31 Ağustos 2009 Pazartesi

Marsel Gol Gol Gol


Erkek tenisinde hiç görmediğimiz bir başarı... Bilgisayar ekranı karşısında tarifsiz bir heyecan yaşattı, totem yaptırdı. 2006 yılında 38. sıraya kadar çıkmış Belçikalı Christophe Rochus'u 7-5'lik final setiyle geçerek US Open'da ikinci tur oynama hakkı kazandı Marsel İlhan.

İkinci turda rakip Birleşik Devletler'den John Isner olacak. O da bugün Victor Hanescu gibi bir ismi set vermeden geçmeyi başarmış. Bu sezon sakatlığı sebebiyle Roland Garros ve Wimbledon'dan uzak kalmış, fakat bu ay içerisinde Jo-Wilfried Tsonga, Tommy Haas, Tomas Berdych gibi isimleri alt etmeyi de başarmış. 2.06 boyunda olan ve sık sık turun en uzun ismi Ivo Karlovic'le kıyaslanan tenisçi, özellikle geçen seneki Avustralya Açık'ta Karlovic ile takım olunca ismini duyurmuştu. Isner'ın kariyerindeki tek şampiyonluk da çiftler müsabakasında gelmiş zaten... Fakat ABD'de beklentilerin üzerinde yoğunlaştığı genç bir isim ve şu anda kariyerindeki en yüksek nokta olan 55. basamağa da tırmanmış durumda ATP sıralamasında. Kariyeri yükselişte olan bir rakiple yapılacak zorlu bir maç bekliyor Marsel'i. Bol şans diliyoruz...

Irish Açılımı Vol. 3 - No, No, No Offside


Aslında bir günceye dönüştürme eğilimim vardı bu olayı, fakat haftasonu fazla hareketli geçti. Yeni yeni kendime gelebiliyorum, stajı da kafada bitirdim artık. Bu haftasonunun bünyeye etkilerini tecrübe ettikten sonra, "I'm too old for this shit" diyerek "Lethal Weapon" serisindeki Roger Murtaugh'a katılmak istiyorum hiç olmadığı kadar... Bu haftasonunun cuma ve cumartesi bölümü de fazlasıyla sporla iç içe günlerdi aslında. Cumartesi gecesi yine bir Irish buluşması düzenledik, bu sene için bir ilkti fakat katılım da Ramazan ayı olmasına rağmen oldukça tatminkardı. Dayanıklı ev blogu Bu Maç Evde İzlenir ekibi Gürkan-Şaban-Douglas olarak hazır bulundular, Target Striker blogundan Kutay ile de tanışma fırsatı bulduk. Türk basınında Mick Jagger'ı kuruyemişçide yakalayan adam olarak da yankı bulmuş Arda Başkan (ahanda yazı burada), Lakers Türkiye camiasından Şansal "Die-hard United Fan" Kulabaş ve Can "Sevinmek İçin Sevmedik" Bekarslan da ortamı şenlendirdiler. Özellikle Şansal'ın, çoğunluğunu yabancıların oluşturduğu mekanda meydanı boş bulup askerde korkutucu boyutlara ulaşmış küfür dağarcığına başvurması... Yine azılı bir Gooner olan Can'ın, son pozisyonda ön sıradaki yandaşlarından aldığı "Come on, it was offside" tepkisi... Bu kadroyla iki maç daha izlersek girişe fotoğraflarımızı asacaklar muhtemelen.


Başlıktaki replik de benim ağzımdan bir gaflet anında çıkmıştır, ama burayı kısa kesip maç hakkında birkaç kelam etmek istiyorum. Zaten gecenin 20 dakikalık geniş özetini Douglas şurada yazmış, sağolsun. Fotoğrafa gelince... Şansal, Douglas ve benim dışımda mekanda sanıyorum sadece tek bir United destekçisi vardı. Ön sıralarda ise Arsenal taraftarları ve genel anlamda United-Hater olarak adlandırabileceğimiz arkadaşlar vardı. Bu tek United destekçisi arkadaş da Bollywood sinemasından fırlamış gibiydi, biz Apu'ya benzettik. Zaten Old Trafford'da tribünlere yakın çekim yapıldığında multikültürel bir hava eser, her renkten insanı görebilirsiniz orada. Bunda United'ın kulüp politikası olarak en uzaklara en önce giden İngiliz takımı olmasının payı da büyüktür. Bu rastladığımız taraftar da bu politikanın başarısının canlı bir göstergesi olsa gerek. Fakat İngilizce gayet akıcıydı amcamda... Eşi de çekik gözlüydü, milliyeti konusunda çıkarım yapacak kadar verimiz yok. Doug mekana ilk girdiğinde kendisinden gelen kesif kokudan şikayetçiydi, ben 'ırkçılığın lüzumu yok' dedim önce. Fakat öyle böyle bir koku değildi hakikaten, yine de çok sevdik, salt onu eğlendirmek için cep telefonlarımızdan "Glory Glory Man United" çaldık gollerin sonrasında. Güzel amcaydı, 'stalker' moduna alıp Nevizade'de takip etmeseydi bizi daha güzel olacaktı tabi.

Blog okuyucularından da kimse gelmedi arkadaş, bira ısmarlayacaktık güya. Biz de Can'a ısmarladık böyle olunca, blogu takip ettiğini sanmıyorum.


Maça gelecek olursak, Arsene Wenger'i tebrik etmek gerekiyordu her şeyden önce. Taktiksel açıdan gerçekten dahiyane bir diziliş vardı sahada, en azından güzel bir Old Trafford formasyonuydu. Cesc Fabregas'ın yokluğundan da yardım almıştır muhtemelen. Cesc'in sakatlık haberini aldığım gibi üzüldüm açıkçası. Bize karşı oynadığı maçlarda hep büyük beklentilerin odağı olur fakat her maçta da kaçak güreşirdi zira. Onun yokluğunda Denilson-Song-Diaby gibi çok sağlam bir orta saha kurgusunun yanında, bir de önde sağ ilerideki tercihini Emmanuel Eboue olarak kullanmıştı Wenger. Soldan gelen, fakat oyun içinde fazlasıyla serbestliğe sahip Andrei Arshavin dışında beşli orta sahada herkes savunmada bir görevle yüklenmişti menajer tarafından. Örneğin Eboue, ekrana gelen taktiksel dizilişte 4-3-2-1 dizilişindeki ikiliden biri olarak gözüküyor olsa da birçok kez Ryan Giggs'in peşinde gördük kendisini. Durum böyle olunca, Wayne Rooney'nin geçen sezon ısrarla oynamak istediği, bu sezon nihayet kavuştuktan sonra da gollerini ardı ardına sıraladığı pozisyondan da tek forvet tercihiyle koparıldığı bir maçta atakları sonlandıracak kadar ileri gidemedik.


