31 Ağustos 2008 Pazar

Kaptan...



Geçen hafta Ümit Özat'tan hafif alaylı bir biçimde, ama iş disiplinine olan saygımı da ihmal etmeden bahsetmiştim. Çok korkuttu bizi dün gece, Süper Kupa Finali'nden Karlsruhe-Köln maçına geçtiğim gibi şoka uğradım, ikinci yarının başında olayın tekrarını gördüğümde de duyduğum tüm olumlu şeylere rağmen Antonio Puerta'yı düşünmeden edemedim. Sonuçta ondan da iyi haberler almıştık maç sırasında, sabah kalktığımızda ise çok büyük bir şokla karşılaşmıştık. Neyse ki Ümit'in durumu medikal açıdan pek bir benzerlik göstermiyormuş Puerta'nınkiyle. Yeteri kadar sıvı alamaması problem yaratmış, dilinin kayması da üzerine tuz biber ekmiş. Neyse ki müşahede altında geçirilen bir gece sonrası her şey istediğimiz gibi. Durumun Ümit'in kariyerini etkileyip etkilemeyeceği ise henüz merak konusu.


Bundan sonra ne olur bilmiyorum ama iş disiplini demiştik başlangıçta, aşağıdaki alıntı birçok şeyi gösteriyor tek başına. Karlsruher SC doktorlarından Marcus Schweizer'dan alıntılanan bu ifadeye göre stadyumun içinde bir anlığına tekrar kendine gelmiş Ümit ve gözünü açtığı anda oyun alanına koşmaya yeltenmiş refleks olarak. İşte böyle bir iş ahlakı... Günümüzde çok fazla görebildiğimiz bir şey değil. Her yabancı oyuncuya kaptanlık verilmiyor zaten, ancak böyle özel kişiler buna layık görülüyor. Bu arada Christoph Daum'un gözyaşları paha biçilemez. Faryd Aly Mondragon... Sana ne diyeyim? Ümit'in kaptanlık bandını kabul etmemesi, hakem tipik bir Alman gibi davranıp oyuna tekrar başlamak için topu isteyince tek başına direnmesi, Florian Meyer'in muhtemelen "Hayat devam ediyor" tabanlı konuşmasına, yine muhtemelen "O kadar kolay değil" diye cevap vermesi. Bizden biri olmuş bir Kolombiyalı ve bir Alman... Tabi sözkonusu oyuncunun Ümit olmasının da bunda payı büyüktür.

"Er kam im Stadioninneren wieder kurz zu sich und war so verwirrt, dass er wieder aufs Spielfeld rennen wollte."

Leningrad'dan Gelen Süper Güç


Staj nedeniyle yoğun geçen bir süreçte pek uğrayamadık buralara. Dün geceki Süper Kupa Finali'nden biraz bahsetmeden olmaz. İyi bir Manchester United taraftarı sayılırım, kendimi bildim bileli desteklerim ama bugünkü durumdan çok da memnun olduğumu söyleyemem... Paul Scholes, Ryan Giggs ve Gary Neville gibi efsaneler son demlerini yaşamaktalar. Bunlara Edwin Van Der Sar'ı eklemek de çok yanlış olmaz, konu geçkin yaş olacaksa. Neville üç senedir falan kurdun kocamışını oynuyor zaten, hızını tamamen kaybetti ve savunmada da çok fazla hata yapıyor hamlelerindeki gecikmelerden dolayı. Ben zaten çok da sevmezdim Neville'ı, uzun süre hak etmemesine rağmen milli takımda oynadığını da düşünmüşümdür. Becks'in en iyi arkadaşı olması da buna yardımcı olmuştu belki de. Giggs ve Scholes ise benim onayıma ihtiyaç duymayan, United taraftarının kesinlikle sırtını çeviremeyeceği isimlerdir. Ancak ikisinin de eski günlerinden çok uzakta olduğu ortada. Aslında Sir Alex Ferguson bu durumun farkındalığını en çok hisseden adam belki, ama Malcolm Glazer'ın maddi açıdan onun isteklerine karşılık vermediği bilinen bir gerçek uzun süredir. Zaten Glazer ismi gündeme ilk düştüğünde United taraftarı çekincesini göstermişti, sokağa çıkıp tepkilerini de koydular. Tabi büyük bir galeyan içerisinde cereyan etmedi bu tepki, İngiliz asaleti çerçevesinde tamamen. Bugün sıkıntılı bir süreç var sonuç olarak, Fergie de durumdan rahatsız. Blogun altına da iliştirdim United'ın sakatlar listesini, ama sıkıntı bundan ibaret değil. Başkanın da yoğun çabalarıyla kesintiye uğramış bir yeniden yapılanma var ortada. Bunların sonunda Ferguson da ceketini alır giderse, United efsanesi zirveyi gördükten çok kısa bir süre sonra bir çıkmaz içinde bulabilir kendisini...


Dün geceki maç bunun ilk habercisi değildi tabi. Kulübün benim tanık olabildiğim tarihinde böyle bir transfer sezonu geçmedi. Son 2-3 haftaya kadar dolaşan bir dedikodu bile yoktu ortada neredeyse. Dimitar Berbatov'a Old Trafford yolu gözükebilir ama bu takviyenin yeterli olduğunu düşünmüyorum, öncelikli olduğunu da. Gerçi Wayne Rooney de kendi içerisinde bir Fetret Dönemi yaşıyor, Dimi'nin gelişi işin ciddiyetini kavramasını sağlayabilir. Hiç değilse o hırsını tekrar sahada görebildik Monaco'da, ama hala formsuz. Formda olan tek isimse partneri Carlos Tevez idi. Aslında partneri de sayılmaz pek, sağ açık bölgesini kotaramayıp sürekli içeri kaçan son dönemin sürpriz golcüsü Darren Fletcher'ın boşluğunu doldurdu daha çok. Carlitos'un tek başına yenemeyeceği bir rakip vardı ama karşıda, kupa hak eden tarafa gitti dolayısıyla. Michael Carrick'in gelişi biraz nefes aldırabilir bugün en çok sırıtan bölge olan orta sahaya. Ferguson'ın Scholes inadından vazgeçip Anderson-Carrick ikilisine dönmesi gerekiyor tabi bunun için. Gerçi Anderson'u da beklediğim gibi bulmadığımı itiraf etmeliyim, Pekin pek yaramamış... Geçen sezon Scholes'e yapılan jest güzeldi, takım son final gördüğünde o başarıda büyük payı olan Scholes efsanevi finalde Bayern'e karşı sahaya çıkamamıştı. Bu yüzden de Fergie'nin planları sezon sonunda Şampiyonlar Ligi Kupası için sahaya çıkıldığında Scholes'ü sahaya sürebilmek için hazırlanmıştı en başından. Hoş da oldu bu jest, sezon rüya gibi bir sonla kapandı herkes adına. Ama Scholes başka bir gurur yaşıyordu. Barcelona'ya attığı golden sonra Scholes aleyhine söylediğim her şeyden sonra ufak bir vicdan azabı çekiyorum, itiraf etmeliyim. Yine de gerçekleri konuşmak lazım. Giggs'in durumu da çok farklı değil. Takımın tek güvencesi Van Der Sar-Vidic-Ferdinand üçgeni aslında, onlardan da Sırp olanı "I will never stay to live in England, that's for sure" diye buyurmuş geçen hafta içerisinde, İsmail de söz bırakmamış bize. Tabi bir de Cristiano Ronaldo meselesi var, aslında durum pek öyle olmasa da herkes ilk kıvılcımı onun yarattığını düşünüyor. Bugün her United seveninin farkında olduğu kötü gidişatı Ronaldo'ya bağlamak çok doğru değil dediğim gibi ama yaptığı büyük bir eşeklikti. Ben Ferguson'a hayatı boyunca kölelik etse borcunu ödeyebileceğini düşünmezken, bu yaptığı üstadda soğuk duş etkisi yaratmıştır haliyle. Hatta bu yazın en büyük kurbanı da Nani olmuştur belki, bir başka çingeneye aynı yoğunlukta bir emek harcamadan önce bir kez daha düşünecektir çünkü Sir. Nani'nin dün geceki oyunundan sonra o bölgeye direkt Park Ji-Sung'u monte edip yoluna devam etmesini de çok fazla yadırgamazdım. Dün aldığı nefes zarardı kendisinin... Bu arada Nani'yi her gün daha çok benzetiyorum Michael Jackson'ın gençlik yıllarına, yalnız da değilim gördüğüm kadarıyla.


