. Seyrettiği oyundan zevk almaya baktı. Hayattan zevk almaya baktığı gibi. O zevki okuruna da aşıladı.
Kendi içinde, paranın, gücün, iktidar kaygısının zedeleyemediği bir özgürlük alanı yarattı Vedat Kaptan. Hem de bırakın bir canlıyı, bir çakıl taşını bile incitmeden. Şimdi, son model arabalarıyla idmana gelip yine son model evlerine kapanan, maç izlemeyip reklam sözleşmelerine dalan, içki sigara gibi kötü alışkanlıkları olmayan robot futbolculara bakıyorum... Yine günümüz medyasında olanca tatminsizliğini satırlarına akıtan, futbolcu ve teknik adam yiyerek yaşayan yazarlara bakıyorum... Vedat Okyar bir ermiş gibi duruyor onların yanında.

* * *

Sabri Dino, Yusuf Tunaoğlu, Güven Önüt, Vedat Okyar... Ve ‘karşı kıyıdan’ Metin Oktay... Ve adını sayamadığım diğerleri... Ben futbolu şampiyonluklarla, kupalarla değil bu adamlarla sevdim. Beşiktaş’ı onlardan öğrendim.
Şimdi onlar güzel atlara binip gittiler.
Futbolun eski tadı kalmadı.

İbrahim ALTINSAY
Radikal, 22 Temmuz 2009

London, Can You Wait?

More News from Nowhere #6


Öncelikle burada okuyucuyla karşılıklı bir sorumluluk ilişkisi içerisinde hissetmiyoruz kendimizi, zaten başka bir yere değil buraya yazma sebebimiz de bu biraz... Yine de uzun süredir bloga vakit ayıramamamın sebeplerini yazarak yapayım girizgahı. Kendimi yaz okulu gibi bir derdin içine soktuğumu söylemiştim. 2 adet de vizem vardı geçtiğimiz günlerde, bu vizelerin etrafına itinayla yerleştirilmiş SMV, Emiliana Torrini ve Deep Purple konserleriyle birlikte fikstür de içinden çıkılmaz bir hal aldı... Bu dönemlerde spor da hayatımın pek içinde değildi dürüst olmak gerekirse. Transferler falan oluyor, Mithat'ın deyimiyle 56 kişi 112 tekerin üstünde gidiyor. Kayda değer spor gelişmeleri bunlar. Erhan varken bisiklet yazmak da bana düşmüyor, bir de o var. Transfer için de mesela padişah tefrikası gibi bir Manchester City değerlendirmesi yazmıştım geçen yaz. Üzerine Robinho gelince oradaki cümlelerin birçoğu çöpe gitmişti. Bu yüzden de bir temkinlilik eğilimi baş gösterdi bilinç altında. Biraz daha serbest stilde yazacağım galiba bu yazıyı. Maksat ayağımız alışsın...


Cleveland gümbür gümbür gelmekte. Anthony Parker sonrası muhtemelen Jamario Moon'u da kadrolarına katacaklar. Geçen sene başrol oyuncusundan şikayet edecek durumları yoktu, ancak yan parçalar arasında bel bağlanan isimlerin birkaçı bunu hak etmediklerini gösterdi play-off sırasında. 2007 play-offlarında Boobie Gibson'dan gelen katkıya benzer bir şey bile arandı Magic serisinde, hatta Mike Brown sezon boyunca dönüp bakmadığı Sasha Pavlovic'e geri dönmek gibi sıradışı çözümler de aradı bu bağlamda. Joe Smith dışında ciddi bir kayıp vermediler kadrodan, o da kağıt üzerinde ciddi bir isim olmaktan öteye gidemedi zaten geçen yıl. Anderson Varejao'ya verilen parayı fazla bulanlar oldu, fakat ben Varejao gibi oyuncuların günümüz şartlarında overpaid olmasında pek de şaşırılacak bir taraf olmadığını düşünüyorum. Cavs adına da belki Shaquille O'Neal'ın takası kadar önemli bir hamleydi bu imza benim açımdan... Parker ve Moon da güzel parçalar. Özellikle Parker, sahada her gün belli bir katkıyı vermesiyle ve takım içine kolay entegre olabilecek tipte bir oyuncu olmasıyla free agent piyasasındaki en sağlam adamlardan biriydi. Sasha Vujacic ve Luke Walton'ın kontratlarını bir an için unutup "Keşke bu adam bize gelse" demişliğimiz de vardır, doğruya doğru...