United cephesinde Rooney bu sefer pivotal bir göreve soyunmuştu, fakat Carrick-Fletcher ikilisi önlerindeki üç kişiden oluşan enerjik orta saha setini aşamadıkça kanatlara yığılan oyun bir Cristiano Ronaldo'nun varlığına muhtaçtı. Nani-Valencia ikilisi zaman zaman burayı zorluyordu, fakat Vermaelen-Gallas ikilisi arasında kaybolan Rooney bir türlü topla buluşamıyordu. Yani Wenger, Ronaldo-Tevez ikilisini kaybeden United'da hayatın devam etmesini sağlayan can damarının orta saha ile etkileşimini koparmıştı. Giggs'in üzerinde de bir baskı oluşturup Galli oyuncuyu yıprattıkça, gol Red Devils için uzak bir ihtimal haline geldi ilk yarıda. İkinci yarıda da herhangi bir değişiklik yoktu. 60. dakikaya United geride girmiş olsa, muhtemelen Dimitar Berbatov kartını erken kullanacaktı Fergie. Bu kart kullanılmadan Arsenal'ın diri savunma hatlarını geçme durumu tek bir şekilde hayat bulabilirdi zaten. O da gerçekleşti. Kariyerinin muhtemelen en güzel golünü Arsenal'a atan ve Gunners'a karşı geçmişte çok özel performansları olan büyük usta Giggs öyle bir derin top attı ki... Savunmayı çaresiz bırakan bu topa koşu yapan Rooney, kontrolsüz çıkan Manuel Almunia'ya ayağını takınca pozisyona penaltı çalmayacak bir hakem bulmak çok kolay değildi.


Mike Dean çok eleştiri aldı, ancak skora bir etkisi yoktu hakemin bu maçta. Tabi şu cümleyi kurabilmemde şansının da büyük yardımı oldu. Darren Fletcher'ın, lacivert tozluk giyen 10 numaralı oyuncuya yaptığı hareket net bir penaltı. Hatta kitaptaki tanımlarından biri... Fletcher'a pozisyon sorulduğunda, o da "Bir parça toptan aldım, bir parça da adamdan" gibi bir karşılık vermiş ki profesyonel bir oyuncu ancak bu şekilde itiraf edebilir penaltıyı. Maç öncesi Doug "Giggs Arsenal sever" dediğinde, buna katılmakla beraber bir başka ismi ön plana çıkarmış ve "Fletcher da sever" demiştim. Fletcher'ın bir United oyuncusu olarak kabul görmesi, Patrick Vieira'ya karşı ortaya koyduğu müthiş performansa denk gelir. Bu maçta da, hafta arasında Ada basınında "Yeni Vieira" olarak lanse edilen Abou Diaby önünde benzer bir performans sergilemesi de ilginç bir tesadüf. Maç sonunda Wenger hakemden şikayet ederken, "Bugün sahada yirmiden fazla faul yapmış, fakat sarı kartla cezalandırılmamış bir oyuncu var" şeklinde bir cümle sarf etti. Burada kastettiği ismin 24 numaralı İskoç olduğu çok açıktı. Fakat Fletcher'ın oyun yapısını ifade etmeye çalışırken, her ne kadar terminolojide nasıl yer edindiğinden emin olamasam da 'tatlı sert' ifadesini kullanmak geliyor içimden. Rakibi yıldırabilen, ancak bunu yaparken faulden ve karttan kaçınabilen oyunculardan Fletcher. Ve emin olun ki, böyle çok fazla isim yok ve değer yaratan bir özellik söz konusu olan. Dean'in tarafsızlığını sorgulayanlar vardır belki aranızda, fakat geçen sezon boyunca en fazla kart gösteren İngiliz hakemi bile ikna edebiliyor Fletcher. (Bu maçta da altısı deplasman takımına olmak üzere 9 sarı kart çıkardı Dean.)


Diaby'nin şanssız bir şekilde kendi kalesine attığı gole deliler gibi sevindik. Ama bu gol Sir Alex Ferguson'ın forveti ikileme hamlesini rafa kaldırmasına sebep oldu ve United kendi sahasında mahkum bir oyunla tamamladı maçı. Çok yakışmadı tabi... Ferguson her transfer söylentisini özenle yalanlayarak, takımın kadrosunun yeterli olduğunu söylese de Wes Brown ve Ben Foster gibi adamlar ilk onbirde çıktı bu maçta. Rio Ferdinand ve Edwin van der Sar ne yazık ki, artık sağlıklı olarak 30 maç oynayacaklarına inanamadığımız oyuncular. Sakatlık haberleri gelmeden de bunu görebiliyorduk kolaylıkla. Orta sahada da, rakibin Carrick-Fletcher hattını kapatması sonrası kanatlara yüklenen oyunda Nani-Valencia ikilisinin etkinlik göstermekten uzak olduğunu gördük bu ilk ciddi sınavda. Nani'nin sezonun geri kalanındaki oyunundan memnun arkadaşlar var. Wigan Athletic maçında kaliteli bir asist yaptı, güzel bir frikik golü kaydetti. Bu maçta ayağının dışıyla Berbatov'a gönderdiği top enfesti. Fakat durum berabereyken veya takım gerideyken yapamıyor Nani bunları. Takım Ronaldo'dan alışık olduğu üzere topu bir adama teslim etmek zorunda hissettiği anlarda, Nani ekseriyetle olumsuz kullanıyor o topu. Ancak rakip açıldığında ve savunmada boşluklar oluştuğunda attığı kontra toplarla etkili olabiliyor. Bize bundan fazlası gerek şüphesiz.


Dean'in en az tartışılan kararı iptal ettiği Robin van Persie golüydü muhtemelen. Fakat sonrasında Wenger'e yaptıkları gerçekten hoş değildi. Karara değil kadere itiraz ettiği çok açık olan Wenger'in böyle bir muameleyi hak etmediği gibi, saygın bir menajer olarak o tip bir muameleyi kolay kolay hak edemeyeceği de açıktı. O yüzden herkes gibi, James Joyce Pub'da oluşturduğumuz Stretford End tribünü olarak biz de Wenger'i ayakta alkışladık. Helal olsun. Yalnız böyle bir taktikle sahaya çıktığın maçın sonrasında, rakibin oynadığı oyuna "Anti-Football" diyerek çamur atma çabaları komik duruyor. Bir kez daha düşünsek mi?


Kitap Notu: James Joyce dedik durduk, şu sıralar Timaş Yayınları'ndan Asude Savan çevirisiyle çıkan "Büyük Yazarın Gizli Evreni" adlı kitabı dolaştırıyorum elimin altında. Staj sırasında hiçbir şey yapmamakla meşgul olduğumuz toplantı odasında, Silivri otobüslerinde, metrobüste falan... Joyce ile uzun süreli bir dostluk kurmuş bir başka İrlanda kaçkını Arthur Power'ın kaleminden Joyce'un o gizli evrenine bakış atıyoruz anılar vasıtasıyla. Özellikle Joyce'un, hayatında ve yazınında önemli yer tutan yalnızlık imgesiyle ilişkisini kavramama çok yardımcı oldu kitap şu ana dek. Tavsiye ettim, oldu.

28 Ağustos 2009 Cuma

Yine Taklaya Geldik


Klasik bir kura çekimi olarak başlamıştı, tüm eski talihsiz yaşanmışlıklara rağmen ilk iki takım çekildikten sonra hala Sevilla ve Rangers'ın bulunduğu G grubunu hayal edebiliyordum. Sırasıyla H ve B grupları da kabul edilebilir takımlardan oluşmaktaydı. Tabi iyi bir United taraftarı olarak İnönü'de o kırmızı formayı görmenin nasıl bir his olacağını da hep merak etmiştim. Kurayı resmi sitedeki fasiliteden takip ediyordum. Ses yok, görüntü zaten yok... Gözüm ister istemez sol üstteki B grubuna kayıyordu sürekli. Ve oldu... CSKA Moskva kesinlikle küçümsediğim bir takım değil, hiç olmasa Milos Krasic gibi bir adama sahipler. O da bir Sporting maçında göze giren Cristiano Ronaldo'nun hikayesine benzer şekilde United forması giyer umarım önümüzdeki dönemlerde... Tamam CSKA, Beşiktaş'ın şu dönemde sahaya koyduğu futbolu da düşününce hiç de öyle hesap dışı bırakılacak bir takım değil de daha önce AC Milan, Leeds United ve Barcelona'dan oluşan bir grup çekebildik bu organizasyonda. Yine UEFA Kupası'nda ilk torbada olmanın sevincini yaşarken, son torbadan tokat gibi bir Tottenham Hotspur geldi. Hem de iç sahada oynadık kendileriyle...