Tüm bunlar sonunda kabul etmeyi hiç istemesem de, Chelsea'nin kolaylıkla şampiyonluğa ulaşacağı gerçeği önümde duruyor tüm soğukluğuyla... Roman Abramovich bugünse Gazprom sponsorluğundaki, yani gizli başkanlığını yürüttüğü Zenit için seviniyor muhtemelen. Tabi United'ın kötü durumundan, kurtarıcı olarak Wes Brown ve John O'Shea gibi isimleri sahaya süren bir takımdan bahsettik ama bu Zenit'in başarısını gölgelemesin. Zaten Rus futbolu ile ilgili yıllardır hep olumlu konuşuyorum. Hatta son şampiyona öncesi Andrei Arshavin'in yokluğunda hayatta kalabilirlerse Rusya'dan en az yarı final beklediğimi de yazmıştım grup analizlerinde, o da okuyan birkaç arkadaşa desteksiz gelmişti. Dün yedekten geldi Arshavin, bu yazın şanssız isimlerinden Pavel Pogrebnyak ise sahnedeydi. Turnuvada değerlerini katlayan ama takımda kalan birkaç Rus daha vardı Stade Louis II zemininde. Ama farkı asıl yaratan isim Anatoliy Tymoshchuk idi galiba. Gerçi ben Igor Denisov'u da çok beğendim, ama Tymoshchuk da orada Mircea Lucescu'nun yanlış ön libero seçmeyeceğinin canlı kanıtı olarak duruyordu basbayağı... Yeni transfer Sébastien Puygrenier de takımın geçen sezon nispeten zayıf görünen savunma bölgesine ilaç olacak gibi. Transfer rekortmeni Danny de iyi sinyaller verdi. Ama o paranın altında ezilmemesi lazım. Gerçi büyük bir baskı hissedeceğini de sanmıyorum, zira bu meblağlar Avrupa için çok uçuk gözükse de Rus pazarında paranın çok da bir önemi yok. Aslında Danny'nin durumu, bizim Carrick'inkine benziyor biraz. İnsanlar sıkılmadan Carrick'in kontratını konuşuyor hala, o kadar para etmeyeceğini söylüyor. Evet, belki Carrick o kadarlık bir adam değil ama piyasada daha iyi bir alternatifi yokken yapılmış çok yerinde bir transfer bana kalırsa. Geldiği günden beri de büyük bir iş disipliniyle yetenekleri ölçüsünde görevini yapıyor. Geçen seneki dublenin de bence baş aktörlerindendi, ama yine de çok fazla takdir görmedi. Neyse, Danny de iyi topçu olacak yani. Arshavin'in durumu da Rus futbolu için çok önemli... Arshavin gibi isimlerin ligde tutulabildiği gün, Rus liginin de artık elit ligler arasında olduğundan bahsedebiliriz kolaylıkla. Roman Pavlyuchenko'yu tutamadılar biliyorsunuz. Arshavin'in de Ada'nın yolunu tutması çok büyük bir sürpriz olmaz.


Manchester United yerel lig için endişe duyadursun, bir Rus kulübü gelip onlara diş gösterebiliyor. Fergie'nin en büyük önceliklerinden biri Süper Kupa değildi evet, geçen hafta kazandığı Community Shield'ın da çok bir önemi yoktu aynı paralelde. Ama, geleceğin çok parlak görünmediği ortada, ben buradan öyle görüyorum en azından. Öte yandan Zenit de Real Madrid ve Juventus gibi devlere selamı çaktı sanıyorum bu kupayla. İlk bakışta bir D Grubu kadar etkileyici gözükmese de, Zenit ve hatta BATE Borisov'un H Grubu'nu da fazlasıyla karıştıracağını düşünenlerdenim. Real Madrid'i bilmem de Juventus'a bu sefer ismi yetmeyebilir...

Manchester United XI vs. Zenit St. Petersburg:
1 Van Der Sar
2 Neville - 15 Vidic - 5 Ferdinand - 3 Evra
24 Fletcher - 18 Scholes - 8 Anderson
32 Tevez - 17 Nani
10 Rooney

26 Ağustos 2008 Salı

Moment of Zen #5


"You can lock the door on talent but time will find the key."

Leonid Sukhorukov

Moment of Zen #4


"When once you have tasted flight you will always walk the earth with your eyes turned skyward: for there you have been and there you will always be."

Henry Van Dyke

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Huyundan Vazgeçmeyenler


Bundesliga'da haftanın genel görünümüne baktığımda bu deyiş geldi ilk olarak aklıma. Huylu huyundan vazgeçmezmiş, evet... Bu hafta da birçok 'huylu' sahne aldı Almanya'da. İlk olarak Mark Van Bommel'den bahsedelim, Bayern kaptanından... Bu hafta Kanal 24, cumartesi maçı olarak Dortmund-Bayern maçını tercih etmiş, önemli de bir düello. Her ne kadar ben Bremen-Schalke maçını izlemek istediysem de kanalı suçlamak yersiz olur. Aslında lig suçlanabilir biraz olsun. Organizasyon anlamında Premier League ile birlikte diğer yerel liglerden açık ara önde olduğunu düşünüyorum Bundesliga'nın. Özellikle son yıllarda bu konuda çok yol katettiler. Ancak bu haftaki programda bariz bir biçimde sivrilen üç maçı aynı saate koydular. Üçüncü maç da Stuttgart-Leverkusen kapışması. Bunun yanında pazar akşamüstüsü yavan iki maçla karşılaştık. Bunlardan biri kolaylıkla pazar gününe çekilebilirdi, Stutgart ve Leverkusen'in fikstürü özellikle uygundu. Geçen hafta içini tüm takımların boş geçirdiğini düşünürsek, cumaya da baba bir maç konabilirdi. Ama cuma gecesi Hannover-Cottbus maçına mecburduk.