Piyasadaki rol oyuncuları arasında en sağlamlarından biri de Matt Barnes idi ki, o da Orlando'nun yolunu tutacak önümüzdeki sezon... ESPN az önce bu ölü sezonu, zenginin daha da zenginleştiği dönem olarak nitelemiş ki çok iyi demiş. Lakers için Artest-Ariza değişiminde şüpheler taşıyorum ve Lamar Odom'ın durumu hala net değil. Ama o anlaşırsa kağıt üzerinde bir güçlenmeden bahsetmek yanlış olmaz. Üçgen hücum içerisine adapte olmuş bir Ron Artest kulağa biraz absürd geliyor, ama Staples Center'da ilk topunu sektirene kadar beklemek istiyorum şimdilik. Celtics cephesinde de güzel bir offseasondan bahsedebiliriz, onların da şu an için odak noktası Glen Davis'i takımda tutmak. Orlando Brandon Bass imzasıyla güzel bir iş yapmıştı ve ben de Nelson-Carter-Lewis-Bass-Howard gibi daha ortodoks bir beşten geçen sezonki beşten alınanın daha üzerinde bir verim alınabileceğini düşünüyordum. Bunun üzerine Barnes eklemesini fuzuli bulanlar olabilir... Ama kendisi her iki forvet poizsyonunu oynayabilen bir oyuncu. Rashard Lewis ile iyi bir forvet kombinasyonu da oluşturabilir, veyahut geçen sezonki sistem devam edecekse Shard'ın yaptığı işin benzerini kenardan gelip yapabilir. Barnes'ın bu çok yönlülüğü de Stan Van Gundy'ye iyi bir hareket alanı sunacaktır. Bu adamın Phoenix'te veteran minimumla oynaması da ayrıca ele alınması gereken bir mevzudur da orada Robert Sarver fenomeni devreye giriyor, susalım... CJ Watson konusunda da hala devrede olduğunu açıkladı Orlando, bu da Barnes'ın eve ekmek götürmekte bir süre daha sıkıntı çekebileceğinin göstergesi. Zira MLE dışında bir opsiyonları yok bildiğim kadarıyla ve buradan her ikisine de kontrat çıkarmaları çok kolay değil. Fedakarlığı yapan adam yine Barnes olabilir.

Her şey tamam da, Marcin Gortat'a gelen teklifi karşılamaları pek anlaşılır bir hareket değil. Hem Gortat'a da yazık!


Daha derli toplu bir inceleme yaparız sezon öncesi, birkaç taşın daha yerine oturması daha sağlıklı yorumlar yapmamızı sağlayacaktır. Efes Pilsen'i batug.com'a yazarım muhtemelen... Buraya da Banvit falan yazalım... Kepez Belediyesi'nin 10 transfer yapmış olması etkileyici ama bana Chuck Davis, Keith Simmons, Barış Ermiş gibi isimlerle en sağlam hareket eden takım Banvit gibi geliyor bu transfer döneminde. Selçuk Ernak'ın oynattığı basketbolu seven biri değildim, Orhun Ene de güzel gelecektir bu kadroya. Lance Williams, Yunus Çankaya ve Caner Topaloğlu gibi adamlar da kalacaksa ilk üçün hemen arkasına yapışabilecek, maç öncesinde ne yapacağını kestirmesi güç bir takımın iskeleti bu...


"In Heavy Rotation" dizisini de devam ettirmek istiyorum, sağ tarafa da listeden bulabildiğim parçaları ekleyeceğim şekilde görüldüğü üzere... Geçen gün aldığım bir haberi de paylaşayım, belki teraziye tıklayan olur. Jack White taş gibi bir projeyle gelmiş, duymamışız... Ben The Raconteurs olayını da çok beğenmiştim, aslında Meg White'ın içinde bulunmadığı her Jack White projesi fikrine tavım en başından. Burada da The Kills grubundan Alison Mosshart yardımcı oluyor vokallerde ki gayet uyumlu bir ikili oluşturuyorlar Jack ile. The Raconteurs oluşumunda da bulunmuş basçı Jack Lawrence yine karşımıza çıkıyor. Grubun adı The Dead Weather bu arada, başta söylememiz gerekeni sonda söyleyelim yazının genel yapısına da uysun. Jimmy Fallon tam bir hayal kırıklığı ve sadece 'musical guest' bölümüne göz atılacak bir program haline getirdi "Late Night Show" gibi bir efsaneyi. Ancak öyle bir miras söz konusu ki o bölüm bile böyle gruplardan haberdar olmanı sağlayabiliyor en basitinden. Bu bölüme The Roots adamları da meze olursa tadından yenmiyor zaten.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Reklam


Hayalinizdeki yarış bisikleti:
1300 €



Size eşlik edecek GPS özellikli yol bilgisayarı:
360 €



Bisiklet turu sırasında otelde 1 gecelik konaklama:
25 €



Mark Cavendish'inki gibi bir bisiklet tasarımı:
Paha Biçilemez


"Paranın satın alamayacağı şeyler vardır, geri kalan her şey için MasterCard."

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Sarı Mayo


İki sporcuya da kanı kaynayan şahsım, Cem'in yokluğunda meydanı boş bularak bu sevgisini belli etme ihtiyacı hissetmiştir.


Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...