Rüyadan bir noktada uyanmamız gerekiyordu, Beşiktaş geleneklerine sırt çeviremezdi... Tam bunları düşünürken, bu kurada da "Bundesliga şampiyonunu son torbadan çekebilmiş takım" gibi yeni bir unvan kazandı Beşiktaş Avrupa arenasında. United bu nispeten kolay grupta işini erken garantileyip de İstanbul'a o rahatlıkla gelebilir mi diye sorduk bir an kendimize. (Kieran Richardson'ın altıpasta kaçırdığı gol ve Tuncay Şanlı'nın hat-trick performansıyla hatırladığımız bir İstanbul ziyareti de vardı çünkü Red Devils'ın bu şekilde.) Sormaz olaydık... Nihat Kahveci form bulamamışken, savunma hattımız hala uzun süreceğe benzeyen bir birbirini tanıma süreci geçirmekteyken 15 Eylül tarihinde ağırlayacağımızı öğrendik United'ı. "Tamam rüyadan uyandık, vurmayın öldük" dedik bunun üzerine de...


Yine de ben bu grupta bir şans yaratılabileceğini düşünmekteyim. Fakat bu şansı yaratmak için bugünkü oyun karakteri yeterli olmayacaktır. Kadro yapısında da Matias Delgado'nun da sakatlığıyla, o yaratıcılık katkısını bekleyebileceğimiz tek isim Rodrigo Tello durumunda... Fink-Ernst ikilisi çok üst düzey olmasa da orta sahayı tutabilen bir partnerlik oluşturuyorlar. Çok beklenmedik deplasman puanları getirebilir bu karakteristik takımımıza, fakat öte yandan içeride de maç kazanmak oldukça zor olacaktır bugünkü tempoda... Ben açıkçası çok umutlu değilim, fakat kurayı temel olarak değerlendirecek olursak önümüzde baş edilemeyecek bir ikili olmaması gruptan çıkma umutlarımızı canlı tutmamız açısından hoş bir tablo. Dördüncü torbadan gelen Wolfsburg, yeni format sonrası daha kolay olmasını beklediğimiz üçüncülüğü de zora sokmuş durumda şüphesiz. Fakat ben Barcelona-Inter-Rubin grubunda şimdiden Rubin'le üçüncülük mücadelesi moduna girmiş Dynamo Kyiv'in yerinde olmadığımız için seviniyorum açıkçası. O heyecanı en azından birkaç maç için de olsa yaşayacak olmak güzel bir tecrübedir. İnönü Stadı zemininde kırmızı forma-beyaz şort-siyah tozluk üçlüsünü görmek de bu tecrübenin bir parçası olacaksa, benim itirazım yok. Sezonun ilk maçlarını izledikten sonra, cüzdandaki 600 lira değerindeki yeni açık kombinesine bakıp kara kara düşünüyordum. Bu Manchester United karşılaşmasının benim gözümdeki değeri 300-400 papel arasıdır. O yüzden oradaki vicdan azabı tehlikesini de savuşturmuşa benziyoruz şimdilik. Christmas yaklaştıkça form tutmasıyla bilinen bir takımla sezon başında oynamak da bir güzellik addedilebilir bardağın dolu tarafına bakmak istenirse. Gerçi Old Trafford'da kötü şeyler izleyebiliriz, ama Liverpool'dan 8 gol yemekten daha kötüsü de olamaz benim açımdan heralde. Zaten United 7 atar, 9 atar ama...


Bazı içimizdeki İrlandalılar da şimdiden kombinelerimize sulanmaya başladı, Yeni Açık'ta Stretford End oluşturma hayalleri güdüyorlar sanırım. Ama olmaz o iş. Benim için de önce Beşiktaş gelir. Keşke son maç olsaydı da, garantilemiş United Darron Gibson, Zoran Tosic, Rafael da Silva ve diğer çocuklarla çıksaydı sahaya hatta... Bu da RedCafe forumlarından günün incisi:

"Didn't we sell Kleberson to Besiktas? I'm sure they will be wanting revenge for that."

Anderson'u da satarsanız bırakırım United'ı. Hatta Man Citeh'yi desteklemeye başlarım. Açık ve net... Ama Kleberson candır.

Bunu da nasıl bir gaflet anında yazdınız? Yuh!

"Anderson-son-son,
He's better than Kleberson,
Anderson-son-son,

He's our midfield magician...


To the left, to the right,

To the samba beat all the night,
He is class with a brass,

And he shits on Fabregas!"

Whit Stillman'ın Gözünden Barcelona


Sinema tarihi, eleştirmenlerin ve büyük sinemacıların gazıyla bazı filmlerin değerinden fazla abartıldığı, bazı filmlerin de hak ettiğinin çok azı övgüye boğulduğu garip bir evren. Bu haliyle hepimizin bir yer işgal ettiği NBA dünyasına fazlasıyla benziyor ve yine NBA jargonuna hakim olanların diline pelesenk olmuş ''overrated'', ''underrated'' terimlerini sıkça kullanmamıza vesile oluyor. Ben de buna karşı olarak, kendime yarattığım bilgisayar artı 37 ekran televizyondan oluşan çılgın sinema ortamında geri planda kalmış bazı yönetmenleri keşfediyor, keşfettikçe coşuyor, coştukça paylaşmak istiyorum. Geçenlerde Whit Stillman konuk oldu mekanıma, "Barcelona" isimli filmiyle. Ve karşılıklı olarak memnunuz bu tanışmadan.

Barcelona'nın bir sanat aktivitesi için ne kadar elverişli olduğu, ne kadar ilham verici olduğu tartışılmaz. Sinema için konuşursak Ricardo De Banos'un 1908 yapımı "Barcelona en Tranvia"sından, 2008 yapımı Woody Allen filmi "Vicky Cristina Barcelona"ya kadar birçok sinemacı kentin büyüsünden yararlanmış; ama iyi, ama kötü. İşte bunlar içerisinde Whit Stillman'ın 94 yapımı fena halde bağımsız işi "Barcelona"yı ayrı bir yere koymak gerekiyor, zannımca. Stillman kendi finanse ettiği "Metropolitan"ın başarısı ve Oscar adaylığı sonrası daha fazla parayla ve daha fazla güvenle eski bir senaryosunu tozlu raflardan çıkarmış ve ''Bunu yapıyoruz beyler'' diyerek "Barcelona"yı çekmeye odaklanmış. Bu son hikayeyi kendim uydurdum ama sağlam oldu sanki. Stillman okusa o da inanacak buna.