Bremen-Schalke maçına özellikle Claudio Pizarro'nun yuvaya dönüşü cazibe katıyordu, son 16 dakika izleme fırsatı bulduk. Eski takımına karşı Mesut Özil'in oyunu da parmak ısırttı, elden kaçırılmaması gereken bir yetenekti bizim adımıza ama yeterli çabanın sarfedilmediğini düşünenlerdenim. Diego geldikten sonra Mesut'u kulübeye çekmek çok da kolay olmayacak Thomas Schaaf için. Neyse biz canlı canlı izleyebildiğimiz maç için Nordrhein-Westfalen bölgesine çevirelim rotamızı. Geçen haftaki yazımda Van Bommel'in kaptanlık bandından pek nasibini almadığını, aynı agresifliğinin artarak devam ettiğini söylemiştim. Geçen haftaki sarı kartına, bu hafta iki tane daha ekledi. Henüz 23. dakikada gemisini terk etti kaptan. Önce Sebastian Kehl'e öyle bir faul yaptı ki, bir anda galeyana gelip elimdeki birayı ekrana fırlatmak gibi aşırı bir tepki verdim. Sonra ben yatışıp ekranı ve yerleri silmeye koyulurken, bir kırmızı kart çıktı Herbert Fandel'in cebinden yardımcısının da uyarısıyla. Buna pek anlam verememiştim ama tekrar görüntüde net bir dirsek vardı adamım Tamas Hajnal'ın kafasına isabet etmiş. Gerçekten rahatsız bir arkadaş, sarı kartının üzerinden beş dakika geçmeden bunu yapan futbolcu zor bulunur zira. Buna rağmen yenilerden Tim Borowski'nin golüyle 1 puanı kurtardı Klinsi'nin talebeleri. Luca Toni'yi de huyundan vzageçmeyenler arasına katabiliriz kolaylıkla, sürekli yerdeydi, hakeme ve takım arkadaşlarına itiraz ediyordu. Ayaklı bir antipati vardı sahada. İkili mücadelelerde de İbrahim Üzülmez'in izinden gitmekte. Ne demek istediğimi yukarıdaki fotoğraf daha iyi anlatmış sanıyorum. Ayrıca formda da gözükmedi Toni, kötü geçen turnuvanın etkilerine bağlayabiliriz belki. Ama turnuvanın en iyilerinden Hamit Altıntop'un formsuzluğunu nasıl açıklayacağız? Umarım toparlar kısa zamanda, Franck Ribery'nin iyileşmesi, Tim Borowski'nin ilk onbiri tehdit etmeye başlamasıyla birlikte forma görmesi zor olabilir çünkü.


Bu konuda mimli oyunculardan bir diğeri de Maik Franz Bundesliga'da. Pitbull yeni sezonda da boş durmuyor. Ekürisi Mario Eggimann'ın Hannover semalarına süzülmesi onu ve Karlsruhe savunmasını bu sezon daha zor durumlarla karşı karşıya bırakıyor. İşin ilginci tıpkı Van Bommel gibi Franz da tüm o mazisine rağmen kaptanlık göreviyle yüceltildi. Bu hafta Jose Guerrero imiş kurbanı, haftaya bir başkası olacak. Yine de ne yaptığının farkında en azından. Van Bommel gibi 'adım çıkmış dokuza inmez sekize' edebiyatı yapmıyor en azından. Son 10 maçında 3 kırmızı kart gören Käpt'n Rot, Bild'e şöyle buyurabilmiş üzerine baksanıza:

"Vielleicht habe ich ein Imageproblem. Wenn ein anderer Spieler so etwas macht, wird weitergespielt. Es kann sein, dass ich unter besonderer Beobachtung stehe."

Bir imaj problemi varsa onu sen yarattın Sayın Kaptan. Bir de hala yan hakemi suçluyorsun, "150 Bundesliga maçı yönetmiş, beni tanıyor ve bana hiç tolerans göstermiyor" diyorsun. Bu bakış açısının "Hoca bana taktı" diyen ilkokul öğrencisininkinden farkı nedir? Üzerine söylediğin yerel atasözünüze hiç değinmiyorum bile, büyük ağaçlar daha fazla rüzgar alırMIŞ. Bence yol yakınken o egonu bir kenara koyup, kaptanlık bandını Lucio'ya, Willy Sagnol'e falan ver. Ya da sen olmayan herhangi birine...


Neyse alışkanlığını devam ettiren başkaları da var, mesela Calamity Jens. Stuttgart'taki ilk maçında benden tam not almayı başarmıştı, burayı da Jens Lehmann fotoğraflarıyla donatmıştım hatta. Bu hafta maçın özetinden görebildiğim kadarıyla iyi kurtarışlar yapmış yine, önündeki Delpierre-Taşçı ikilisinin arkasını iyi temizlemiş. Fakat Patrick Helmes'ten öyle bir gol yemiş ki Tormann, evlere şenlik... Arsenal'da da malum lakabını böyle almıştı zaten. Bazı maçları vardı ki, 90 dakika kalecilik dersi verir, uzatma dakikalarında tüm övgüleri geri aldırırdı. 40 yaşını zorlayan bir adamın huy değiştirmesini beklememek lazım. Yeri gelmişken dilerim Helmes de bu gol atma huyundan hiç vazgeçmez, Christoph Daum çok ağlamıştı arkasından. Ben de geçen hafta izleyebildim ilk kez. Mönchengladbach'ın dinamosu Marko Marin ile birlikte Alman gençleri arasında en çok ışık saçan oyuncu kendisi.


Artur Wichniarek yıllardır Bundesliga'da adından söz ettirebilmiş bir forvet. Özellikle Hertha yıllarında Marcelinho'nun solundan gelen Thorben Marx ve sağından gelen König Artur rakipler için yüksek tehlike arz ederdi. Aslında ondan önce de bir Bielefeld geçmişi var. Bir nevi yuvasına dönüşünden sonraki ilk tam sezonunu geçen sezon geçirdi. Sezona tıpkı şimdiki gibi fırtına modunda girmişti. Sonra gittikçe düştü formu. Bu sezon takımına 2 maçta attığı 3 golle 2 puan hediye etti. Geçen hafta Markus Rosenberg ile girdiği düello da seyredilesi bir güzellikti. Bu hafta da boş durmadı, ama devamını getiremezse Bielefeld geçen sezonki kadar şanslı olmayabilir. Sezona çok iyi girse de Hoffenheim'ın Cottbus ile birlikte 2. Bundesliga için en büyük aday olduğunu düşünüyorum. Üçüncü takımın kim olacağını öngörmek ise çok zor: Mönchengladbach, Karlsruhe, Bochum, Bielefeld... Frankfurt ve Köln'ün bir şekilde ligde kalacağını düşünüyorum. Mönchengladbach'ın da savunma kurgusuna acilen takviyeler yapması lazım. Defans oyuncuları tanıdık Filip Daems dışında vasatın altındayken, arkalarındaki kaleci de güven vermekten çok uzak. Stuttgart maçında tek bir olumlu hareketini göremedim Christofer Heimeroth'un. Lig standartlarının üstündeki hücum hattına da yazık oluyor onun yüzünden.


Köln demişken iki haftadır maçlarını sırf Ümit Özat için izliyorum. Bu hafta yakarışlarımı duymuş olsa gerek, müthiş bir sağ ayak dışı kesme yaptı, benim de beklediğim tam olarak buydu. Gurbetçilerimiz de iyi performanslarıyla bizi ihya ediyor da, Türkiye'den oraya gidenleri izlemek daha eğlenceli oluyor. Tamamen Türk futbolunun ürünü olarak oraya gidiyorlar ve görebildiğim kadarıyla Ümit Türk futbolcusunu hakkıyla temsil ediyor. Hakeza Çağdaş Atan... Bu hafta son 5 dakikada oyuna girdi, köşe vuruşunda sarı kart gördü. Hakem düdüğünü çalsa ve atış kullanıldıktan sonra o hareketi yapsa son dakikada penaltıya sebebiyet verip 1 puanını çalacaktı takımının. Ama itme-çekme uzmanlık alanı olduğundan yapmadı böyle bir zamanlama hatasını. Helal olsun... Sinan Kaloğlu'yu da bekliyoruz, karşısında sarı-lacivert formalı rakip bulursa patlayabilir. Ama yok ki orada da...


Prinz Poldi'nin bir sorunsal olarak Klinsi'nin önünde beklediğinden bahsetmiştim buralarda bir yerlerde. Poldi-Problem daha ikinci haftadan baş gösterdi Toni'nin sakatlıktan dönmesiyle. Oyuna girerken çok mutsuz görünüyordu, Alman basınının renkli cephesinde birçok dedikodu da çıktı. Hala Manchester City ve Tottenham Hotspur'ün gündeminde olduğu söyleniyor. Çok tuttuğum bir oyuncu değildir, yine de La Liga'nın onun için daha uygun olduğunu düşünmüşümdür hep. Bakalım, bir tercih yapacaktır. Ama o da huyludur, her sene bir şekilde somurtur yedek kulübesi yolu gözükünce. Taraftar onu çok sevse de, Bayern sevdasından vazgeçmesi onun adına daha hayırlı olacaktır bana kalırsa. Klose-Toni ikilisini bozmak kolay iş değil bir antrenör için, ne kadar formsuz olurlarsa olsunlar...

U16 European Championship 2008


İtalya'nın Pescara şehrinde 15 Ağustos'ta başlayan Avrupa Yıldız Erkekler Basketbol Şampiyonası 24 Ağustos'ta yapılan maçlar ile sona erdi. Litvanya, Çek Cumhuriyeti'ni 75-33 gibi tarihi bir farkla yenerek şampiyon oldu. Milli takımımız ise Fransa'yı 77-65 yenerek turnuvayı üçüncülük ile kapattı. Litvanya gerçekten tarihin en dominant şampiyonluklarından birini kazandı. Hiç yenilmeyen Litvanya'yı zorlayan bir takım bile çıkmadı. Çek Cumhuriyeti'nin finale kadar çıkması da turnuvanın en büyük sürpizlerinden biriydi. En büyük hayal kırıklığı ise turnuvayı onüçüncü olarak kapatan evsahibi İtalya oldu.

Bu yazımı da geçen günlerde yazmış olduğum U18 yazısı gibi yazacağım. Alınan takımsal başarılardan çok parlayan oyunculardan bahsedeceğim. Turnuvanın MVPsi Litvanya'nın pivotu Jonas Valanciunas oldu. Turnuvanın en iyi beşi ise şöyle:


G: Leo Westermann (Fransa), Dmitry Kulagin (Rusya)

F: Milan Ryska (Çek Cumhuriyeti), Enes Kanter (Türkiye)

C: Jonas Valanciunas (Litvanya)

Bunlar tabi ki turnuvadaki yetkililer tarafından seçilen en iyi beş. Takım başarıları oldukça önemli bir veri olarak kabul edilmiş anlaşılan, yarı finale çıkamayan takımlardan Kulagin hariç hiçbir oyuncu yok çünkü. Benim dikkatimi çeken oyuncuları tanıtmaya başlayayım ben de...


Jonas Valanciunas (2.09, C, Litvanya) - 14.3 sayı, 11.1 ribaund, 2.3 blok

MVP ile başlayalım... Elini kolunu sallayarak şampiyon olan takımın en önemli parçası olarak dikkat çekti. İstatistiklerine bakarak yorum yapmak yanlış olabilir, gerçi istatistikler de fena değil. 10 kişilik rotasyon ile oynayan ve topu paylaşan bir takımda bu istatistikler gerçekten iyi. Savunma ve ribaund olarak çok kuvvetli bir oyuncu. U18 turnuvasında da vatandaşı olan 2.12'lik Donatas Motiejunas MVP olmuştu. İleriki yıllarda Litvanya'nın uzun sıkıntısı çekmeyeceğini söylemek çok da zor değil.


Dmitry Kulagin (1.94, PG, Rusya) - 20.8 sayı, 4.3 ribaund, 1.8 top çalma

Turnuvaya en önemli favorilerden biri olarak gelen Rusya'yı taşıyan oyuncu oldu. Yaşına göre point guard pozisyonu için oldukça fizikli olan Kulagin neredeyse oynadığı tüm oyun kuruculara üstünlük sağladı. Kötü olan yönü ise bir oyun kurucuya göre rezil asist ortalaması: 0.9 asist. Fiziği ve skorerliği ile bütün yetkililerin ilgisini çeken oyuncu, takımı yarı finale çıkmayıp en iyi beşte yer alan tek oyuncu oldu.


Linos-Spyridon Chrysikopoulos
(2.03, SF, Yunanistan) - 14.4 sayı, 7.6 ribaund, 1.5 blok

Yunanistan onikinci olmasına rağmen Chrysikopoulos oldukça dikkat çekti. Pozisyonuna göre müthiş bir fizik ve atletizme sahip oyuncunun oldukça isabetli bir dış şutu da var. Turnuvanın en atletik oyuncularından biri olan Chrysikopoulos'u birine benzetmek gerekirse vatandaşı Fotsis'e benzetebiliriz. Oldukça yetenekli ve potansiyelli bir oyuncu. İleriki yıllarda adını sıkça duymamız oldukça olası görünüyor.