Filmin hikayesi çok basit. Soğuk Savaş'ın son zamanlarında politik ve kültürel anlamda fokur fokur kaynayan Barcelona mekanımız, filmin adından belli olduğu üzere. Bir pazarlama şirketinde iyi maaşla çalışan Fred Boynton'ın yanına günlerden birinde pek de sevmediği deniz subayı kuzeni Ted Boynton taşınıyor. Fred, dans müziği eşliğinde İncil okuyacak kadar arıza ama sevimli bir adam. Pek çok açıdan onun zıttı olan Ted ise yakın zamanda gideceğini söylüyor ama o zaman bir türlü yakınlaşmıyor, kaldıkça kalıyor. Hikaye çok tanıdık, böyle onlarca iş görmüşsünüzdür muhtemelen. Zaten Whit Stillman da hikaye üzerine kurmuyor filmini, bambaşka dertleri var onun ve bunları kah diyaloglarla, kah ilginç durumlarla bizim önümüze sürmeye çalışıyor, başarıyor da büyük oranda. Spoiler vermek istemiyorum, zaten filmlerin öykülerini anlatmaktan nefret ederim o yüzden direkt alt paragrafa atlıyorum.


Geçenlerde Pedro Almodovar'ın derleme öykülerinden ve yazılarından oluşan ''Patty Diphusa Hikayeleri'' kitabı geçti elime. Önsözde filmin de geçtiği 80'ler İspanya'sını anlatıyor Almodovar ve uyuşturucunun, seksin ve apolitizmin hüküm sürdüğü 80'ler Madrid'inin birçok açıdan Andy Warhol'un "Factory"sine benzediğini öne sürüyor; aynı bataklık, aynı rahatlık. Almodovar'ın bahsettiği 80'ler Madrid'ini tüm İspanya'ya uyarlayıp kadın karakterlerin halet-i ruhiyesine bu pencereden baktığınızda, rahatlıklarının sekse bakış açılarının kaynağı anlaşılıyor.

Evet, Soğuk Savaş dedik. Film iki farklı dünyayı göz önüne seriyor. Dans, eğlence ve uyuşturucudan mütevellit partiler ve aynı anda, aynı dönemde sokakta yapılan politik mücadeler, NATO karşıtı eylemler, Anti-Amerikancı hareketler. Mesela bir sahnede Fred ve kız arkadaşı o gece gidilecek partileri konuşurken karşı tarafta eylemciler araba yakıp slogan atıyorlar, inanılmaz hakikaten de. Dönem paranoya dönemi, herkes birbirinden politik anlamda nefret ediyor, iftiralar, tartışmalar gırla gidiyor. Ama beri yanda zevk peşinde başkaları var ve birbirlerini tamamlıyorlar. Yaşamak için her anlamda heyecan verici bir kent ve dönem, 80'ler Barcelona'sı.

İlişkiler, diskolar, iş dünyası, ailevi bağlar ve hepsinden önemlisi Barcelona üzerine yapılmış bu benzersiz, muhteşem film hakkında hiçbir yerde iki kelam edilmemesi büyük eksiklik. Stillman'ın 20 senede 3 film yapmış olmasına şaşmamak gerek. Böylesine ince, böylesine diyalog ağırlıklı filmler yapıp da Amerikan sinemasında gündemde kalabilen bir Jim Jarmusch, bir de Richard Linklater var sanıyorum ki Linklater bile eleştirmenlerce büyük övgü alan "Me and Orson Welles" filmini 1 senedir daha gösterime sokmayı başaramadı. "Bağımsız Ruhlar", doksanlardaki kadar moda değil galiba.


Bilmiyorum, bilemiyorum Altan. Karmaşık problemler bunlar, oturup ben çözemem herhalde. Ama bildiğim tek şey, her anlamda ''underrated'' olan Whit Stillman'ın sinemayı çözmüş olduğu. Başka filmlerini izlemek üzere ışınlanıyorum ortamdan, "Barcelona"yı izlemiş, izleyecek, izlemeyi düşünen herkesten de yorum bekliyorum elbette. Beğenmemek yasak ama!

26 Ağustos 2009 Çarşamba

No Baggage


"Farklı bir olayı olan kadın vokaller" sıralamasında ilk üçe giren Dolores O'Riordan, "No Baggage" adında bir albüm çıkardı. (İlk üçteki diğer ablalar -sıra gözetmeksizin- Laura Pausini ve Amy Lee'dir bu arada.) Atölye stajında bol bol dinledikten sonra bir yorum yaparım artık. 'Tolstoy long' bir blog yazısı da düşünmüyor değilim.

Ciao ciao ciao. (Bu arada ben İtalya'ya gittim. Onu da bilin istedim.)

Dipnot: "Yeaaa eski The Cranberries havası kalmadı hiç yeaaa :((" benzeri bir şeyler yazarsam beni sol bacağımdan vurun. Profilimde adres bilgilerim mevcut.

25 Ağustos 2009 Salı

Şefin Tavsiyesi: En Mand Kommer Hjem


Filmekimi 2008 programının muhtemelen en iyisiydi... CNBC-e veriyormuş bu gece, izleyin.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Irish Açılımı Vol. 2 - Where Is Wigan?




"Cricket makes no sense to me. I find it beautiful to watch and I like that they break for tea. That is very cool, but I don't understand. My friends from The Clash tried to explain it years and years ago, but I didn't understand what they were talking about."

Bu aralar izlemediğim birkaç filmini de tamamlamak için ekstra çaba gösterdiğim Jim Jarmusch'ın bu sözlerine rastladım bir yerde tesadüfen. Dün bir önceki yazıda da belirttiğim gibi James Joyce Pub'a sezonun ilk ziyaretini yaptık. Gerçi orada yazdığım gibi bir "yollara düşme" durumu yoktu, zira Nevizade civarlarındaydım maç saatinde. Ama uzun yollar aşılmasa da, Türkiye'de insani bir anlatımla Premier League maçı izlemenin belli bir bedeli var. The Irish Centre sanırım eskiden daha pahalı bir yerdi, çünkü buraya giden arkadaşların sızlandığını hatırlarım yüksek fiyatlardan. Ama şu anda ellilik Efes'i gayet de 5 kağıda içebiliyorsun, o da Taksim standartlarında averaj bir rakamdır. Bedel maddi bir bedel değil demek istediğim. Bir anda Avustralya ile yapılan kriket maçı nedeniyle patriotist bir hava esebiliyor mekanda... Futbol maçı açmak zorunda olduğunu belirten işletmeciye gider yapılabiliyor alkol etkisiyle. "Come on Hodja, biz de futbolseveriz ama bu milli maç" şeklinde feveran edenler de oluyor. Neyse ki uzlaşmacı kimliğimle o noktada devreye girip üst kat seçeneğini masaya koydum. Uydu kaynaklı bir problem oluyormuş sanırım... Kriket yayınlayan kanalla futbol yayınlayan kanal bir arada gitmiyor muymuş, neymiş.


Bu teknik sıkıntı yüzünden barmenlerden birinin aklına SporMax gelene kadar, 35 dakika boyunca bir yandan sandviç yerken diğer yandan da kriket seyrettim. Bunu da yaptım yani, listemde hemen üstünü karaladım eve gelince. Akıl alır şey değil... Bir de skorlar da ilginç. "Tamam işte kazanmışsınız, farka bak hayvan gibi" falan dedim, amcanın teki bana oyun kurallarını anlatmaya başladı bir anda... O sırada içlerinden en alkollüsü lafa girip, biz anlıyoruz da mı seyrediyoruz gibisinden birkaç kelamda bulundu. İlginç ama gerçekten de maç boyunca neye nasıl tepki vermesi gerektiğini yanındaki hatunun asistleriyle çözebildi... Bir de maçı kaybetmişler onca yaygaranın üzerine. Üzüldüm diyemem.