Edmunds Dukulis
(2.01, C, Letonya) - 15.1 sayı, 10.9 ribaund

Garip bir oyuncu. Galiba benim dışımda da kimsenin dikkatini çekmemiş. Fiziği yetersiz gibi görünse de oldukça ilginç özellikleri var oyuncunun. Pivot olmasına rağmen üç sayı tehdidine de sahip. Enes Kanter'i turnuva boyunca en fazla zorlayan oyunculardan biri olması da savunmasının fena olmadığını gösteriyor. 5-6 santimetre uzarsa önemli bir uzun olabilir.


Enes Kanter (2.06, PF, Türkiye) - 22.9 sayı, 16.5 ribaund, 1.5 blok

Monster Enes turnuvanın kesinlikle en iyi ve en potansiyelli oyuncusu. U18 turnuvasının da en iyi beşine seçilmişti zaten. Oynadığı tüm maçlarda double-double yapan Enes, yarı final ve üçüncülük maçlarında da 20-20 yapmayı başardı. İnanılmaz ribaund yeteneği ve oldukça isabetli orta mesafe şutları durdurulmaz hale gelmesine sebep oluyor. Normal şartlarda MVP olması gerekirdi ama gelene geçene 35-40 sayı fark atıp şampiyon olan Litvanya'dan MVP seçilmesi çok da garip değil. Top kayıpları ve asist zaafı dışında hiçbir eksisi gözükmüyor. Bu eksikleri kapatırsa Draft 2011'de ilk 10 içinde seçilmesi hiç de sürpriz olmaz.

24 Ağustos 2008 Pazar

A Year Older, A Decade Wiser... Hepi Bört Be Aslan!


Kobe Bean Bryant. Dün 30. yaş gününü kutladı, rakamı içimden birkaç kez tekrarladıktan sonra kaçınılmaz tepkiyi verdim: Yaşlanıyoruz be...

Önceleri tek sorunu afrosuydu belki de. All-Star'da yuhalandı sahip çıktık, yetmedi tecavüzü meşru kılmanın yollarını aradık sırf onu aklamak için. Her basit asistinden sonra "Gördünüz mü çok değişti, artık olgun" dedik, olgunlaştırdık da sonunda galiba... Zaman zaman kızdırdı da, Pistons serisinde küfür etmemek için zor tuttuk kendimizi. Yine de bugün baktığımızda serinin kazandığımız tek maçındaki o son saniyeyi hatırlarız. 81 sayısını zaten hiç unutmadık ki... Aslında birçok sayı var. Birçok ödül, birçok unvan var. Hiçbir zaman destekleme konusunda istekli olmadığım ABD Milli Takımı'nı destekleyeceğim birazdan, sırf bu adam otuzuncu yaşının ilk gününde gülümseyebilsin diye. Carmelo Anthony'nin gülümsemesini de görmezden geleceğiz artık, hiç sorun değil. O ödüllerin arasına bir de Olimpiyat altını yakışır çünkü. Bu adama bir Olimpiyat altını yakışır çünkü... Yürüyedur aslanım!

SHAQ ATTACK!!!


Shaquille O'Neal... Yine gündemde küçük arkadaşımız. Bu sefer de MaryJANE sahne ismiyle bilinen bir hip-hop şarkıcısının suçlamalarıyla karşılaşmış. Mahkemeye olan suç duyurusunda Shaq'in onu sürekli telefonla rahatsız ettiğini, sapıklık yaptığını söylemiş. Telefonu açtığında da konuşmadan telefona üflüyormuş sadece, konuşursa da tehditler yağdırıyormuş eski sevgilisine. Dansçılarına onunla çalışmaması için 50000 dolar ödemiş kişi başı. Adamım Kobe Bryant'a diss attıktan sonra (helal olsun Shaq, sayende rap terimlerini de öğreniyorum), hatta bu sırada Kobe'yi biten evliliğinin baş sorumlusu olarak gösterdikten sonra karısıyla tekrar birleşmek istediğini duyurmuştu basın aracılığıyla. Ama bu isteği canlı tutarken boş da durmamış söylenene göre. Severdik be Shaq seni de zamanında, neden böyle oldun ki? Yoksa hep mi böyleydin?

The Rivalry: Arjantin - Nijerya


Pekin'de futbol çok konuşuldu, özellikle de yıldız oyuncuların kulüpleri ile milli takımları arasında yaşadıkları dilemma fazlasıyla gündeme geldi. Yeni düzenlemelerin gelmesi sürpriz olmaz. Arjantin-Nijerya finali ise herkesi Atlanta Olimpiyatları'na götürdü, beni götüremedi açıkçası. 8 yaşındaydım ve Atlanta'da olup bitenle ilişkim "Oha, Naim Süleymanoğlu Time'a kapak olmuş lan" cümlesinden ibaretti muhtemelen. Onun altın madalyasını biliyordum sadece yani. Ama bu final beni de geçmişe götürdü, daha yakın bir geçmişe... 2005 yazına gittim. İnsanlar yazı tüm devreleri kapatıp mutlak dinginliğe ulaşmak için en uygun zaman olarak görüp, ona göre değerlendirirler genelde. Bu bağlamda televizyon planlar dahilinde değildir, aslında plan bile olmamasıdır esas amaçlanan. Bense o yaz her Allah'ın günü NTV'nin yayın akışına bakıp, Hollanda'daki Dünya Gençler Şampiyonası'na göre ayarlardım her şeyi. Böyle bir organizasyonu Güntekin Onay'dan, Okay Karacan'dan dinlemek... Bugün olsa yine yaparım aynısını, dakika düşünmem. Dönemin en büyük yıldız adayları Quincy Owusu-Abeyie, Lionel Messi, Diego Tardelli, Philippe Senderos, John Obi Mikel ve Olcan Adın(!) da bu turnuvadadır en nihayetinde... Tabi turnuva bitiminde çok daha farklı isimler de gündeme gelecektir ya neyse...