İkinci birayı söyleyip üst kata geçtiğimde bir de İngiliz aksanı kaynaklı problem yaşadık, İrlanda barının olmazsa olmazıdır zaten. Latince'de 'sine qua non' dedikleri gibi... (Sevgili okur, burada anla ki bir İngiliz ile iletişememenin ezikliğini telafi etmeye çalışıyorum.) Adama Wayne Rooney ile birlikte kimin başladığını sormak istedim, "Owen or Berbatov?" diye bitirdim öncesindeki soru cümlesini. İngilizce'yi esasen bir Alman'dan öğrenmiş olsam da telaffuzum fena değildir, Turgut Özal gibi konuşmam yani... Tabi İngiliz aksanı olayına girişerek şebek olmak da istemediğimden bildiğim gibi konuştum. Ama adam oradaki özel isme takıldı ve "Owen or what?" diye üsteledi. Birkaç denemeden sonra komşu blogger Douglas McGiven'ı aramaya karar verdim. Derken, neyse ki kamera o sırada barajda yer alan Dimitar Berbatov'a döndü ve parmakla göstermek suretiyle derdimi anlatabildim. Soruma cevabımı zaten almıştım... Meğer adam çok da aman aman bir futbol takipçisi olmayan, şehrinin takımı olan Plymouth'u tutan ve dolayısıyla Berbatov'u nasıl telaffuz edersem edeyim tanımayacak bir adammış. Hatta sonrasında çok net bir Niall Quinn posterine bakıp Robbie Keane olarak algılaması var ki, değinmek bile istemiyorum. Posterdeki fotoğrafı aşağıya da koyuyorum. Yuh!


Bizim Genç Subaylar'ı ikna edemedik maç için. Zaten bir kısmı şehir dışındaydı, biri ayağını kırmıştı falan. Yalnız izleme ihtimalini bile göze almış olduğumdan, bu aksiyondan şikayetçi olamayacağım... Sonrasında 2 yıl boyunca Londra'da yaşamış bir amca geldi, yabancı nüfusun çoğunlukta olduğu bir yerde iki Türk'ün birbirlerini bulunca yaptıkları şeyi yapıp kendi dilimizde yabancıları çekiştirdik. O, Londra'da bulunduğu süre içerisinde etrafındakilerin ona sürekli kriket kurallarını anlattığını ama hala tek bir şeyi bile anlamadığını söyledi. Ve tüm bu tutkuya rağmen sürekli yenildiklerini... Ben de "Yok, Avustralya'yı yeniyorlardı bak" dedim sınırlı bilgimi kullanmak için, adamlar oradan o maçı da verebilmiş. Nereden? Oradan...


Sonra eleman Chelsea taraftarı çıkınca biraz daha mesafe koydum araya, ama devam etti muhabbet. Alt katta olay yaratan herife, üst katta ciddi ciddi "Where is Wigan?" diye bize soran danaya nispet yaparcasına birer İngiliz soylusu gibi birbirimizin takımlarına methiyeler düzdük. Ben "Chelsea bu sene alır götürür, geçen sezon Luiz Felipe Scolari gibi bir talihsizlik olmasa yine bırakmazlardı da ucuz kurtulduk" derken, o da "Sir Alex Ferguson takımları hep böyle başlar, sonra Christmas gelince bir bakarsın 10 maçlık seri yakalamışlar" dedi. O an, benzer şeyleri söyleyen bir arkadaşımı hatırladım... Haksızlık etmişim kendisine.


Maçtan bahsetmek de isterdim ama bize ayrılan sürenin... Basına baktığımda maçın "Michael Owen'ın Yeniden Doğuşu" olarak lanse edilmesine ramak kaldığını gördüm. Güzel bir tek vuruşla, çok az sayıda forvetin atabileceği bir gole imza attı 7 numara. Etrafımdaki United sevmeyen 3 kişilik kalabalık tarafından da homurtu yerine alkışla ödüllendirildi bir gol ilk kez. Chelsea insanı "And it's free" diye ekledi, Plymouth insanı onu da anlamış gözükmedi. Hala Wigan'ın haritadaki yerini çıkarmaya çalışıyordu. Derken biz maçın rahatlığıyla Fulham-Chelsea maçını konuşmaya daldık. "Zor deplasman" dedim, iki metro istasyonu uzaklığındaymış Chelsea bölgesine Craven Cottage. "Yok yani, elindeki bütçeye oranla en iyi kadro kuran takım bence Fulham bu ligde" dedim, onay gördü bu tezim. Bu muhabbet daha önce de gerçekleşmiş olabilir, gollerin dakikalarına baktım da şimdi... Sonuç olarak Nani'nin golünü göremeden çıktım ben. Güzel de golmüş galiba, ama pek üzülmedim.


Tatsız başlayan Irish sezonunun hem muhabbet, hem de futbol açısından bereketli bitmesine sevinmiş biçimde çıktım mekandan. Uzaklara baktım, "Bu sene burada yine çok eğleneceğiz" dedim. Geçen sezon 3 maç izlemiştik toplu olarak, ama o az sayıda buluşmada unutulmayacak replikler kazınmıştı hafızalara. Yetmedi, bir blogun kulağına ismini üfledik burada... Yarı finaldeki Arsenal-United maçında Gunners erken kopunca oyundan, Bu Maç Evde İzlenir çıktı ortaya. Gürkan, Douglas, Gani, Oğuz, İsmail, Doğan tayfası olarak İrlanda çıkarması yaptık, yeşil sermayeye milyonlar döktük geçen sezon. Bu satırları okuyan herkese de bir bira sözümüz olur, gelip de ortamımızı şenlendirmeye niyet ederse... 18 yaş problem olabiliyor, oldu da yalnız. Onu da eklemeden geçmeyeyim. Hatta öyle de bitireyim. Çok uzun olmuş...

23 Ağustos 2009 Pazar

"Futbolculuk Nankör Meslek"


Bildiğiniz üzere Felipe Massa'nın talihsiz kazası üzerine Michael Schumacher'in onun koltuğunu devralacağı söylenmişti. Sonrasında daha önce yine pistte yaşadığı bir boyun sakatlığını mazeret olarak gösterdi ve vazgeçti Schumi bu kararından. Eski günlerinde nadiren rastladığımız bir geri vitesti bu açıklama... Üzerine de piyasada Ferrari koltuğu için birbirini yiyecek eli yüzü düzgün onca pilot varken bir sadakat gösterildi ve yıllardır takımın test pilotluğunu yapan veteran Luca Badoer'e dönüldü. Serhan Acar'ı kaynak göstererek söylüyorum ki kendisi Dünya'nın çevresini 3 kez dolaşmış F1 aracıyla. Kaç futbol sahası büyüklüğünde alanı katettiğindense bahsetmedi takip edebildiğim kadarıyla.

Ben böyle bir vefa örneğine sıcak bakan kesimdeyim, ama bunu abartıp sezon sonuna kadar götürmek hem Badoer için, hem de Ferrari markası için yıpratıcı olacaktır. Belki, Valencia'nın aksine daha önce defalarca yarıştığı Spa-Francorchamps pistinde bir şans daha verilebilir bu Ferrari emekçisine. Bugün kötü yarıştı ve en basitinden bir Ferrari aracının pit alanında arkasından gelen bir araca yol vermesi gibi bir kareyi miras bıraktı bize... Çok hoş değil. Yine de kararı makul bulduğumu söyledikten sonra, bu seçim üzerinden Stefano Domenicali'ye sallamam pek mümkün görünmüyor. Ama ona karşı çok iyi hisler beslemiyoruz binlerce Tifosi olarak, ayağını denk alsın.


En geç Belçika sonrası da Marc Gene geçsin direksiyona en azından. Güldük, bitti. Tadında bırakalım... Diğer pilotlar da meslektaşları ağır eleştiriler alınca birer sevgi kelebeğine dönüşmüşler bir anda. Tabi korumak istemeleri kadar doğal bir şey yok Badoer'i. Fakat Lewis Hamilton gibi "Bence iyi iş yaptı, o kadar aradan sonra duvara çarpmayıp aracı pistte tutması bile takdir edilmesi gereken bir başarı" derseniz, bu da komik bir açıklama olur. Badoer'i esas kırabilecek açıklama da budur, iyi niyet taşısa da arkasında... Sonuçta bu adam yıllarca Ferrari'nin test pilotluğunu yapmış adam, sokaktan çevrilmiş herhangi bir adam değil. Ne kadar uzun süre yarışmamış da olsa, beklenen aracı sağ salim pistte tutması değil. Onu yıllarca yaptı ve iyi düzeyde yaptığı için sürekli oldu zaten... Onun kadar yetenekli olmasa da takım arkadaşı Heikki Kovalainen pilotlar arasında Badoer'in sıralama performansına en makul yaklaşan olmuş bence...

"I don't know what else you could have expected. Sometimes the tyres warm up, or they overheat or they don't warm up, and it's much more complicated than a few years ago where they brought out tyres that worked straightaway in different conditions. I think that knocks the driver's confidence very easily - if the tyres are not working 100 per cent you can't push if you don't feel you have the grip."

Jarno Trulli de güzel konuşmuş:

"We are in the business and we all know how hard it is. People from the outside would probably expect more, but it is impossible honestly. I think he has to enjoy what he is doing and try to do his best step-by-step, because miracles do not happen like this. If miracles happen then we should save them for much more important things."

Dalyalama

Dün Wigan Athletic maçını izlemek için The Irish Centre yollarına düştük. Ayrıntıları yeni bir yazı dizisi kapsamında buraya taşımayı düşünüyorum. Fakat Wayne Rooney için bir saygı duruşunda bulunmam lazım öncesinde. Sevgili Doğuş Memigüven'in deyimiyle Rooney kendisinin yüzüncü, takımınınsa birinci golüne imza attı maçın 55. dakikasında... Onu birçokları gibi ben de David Seaman'a Everton formasıyla attığı o golle tanımıştım. Sonra United'a transfer olduğunda ümitlenmek için çok fazla sebebim vardı. Bugüne kadar da dönemsel form düşüklükleri dışında beklentilerimin altına inmedi hiçbir zaman. Sahada oynanan oyunun her zaman bir parçası olan, onu yaşayan ve kaybetmeye tahammülü olmayan bir savaşçı olarak beni kolay kolay kaybedeceğe de benzemiyor Rooney. Guardian, United formasıyla attığı 100 golden en özel 10 tanesini seçmiş. İyi de bir seçim yapmış genel olarak, dokunmadan buraya koyuyorum fotoğraflarıyla... YouTube sansürü nedeniyle video koyup sizi de uğraştırmak istemedim. Buradaki bilgilerle küçük bir aramayla gollerin videolarına ulaşmanız da mümkün olacaktır.

Teşekkürler Rooney! Ve hatta bir Irish sakininin pek de sakin bir şekilde dillendirmediği o kelimeler: COME ON ROONEY!


#10 vs AC Milan - 24 Nisan 2007

10 numaraya layık görülen gol çok güzel bir gol kuşkusuz, ancak United taraftarlarının en çok hatırlamak istediği eşleşmelerden biri değil Milan eşleşmesi. Old Trafford'da Milan 1-0 öne geçiyor, ancak Ryan Giggs'in 40 metrelik dribblingi üzerine verdiği şahane derin topu hiç bekletmeden yakın direk tarafından ağlarla buluşturuyor Rooney. Kariyerindeki en güzel tek vuruşlardan biri kesinlikle... Manchester'da gelen 3-2'lik galibiyet rövanşta, yağmurlu bir günde yenen 3 gol sonrası pek bir anlam ifade etmiyor yine de. Benim nazarımda yeni yüzyıldaki en kuvvetli United kadrosu olan o kadroya yakışmayan bir veda...

Photo: Tom JENKINS


#9 vs Newcastle United - 12 Mart 2006

Listenin 1 numarasındaki gol gibi bu da bir Newcastle karşılaşmasından. Rooney, Magpies'ın küme düşmesine en çok üzülenlerden biri olsa gerek. Peter Ramage'ın hatalı geri pasında araya giren Rooney, yarı yolda yakalanan Shay Given üzerinden aşırtma bir vuruşla ağları görüyor. Newcastle da ne adamları ilk onbirde oynatmış hakikaten.

Photo: John PETERS


#8 vs Watford - 31 Ocak 2007

Watford karşısında galibiyet de garanti altına alınmışken, bu rahatlık Wayne'in en güçlü vuruşlarından birine zemin hazırlıyor. Alan Smith topun üzerinden atladıktan sonra önüne alıyor topu. Karşısındaki oyuncuyu -adı nedir kim bilir- geçtiği hareket çok klas, vuruş da mutlaka izlenmesi gerekenlerden. Kaleci Richard Lee de sadece poz veriyor.

Photo: Martin RICKETT


#7 vs Reading - 19 Ocak 2008

Ligin ilk haftalarında -belki de ilk haftasında- Reading karşısında golsüz bir beraberlikle gelen puan kaybından sonra Alex Ferguson'ın takımı Christmas ile birlikte her zamanki üstün formuna dönüyor. Ancak son yıllarda bir Manchester United ritüeli olan bu grafiğe nokta koymaya en çok yaklaşan takım yine Steve Coppell'in takımı oluyor 2007-08 sezonunda. Neyse ki Rooney bir kez daha sahneye çıkıyor ve Marcus Hahnemann'ı avlayarak United'ın şampiyonluğunda bir dönüm noktası yaratıyor.

Photo: John PETERS


#6 vs Middlesbrough - 29 Ocak 2005

Rooney'nin kariyerindeki en güzel günlerden biriydi belki de 29 Ocak 2005. O sezon Kanaltürk veriyordu sanırım FA Cup'ı. Bu maç da izleyebildiğim için kendimi şanslı addettiğim maçlardan. İlk golünde savunmanın bıraktığı boşluğa kateden Rooney'nin bu çabası Gary Neville'dan gelen güzel bir pasla ödüllendiriliyor. Mark Schwarzer'ın çıkış tercihi tartışılır, ancak Rooney'nin aşırtmasının kusursuzluğu tartışılmaz. O maçtaki diğer gol bunu gölgede bırakmıştır, doğrudur. Fakat yine de daha yukarı koyardım ben bunu. Ben topun dışarı gideceğini düşünmüştüm mesela havada süzülürken, çok net hatırlıyorum. Niye ilerleyip kolay bir gole gitmezsin ki falan demiştim o kısa sürede. Ağlarda görünce bir kez daha tapmıştım bu adama...