O turnuvada güçlü takımlar vardı. Yarı finale ite kaka ulaşan Fas bunlardan biri değildi. Yarı final göremeseler de İspanya, Almanya ve Hollanda iyi kadrolarla katılmışlardı organizasyona. Fas'ın yanında Nijerya, Arjantin ve Brezilya bulunuyordu ve tıpkı Pekin'de olduğu gibi yarı finalin bir ayağı Brezilya-Arjantin idi. Brezilya'nın kadrosuna baktığımda çoğunluğunu o turnuvada ilk kez izlediğim ama sonrasında hayatımıza girmeyi başarmış bir oyuncu grubu var... En başta Bobo tabi, o günlerde bana çok daha ağır bir oyuncu izlenimi vermişti, ki Bobo ağırdır da. Pozisyonunun o turnuvadaki tartışmasız en iyisi sağ bek Rafinha, bu seneki yarı finaldeki feci performansına rağmen beğenebildiğim Rafael Sobis, Diego Tardelli, Renato ve Gladstone. Hollanda'nın o kadrosu ise yıldızlar topluluğu konumundaydı, belki de evsahibi olduklarından alt yaş kategorisindeki parlayan oyuncuları da normalde çok tercih edilmeyen bir şekilde o kadroya katmışlardı. Benim o kadroda en çok beğendiğim, yeni bir Marc Overmars mı geliyor diye sordurtan Tim Vincken halen o büyük patlamayı yapamadı. Quincy Owusu-Abeyie ise Arsene Wenger'in gözüne giremedikten sonra Spartak Moskva ve Celta Vigo derken bu yıl Birmingham City'de deneyecek. Belki de son şansı. Aynı kadroda geliyorum diye bağıran bazı isimler de gerçekten geldi ama... Ryan Babel ve Hedwiges Maduro bunlar arasında en çok sivrilenleri. Ron Vlaar, Urby Emanuelson ve bu turnuvada ilk onbir yüzü görememiş olsalar da Ibrahim Afellay ve Gianni Zuiverloon da listeye dahil edilebilir.


Almanya ve İspanya'ya da değindikten sonra esasoğlanlara geçeceğim. Almanya'da o jenerasyonun en parlak ismi olarak gösterilen Michel Delura'yı bulabilene aşk olsun. Aslında o turnuvada da beklentileri karşılamaktan uzaktı. Benim o kadroda dikkatimi çekebilen isimler Marcell Jansen ve özellikle de kaleci Rene Adler idi. Sonuç da ortada... Bunların yanında stoper Marvin Matip'i beğenmiştim o günlerde, hala beklemedeyiz. O kadrodan Andreas Ottl, Sebastian Freis ve Christian Gentner de bugün Bundesliga'da kendinden söz ettirebilen isimlerden. İspanya ise bizi eleyen takımdı o turnuvada, 3-0 ile çok net hem de. Cesc Fabregas, Alberto Zapater, Fernando Llorente, Javier Garrido, Jose Enrique o gün de en çok konuşulan isimlerdi, geldikleri nokta da bizim için sürpriz değil. Ama o gün Real Madrid'in oyuncusu olarak en fiyakalı isim Juanfran'dan haber alan yok... Madem Türkiye'den bahsettik, o kadrodan da birkaç isim sayalım. Ben en çok Sezer Öztürk ve ilginç bir biçimde Hakan Aslantaş'ı beğenmiştim o kadrodan. Sezer özellikle çok büyük bir hayal kırıklığımdır. Hakan'da ise ne gördüm, şu an ben de bilmiyorum açıkçası... Burak Yılmaz, Gökhan Güleç, Uğur Uçar, Selçuk İnan, Yasin Çakmak, Kerim Zengin, Olcan Adın, Gürhan Gürsoy... Hepsi bu takımda. Serkan Kırıntılı var kalede de, evlerden ırak. Bu kadroyla Çin, Ukrayna ve Panama'nın olduğu gruptan ancak en kötü üçüncü olmadığımız için çıkabilmiştik, sonra da İspanyollar çıktığımıza pişman etmişti dediğim gibi.


Nijerya'da ise umutlar John Obi Mikel üzerinde yoğunlaşmıştı, o gün bile Manchester United'ın kıskacındaki çocuktan bahsediyoruz. Son dakika çalımıyla Chelsea'yi seçti sonraları, hayırlı olmuş belki de bizim için. O kadroda o gün en beğendiğim isim Taye Taiwo idi, İnönü'de golü attığında içim iki kat cız etmiştir o yüzden. Ama o turnuvayı izleyen biri için Taiwo'nun çıkışı kesinlikle sürpriz değildir. Onyekachi Apam'ı da bizim Deniz Uygar'a benzetmiştim. Oyunu da benziyordu da, isimler de birbirini çağrıştırıyor onun da etkisi vardır. Okechukwu Uche kadar oyuncu olur mu bilmiyorum, halen Nice forması giyiyor. Bir diğer beğendiğim isim de Daniel Abwo idi, ülkemize de geldi ama dikiş tutturamadı. Yine de adamın yetenekli olduğunu düşünüyorum. O gün savruk gözüken Solomon Okoronkwo'nun Hertha Berlin'de onbiri zorlayabileceği konuşuluyordu yakın zamanda, yine de ben bu adamın iyi bir kariyeri olacağını öngöremiyorum. Soldan Taiwo bindirirken, sağ da boş durmuyordu. Kennedy Chinwo vardı, ama sanırım onu da iyi gösteren Taiwo imiş, hala ortalarda yok. Kaptan Promise Isaac vasat gözükmüştü, Gençlerbirliği'ndeki performansıyla mahcup eder gibi oldu, bir de Trabzonspor'da görelim. John Obi Mikel o jenerasyondaki ilgi odağıydı zaten. O Türk taraftarının hayatında yeri başka olan takımın bir diğer parçası Samson Sia Sia da bu takımın başındaydı, Pekin'de de gördük onu. Ukrayna, Hollanda ve Fas'ı yenerek yürüdüler finale, özellikle Hollanda maçı efsaneviydi. Maç penaltılara da gitse, domine eden taraf 90 dakika boyunca evsahibi de olsa Nijerya'nın turnuvadaki en büyük başarısıydı o.


Arjantin'e gelince... Apertura-Clausura hiç fark etmez, sürekli oyuncu yetiştiren müthiş bir ligleri var, bu sır değil. Bu turnuvada kupaya uzanan taraf da müthiş yetenekler barındırıyordu. Lionel Messi'den bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum da, çeyrek finaldeki İspanya maçının yalnızca 20 dakikasını izlemiş ablam bana 18 numaranın adını soruyordu maç sonrası. Sizce kimdi? Ablamın bile görebileceği kadar bariz bir şekilde parlıyordu çünkü orada. Zaten Güntekin de sürekli Leo'ya değiniyordu, o gün de Barcelona oyuncusuydu Messi. Tabi içime sindiremedim bunu. O psikolojiyi tahmin edersiniz. Bütün turnuvayı izlemişsin. Yazlıkta net falan hak getire, deftere oyuncu ismi yazıyorsun 21. yüzyılda. Sonra ablan geliyor ve 18 numarayı soruyor. Ben de haliyle "Tamam Messi fena gözükmüyor da bilmiyorum yani Pablo Zabaleta falan var, o belki de daha büyük oyuncu olacak bilemeyiz" falan gibi bir şeyler gevelemiştim. Nasıl bir ruh halidir o, Zabaleta'ya sarılmama neden olmuş... Zabaleta gün geçtikçe beke çekildi hiç anlamadığım bir şekilde, takip edemediğim bir süreçte. Yine de Espanyol'da ilk onbirde çıkmasına yeten bir performansı var. Tabi o kadrodan daha iyileri de çıktı. Sergio Agüero, Fernando Gago ve Ezequiel Garay en başta gelenler. Lucas Biglia Anderlecht'te fena oynamıyor, o gün çok beğendiğim Gustavo Oberman'ı bu sezon Cluj kadrosunda görüyoruz. Muhtemelen en büyük hayal kırıklığım Oberman, belki biraz da Owusu-Abeyie... Neri Cardozo'nun Avrupa'ya gelmesini bekliyorum hala, Boca'da fena da oynamıyor hani. Dönem dönem Fotomaç'ın ilk sayfasını da süsleyen bir Juan Manuel Torres de var elde, o turnuvanın parlayanlarındandı gerçekten de. Oscar Ustari Pekin kadrosundan son anda çıkarıldı bildiğim kadarıyla. Getafe'de ismi uzun selefinden eldivenleri aldığı takdirde çok konuşulan bir kaleci olabilir. O turnuvada bir Adler vardı, bir de Ustari zaten benim için kaleci olarak...