Photo: Chris COLEMAN


#5 vs Arsenal - 9 Nisan 2006

Bu golü getiren vuruşun güzelliği, o dönemde Arsenal ile içinde bulunulan rekabet ve maçın golsüz devam etmesi gibi faktörlerle birleşince bu listeye girecekti zaten. Ama golü bu basamağa çıkaran şey o kusursuz kontrol olmuştur muhtemelen. Rakip yarı sahanın ilk çizgilerinde taç çizgisi civarından gelen 50 metrelik diagonal bir orta söz konusu. Ortayı yapan arkadaş da Mikael Silvestre, buyrun bir de buradan yakın. Ama o topun üzerine yolunu kaybetmiş zavallı bir sinek konmuş olsa, kontrol anında onun canını bile bağışlayabilirdi Rooney. Sonrasında bekletmeden gelen klas bir vuruş... Bu arada Rooney'nin en az Boro ve Newcastle kadar sevdiği bir takımdır Gunners. Onu piyasaya çıkaran ilk Everton golü, United formasıyla Premiership'te attığı ilk gol ve bu enfes gol.

Photo: Tom JENKINS


#4 vs Fenerbahçe, 28 Eylül 2004

Bu maçı da izleyen en şanslı United taraftarlarındanım heralde, etrafımı çevreleyen onlarca Fenerbahçe aşığı arasında siyah detaylı kırmızı formamla yerimi almışım. Rooney attıkça aşka geliyorum, çevremdekilerin yarasını çok da deşmeden. Tuncay Şanlı eliyle 'sus' işareti yaptığında gülme krizi geçirmekten alamıyorum ama kendimi yine de. 18 yaşındaki genç adam, hat-trick için geliyor topun gerisine. Fotoğrafta da görüldüğü gibi Gabriel Heinze, Ryan Giggs ve Gary Neville gibi abileri hayranlıkla izliyor kendisini. Barajı aşan top Rüştü Reçber'i çaresiz bırakıyor ve bu gol uzunca bir süre Eurosport'un Şampiyonlar Ligi programlarının jeneriklerinde de yer alıyor. O gün Rooney biraz da Beşiktaşlı oluyor benim gözümde.

Photo: Ian HODGSON


#3 vs Middlesbrough - 29 Ocak 2005

İşte yine o maç... Roy Carroll uzun bir degajla gönderiyor topu Boro yarı sahasına, Louis Saha kafayla indiriyor ve gelişine öyle bir vuruş yapıyor ki Roo. Tıpkı listenin ilk basamağındaki gol gibi topun nasıl olup da patlamadığını sorguladığın bir gol. Kareye giren arkadaş da şimdilerin menajeri Gareth Southgate olsa gerek... Bence 2 numarayı bu almalıydı.

Steve McClaren: "In Wayne Rooney they had the difference on the day. He is a magnificent player."

Alex Ferguson: "The first goal was precision. They were both marvellous goals. The three goals were very good goals."

Photo: Ian HODGSON


#2 vs Portsmouth - 27 Ocak 2007

Ocak ayında uzak durmak gerek Rooney'den. Aslında bu da bir aşırtma vuruş sayılabilir. Fakat her zamanki kalecinin önde olduğunu görünce yapılan aşırtmalardan değil. David James'in yanlış bir yerde durduğunu söylemek ona büyük haksızlık olacaktır, fotoğrafta da görüldüğü üzere bir kalecinin olması gerektiği yerde pozisyonun gelişimi düşünülecek olursa. Topu birkaç metre sürdükten sonra kaleye bakan Wayne, her zamanki güçlü vuruşlarından birini yapmak yerine hiç beklenmedik bir anda kusursuz tekniğini cebinden çıkarıyor ve... Bu golü izlemeniz gerek. FA Cup finalinde geliyor spikerin deyimiyle bu "magical goal" ve kupayı getiriyor. Kaleci ve Sol Campbell'ın havada süzülen topun arkasından çaresiz bakışları da birçok şeyi anlatıyor.

Photo: Jason CAIRNDUFF


#1 vs Newcastle United - 24 Nisan 2005

BBC spikeri gole nasıl tepki vereceğini bilemiyor ve uzunca bir süre sessiz kalıyor. Maçı NTV yayınlamıştı ve sanırım Murat Kosova'nın çığlıklarıyla izlemişti Türkiye bu golü. Okay Karacan da olabilir gibi geliyor ama bir çığlık hatırlıyorum, oradan eledim Karacan'ı... Yine Ramage'ın bir asisti söz konusu listenin 9 numarasında olduğu gibi. Darren Ambrose'un golüyle yenik duruma düşen Manchester United'ı ve Old Trafford'u ayağa kaldırıyor Wayne. Kupa kazanılamayan ve üçüncülük basamağında kalınan tatsız bir sezonun tüm acısını o toptan çıkarıyor üstad. Müthiş bir enerji boşalması... Yan rollerde kendisine yine bir yer bulan saygı duyduğum kaleci Given küfür gibi bir gol yiyor resmen. Graeme Souness'a gelen yakın plan da paha biçilmez.

Photo: Jon SUPER

20 Ağustos 2009 Perşembe

19.19

Redemption Song


Sanya Richards'ın 400 metre birinciliği benim artık bir rutin haline gelen staj dönüşü uykuma denk geldi... Stajı Büyükçekmece'de yapıyorsanız ve ulaşımı üstlenen arkadaşınızın izin alması sebebiyle Büyükçekmece-Çapa arasını toplu taşımayla katetmek zorunda kalıyorsanız bu uyku koltukta otururken habersizce geliyor ne yazık ki... Anneanneye döndüm şerefsizim.

Richards, üst düzey şampiyonalardaki ilk bireysel altınına nihayet erişti dün gece. 2005'te Helsinki'de gelen gümüş kimseyi tatmin etmemişti, geçen yaz mutlak favori olarak geldiği Pekin'de Christine Ohuruogu ve Shericka Williams'ın arkasında kalıp bronzla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıydı. İlk kez bir madalyasına sevinebiliyor sanırım... Bu yaz da Berlin'de geçen yılki kadar büyük bir favoriydi, Ohuruogu dahil hiçbir rakibi de formda gözükmüyordu. Fakat bahsedilen isim Richards ise son ana kadar bir aksilik bekliyorsunuz. Osaka'da Behçet hastalığının da etkisiyle ABD elemelerini geçemeyip 400 metrede yarışamayan ve Dünya Şampiyonası altınına çok yakın olduğu şampiyonanın dışında kalan Sanya, bu sefer rahat bir biçimde uzandı o madalyaya. Yıllardır üzerinde yoğunlaşmış beklentileri de sonunda karşılamış olarak 'taçsız kraliçe' yaftasından kurtuldu Sanya.


"Sanya Richards ran a splendid race... It was a brilliant time. I think she wanted it a little bit more than the rest of us."

Christine OHURUOGU

Lady GaGa


"When she was recently prevented from entering the ladies' toilets at a petrol station in Cape Town, she apparently laughed and offered to take her pants off to show the petrol attendants she was no man."