Kadrolarda değişiklikler oldu tabi geçen yıllarda, tam anlamıyla bir rivalry demek güç olacaktır ama bu takımların bir kez daha karşı karşıya gelmesi bana futbolda bazı başarıların tesadüfe dayalı olmadığını ve bu modellerin örnek alınması gerektiğini gösteriyor. Eğer o gün Utrecht'te Arjantin'in karşısında bizim milli takımımız olsaydı bunu 2008'e taşıyabileceğimizi düşünmüyorum. Oyuncular ne kadar yetenekli olursa olsun şans bulmakta zorlanacaklar ve ileri adım atmaları gereken zamanda yerlerinde sayacaklardı, belki de geriye gideceklerdi. O kadroda bulunan, o günlerde bile ışık saçan bir Yasin Çakmak'tan bahsettik, Edu Dracena'dan çok mu geride acaba? Geçen sezon görev yaptığı maçlarda bana hiç öyle gelmedi açıkçası. Bir önceki jenerasyonumuzun da sonunu biliyoruz. O kadrodan Tuncay Şanlı dışında birisini saymak bugün mümkün değil pek. Fatih Sonkaya? Okan Koç? Kemal Aslan? Tabi ki bunlardan bazıları sakatlıklara yenik düşmüştür, bazıları da kendi zayıf iradelerine... Yine de ben sistemin de bu oyunculara hiç yardımcı olmadığını düşünenlerdenim.

Repesaj Geldi, Mertlik Bozuldu!


Angel Matos kariyerli bir taekwondocu, 2000 Sydney Olimpiyatları'nda altın madalyaya ulaştıktan bugüne kötü günler de geçirmiş aile hayatında. Aslında terslikler hemen Sydney öncesinde başlamış, annesini kaybetmiş ama bu üzücü olayı motivasyon aracı olarak kullanabilecek kadar da güçlü durmuş hayatın karşısında. Sonrası hakkında duyduklarım çok iç açıcı değil, yine de böyle bir skandal sonrası ortaya çıkarılmış karalama maksatlı şeyler de olabilir bunlar. Sporcuyu yakından tanımadığım için çok bir şey söylemek de istemiyorum. Ama bu yaptığı hiçbir şekilde kabul edilebilir değil, hele olimpiyat gibi bir platformda. Ömür boyu tüm spor müsabakalarından men cezası aldı Kübalı sporcu haliyle. Attığı bu tekme ya da WWE'ye aşina olanlarınızın Shawn Michaels'dan görmeye alışık olduğu bu 'sweet chin music' sonrası hiçbir özür olimpiyat ruhuna sürdüğü bu lekeyi temizleyemez. Küba'ya da hiç dönmesin bence, Fidel affetmez...

Vlasic Era


Başlığı görenler ilk olarak "Hangi Vlasic Era?" diyebilirler bugün yaşadığı ve yaşattığı şoku da düşünerek. Ben sadece Blanka'yı kastetmiyordum oysa ki... NTVSpor'un Pekin öncesi yayınlarından birinde tanık olmuştum Vlasic ailesinin yapısına. Basketbolcu olduğunu okuduğum annesini göremedik gerçi sözkonusu programda, belki çocuklarının daha sert olabilmesi için onları annelerinden ayırmış bile olabilir Baba Vlasic. Ama sporcu bir gen havuzundan çıktı yüksek atlamanın bu yeni yüzü, bunu kolaylıkla söyleyebiliriz... Josko Vlasic eski bir dekatloncu, TDK izin verirse belki de dekatlet. Hatta Akdeniz Oyunları için bulunduğu Casablanca şehri Blanka'nın isminin ilham kaynağı. Hayata 1-0 önde başlamış yani Blanka, ismini böyle büyüleyici bir şehirden aldığını düşününce görüntüsü çok da şaşırtmıyor beni. Zaten bu olimpiyatlarda bu açıdan favorim Estonyalı bir ablaydı, adını unuttum şimdi de bir ara eklerim buraya...


İki erkek kardeşi var Blanka'nın. Bir tanesi üniversiteyi basketbol bursuyla ABD'de okumaya hak kazanıyor. Ancak babası basketboldaki geleceğini parlak görmeyince kendisini apar topar Hırvatistan'a geri çağırıp cirit üzerine yoğunlaşmasını salık veriyor. Akabinde de bitmek bilmeyen bir kamp süreci... Küçük kardeş Nikola ise henüz ilkokul çağında, ancak ülkenin en büyük kulüpleri şimdiden onun peşinde, YouTube üzerinden birkaç videosuna da ulaşabilirsiniz muhtemelen. Luka Modric'ten esintiler sunan bu çocuğun da bir sakatlık yaşamadığı takdirde milli takım düzeyine ulaşabileceği yönünde genel görüş. Bir başarı hikayesi diyebiliriz Josko Vlasic'in yaptığına, tabi kendi hedefleri doğrultusunda. Babadan çok antrenör gibi gözüktü bana programda da, baskıcı yöntemler uygulamış olabileceğini de düşünmüyor değil insan. Vlasic'in bazı sözlerinden ben bu çıkarımı yapabiliyorum ama günahını da almayalım adamın yok yere.


Pekin'e çok iddialı gelmişti Blanka Vlasic, genel olarak da ikinciliği hazmedemeyen biraz kibirli bir hatun gibi gelmiştir hep bana. "Şu an için sadece bu deneyimin tadını çıkarmak istiyorum" gibi bir şey duyabileceğiniz biri değil yani. Olimpiyat Oyunları çok sık gerçekleşen bir olay değil biliyorsunuz, bu nedenle de spor aleminin en majör etkinliği. Bu bağlamda burada Belçikalı Tia Hellebaut'a kaybedilmiş altının kariyerinde dönüp bakmayı pek istemeyeceği bir sayfa olduğu aşikar. Ama Blanka henüz 24 yaşını doldurmadı, yani onu idolü Stefka Kostadinova'nın kariyerine benzer bir kariyere taşıyacak zamana sahip. İşe idolünün 1987 yılında kırdığı 2.09 metrelik rekor ile başlaması çok zor gözükmüyor, antrenmanlarda 2.10'un üstüne çıktığı da sır değil...