Simon HART

Just Gimmie the Dice


Aslında lig tarihinin en başarılı takımlarından biri olan, fakat uzun süredir pek ortalıkta görünmeyen Burnley en üst lige dönüşünü dün geceki sürpriziyle taçlandırdı. Maçın ikinci yarısını izleyebildim ve bu zaman diliminde Turf Moor'da rakibini kendi yarı sahasında bekleyen bir Burnley vardı. Fakat buna rağmen gördüklerimden çok memnun kaldığımı söyleyemeyeceğim. O formaya yakıştıramadığım birçok oyuncu boy gösteriyor sahada, zaten bu sezonun siyah forması da üzerimize en çok yakışanlardan değil... Son yıllarda bu tarz başlangıçların Manchester United için bir ritüel halini aldığı sır değil. Ancak bu sefer tünelin ucundaki ışığı görebilmek daha güç... Sakatlıktan dönmesini beklediğimiz bir Cristiano Ronaldo yok mesela, ona güvenemiyoruz. Transfer piyasasına bakacak olursak, bazı isimlerin adı sıkça telaffuz ediliyor. Fakat bunların da ne kadar olası olduğu tartışılır. Sergio Agüero dışındakiler de öyle aman aman oyuncular değiller zaten. Kun da dün gece takımının Panathinaikos maçında sahaya çıkarak Vicente Calderon'da kalacağının sinyallerini verdi açıkça.


Bugün Telegraph, takımın forvet sıkıntısına ilaç olabilecek beş isim atmış ortaya kendince. Bir tanesini yukarıda eledik. Onu Jermain Defoe ve David Villa isimleri takip etmiş. Defoe'nun bu kalibrede olduğunu düşünmeyeceğim ne yaparsa yapsın. Daha önce de Alex Ferguson'ın ilgilendiği isimlerden biri olarak yansımıştı basına defaatle. Lige bu kadar iyi giriş yapmışken, fiyatı da bir ölçüde pik yapmışken Harry Redknapp'ın gözden çıkarabileceği bir isim olabilir Defoe. Crouch-Keane ikilisi ve arkasındakiler de yeterince iyi baş altını hedefleyen bir takım için... David Villa için, sıkıntıdaki Valencia esnek değil fiyat konusunda. Transfer sezonunun başından beri o fiyatla tek adresinin Real Madrid olabileceğini düşünüyordum. Onlar da iki süper transfer sonrası çok istekli davranmadılar ve Karim Benzema'yı tercih ettiler. Belki ertelediklerini de düşünebiliriz bu transferi... Gelecek yaz sezonunda Real Madrid'e ikinci bir oyuncu satışı yapmak da United gibi bir kulüp için acı verici olur. Bu ismi de geçelim, fakat Villa-Rooney gibi bir ikilinin ağzımızın suyunu akıttığını da es geçmeyelim... Luca Toni ve Ruud van Nistelrooy listenin diğer isimleri. Toni ismi oldukça gülünç... Bugün 7 numarayı sırtında taşıyan adamı görmektense, RVN'i görmek isteyebilirdim Old Trafford'da her şeye rağmen. Ama United'ın kapıları da sonsuza kadar kapanmıştır van Nistelrooy için muhtemelen...


Dimitar Berbatov geldiği günden beri büyük bir hayal kırıklığından başka bir şey yaratmadı açıkçası. Ancak son anket için yazdığım yazıda da belirtmiştim, United'ı şampiyonluk adayı yapabilecek ekstra katkıyı beklediğim isim Berba idi. Birmingham maçını izleyemedim, fakat çok etkin gözükmemiş herhalde. Yine de Burnley maçında kızağa çekilmesini çok doğru bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bir hafta içi maçındaki rotasyon kapsamında Owen-Berbatov değişikliğini meşru gösterebilirsiniz. Fakat bence kötü bir oyun sonrası kenara alındığı bir maçın arkasından, Bulgar oyuncuya inancını gösterebilmeliydi Fergie... Tabi ki kendisi çok daha iyi bilir, ama ben genel olarak geçen sezonki hayal kırıklığının da etkisiyle Berbatov'a karşı yanlış bir tavır içine girildiğini düşünüyorum. Yetenekleri ölçüsünde ikinci bir şansı hak eden ilk isim Berbatov şu kadroda. Gerekirse el üstünde tutulmalı Berbatov ve egosu beslenmeli bu adamın. Kariyerindeki çizgiye bakılırsa da en iyi performansı Avrupa'nın birkaç elit forvetinden biri olarak lanse edildiği, manşetlerden inmediği dönemlerde gösterdiğini görebilirsiniz. "Dimitar çok duygusal bir çocuk" geyiğini yapmak değil amacım, fakat bu adam böyle bir psikoloji içerisine girebiliyor. Michael Owen'ın kariyerini ayağa kaldıracağım derken, Dimi'den vazgeçiyor da olabilirsiniz yani. Dikkat!


Dünkü görüntü Shaquille O'Neal ayrıldıktan sonra izlediğim ilk Lakers maçını hatırlattı bana biraz... İnanın, o sezonu aklıma getirmeyi hiç istemiyorum fakat getirince de bazı paralellikleri görmemek mümkün değil. Sonu benzemesin diyelim... Kaleci meselesine gelirsek, Manuel Neuer üzerine yatırım yapılabilecek bir çocuk. Fiyatı da çok yüksek değilken takıma kazandırılması gayet mantıklı olur. Benim yeni nesilde en beğendiğim Alman kaleci Rene Adler açık farkla, hatta o alınabilse çok hoşuma giderdi de. Fakat gündemdeki isim Neuer ve ona da çok mesafeli yaklaşmıyorum. Sir ise sanıyorum Ben Foster'da ısrarcı olmayı tercih edecek bu sezon. Kaleciler konusunda birkaç istisnaya rağmen güvenebileceğiniz bir menajerdir Ferguson. Foster'ı da bir evrim sürecine sokup iyi kaleci yaparsa, önünde ceketimizin düğmelerini iliklemeyi biliriz tabi.

Sezon sonu için tahminim hala lig ikinciliği ve tatsız bir Avrupa macerası yönünde... Ama bunlardan daha iddialı olduğum bir tahminim varsa, Wayne Rooney'nin sezon sonuna kadar sahada adam döveceği. Anderson olabilir, olursa da aktif oyuncular arasındaki en büyük favorim olan bu adam bir anda 'all-time favorite' halini alır.

Dimi



Michael Owen, bunu yapabilir misin canım?

16 Ağustos 2009 Pazar

9.58

Bana da Lo-Lo-Lo...


Pekin'in en şanssız isimlerinden biriydi Lolo Jones. 100 metre engellinin mutlak favorisi olarak final koşarken, sondan bir önceki engele takılarak avuçlarında hissettiği olimpiyat altınını kaybetmişti... Benim yeni haberim oldu ama Dünya Şampiyonası'nda kendisini izleyemeyecek olmamızın müsebbibi de bir başka talihsizlikmiş. Amerika elemelerinde yarı final koşarken, bu kez de kolu yan kulvardaki Michelle Perry'nin koluna takılmış ve dördüncü engele çarpmasıyla onun için yarış ve dolayısıyla Berlin hayalleri romantik bir şekilde son bulmuş...


Lolo, bugün Berlin'de idi ve Eurosport için saha içi röportajları yapmakla görevliydi. Son iki yılda, kariyerinin zirvesindeyken yaşadığı bu Hollywood senaryosu tadındaki şanssızlıklara rağmen olabildiğince sempatik görünüyordu. Kendisini tebrik ediyorum, fakat bu "The Secret" kokan pozitif düşünce geyiklerini bir tarafa bırakıp acilen Tarihi Cağaloğlu Hamamı'na gelmesini öneriyorum.

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...