Olimpiyatlardaki bireysel yarışmalarda günlük ruh hali çok büyük bir etken olmakta, beden üzerinde de etkileri olabiliyor psikolojik durumun. Blanka'yı çok doğru bir psikoloji içinde görmediğimi söyleyebilirim bugün, yine de uzun atlamanın 1 numarası halen Blanka Vlasic. 30 yaşında 2.05 ile kariyerinin zirvesine ulaşan Tia'dan daha fazla potansiyeli olduğu ortada. Her ne kadar iddialı konuşmaktan çekinecek biri olmasa da, "En iyi yıllarıma daha var" cümlesini de çok sık duyuyoruz Blanka'nın ağzından. Pekin'de bir hayal kırıklığı yarattı mı, bunun için sağ çerçevede bir anketimiz de var zaten, ama bu güzel kadını önümüzdeki yıllarda çok konuşacağız. Selefi Stefka'nın da ilk olimpiyatında Seoul'den gümüşle döndüğünü hatırlatalım ve Blanka'nın Stefka ve rekorunu kırma ihtimali hakkında söylediği sözlerle bitirelim:


"Stefka is the most complete high jumper of all time. She has an unparalleled list of honours and her brightness was, and still is, immense. I want to be like her. She made her own history, and I am making my own history."

"I need to be in good shape, able to do lot of jumps of high intensity. Regarding technique, there is nothing special I need to change. It's more about circumstances and my physical ability in that moment."

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Moment of Zen #3


"Ben ömrümce muhalif yaşadım
Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
Onun için kan grubum
RH NEGATİF"

Can Yücel

Moment of Zen #2


"We lie the loudest when we lie to ourselves."

Eric Hoffer

Hasret Bitiyor


Galatasaray'ın şampiyonluğu ile biten 2007-2008 sezonunun ardından uzun bir ara Turkcell Süper Lig'den ayrı kalmıştık. Tabi ki yaz döneminde heyecan fırtınası şeklinde geçen EURO 2008 ve halen devam etmekte olan Olimpiyatlar'da yaşanan güzel heyecanlar da bu hasrete ilaç gibi geldi. Ligin çekişmesi, ezeli rekabet, şampiyonluk yarışı ve Avrupa Kupaları'ndaki karşılaşmaların tadı çok ayrı ama.


Uzun süren hasret yarın 19:00'da başlayacak Galatasaray-Denizlispor maçıyla sona erecek. Takımlar yeni transferleriyle ve yeni hedeflerle sezona başlayacak yine. Favoriler yine belli, üç büyükler. Hatta Cem'in kızacağını bilsem de mücadelenin yine iki takım arasında geçeceğini düşünüyorum. Gönül ister ki 7-8 takım şampiyonluğa oynasın ama olmuyor işte. Bütçe, taraftar sayıları ve basını kullanma gibi yönlerden çok üst düzey olan büyük kulüpler zirveye oynuyor hep. Gerçi Fransa'yı saymazsak her yerde böyle bu iş. Bu sene lig tabi ki çekişmeli geçecek, biz de bütün heyecanımızla izleyeceğiz elbette ama Avrupa'nın yeri bir başka. Sırf bu yüzden Sivasspor'un elenmesine sevindim. Bildiğiniz üzere alınan puan takım sayısına bölünüyor, ama Sivasspor UEFA Kupası'na katılamadığı için puanlamada yer almayacak. Beşiktaş'ı her ne kadar lig için favori görmesem de UEFA Kupası'nda gruplardan çıkıp 2-3 tur atlayacağını düşünüyorum. Kayserispor da çok sağlam bir takıma rastlamazsa gruplara katılabilir. Grup aşamasında beş takımdan üçü çıktığına göre oldukça şanslılar. 4 maç oynamaları kesin oluyor en azından, iyi puan çıkarabilmeleri çok muhtemel. Bu puan olayına kafamı bu kadar çok takmış olmamın nedeni de ülke puanı nedeniyle Cluj gibi takımların elini kolunu sallayarak Şampiyonlar Ligi'ne katılıyor olması. Bizimkiler ön elemelerle uğraşıp dursunlar...


Lig başlıyor diye yazı yazalım dedik yine Avrupa'yı araya sıkıştırdık. Artık takıntı mı oldu, yoksa huy mu orasını bilemeyeceğim. Ülke puanı olayına değinmeden futbol yazısı yazamaz oldum. Tekrar lige dönecek olursak, üstte de biraz değindiğim gibi geçen yıllardan çok farklı bir sezon beklemiyorum. Fenerbahçe ve Galatasaray kapışır, Beşiktaş da işgüzar yönetimine rağmen şampiyonluk mücadelesine katılır. Benim en fazla merak ettiği takım ise kesinlikle Trabzonspor. Gökhan Ünal, Rigobert Song, Selçuk İnan gibi çok kaliteli oyuncuları kaptılar, gerçi onlarla beraber 20-25 tane daha oyuncu kaptılar da neyse. Öyle bir durumdaki Trabzonspor, bir anda şampiyonluk yarışına da girebilirler, orta sıralarda da kalabilirler. Bir diğer sevindirici olay ise Antalyaspor, Eskişehirspor ve Kocaelispor gibi azımsanmayacak seyirci kitlesine sahip olan kulüplerin tekrar lige dönmesi. Darısı İzmir takımlarının başına.

Umarım en az geçen yılki kadar güzel bir lig olur. Tüm takımlara bol şanslar...

22 Ağustos 2008 Cuma

20 Ağustos 2008 Çarşamba

陰 陽 - Yin Yang


Yelena ISINBAYEVA



Lolo JONES

Lehmann Demişken...

Gelsenkirchen'de geçen on yıl, atılan iki gol, alınan UEFA Kupası. Üzerine fotoğraf bulunamayan beş maçlık bir Milan macerası. Yurda Dortmund formasıyla dönüş, Stefan Klos'dan alınan eldivenler, kazanılan lig şampiyonluğu, Pierre Van Hooijdonk'a kaybedilen bir UEFA Kupası, Giovane Elber'den gelen bir öpücük. İnişli çıkışlı Ada yılları, bir şampiyonluk, penaltı atışları ile United'dan çalınan bir Federasyon Kupası. Milli takımda birinci kaleci olarak gelen Dünya Üçüncülüğü ve Avrupa İkinciliği. Hakkını verir mi vermez mi tartışılır ama efsanevi bir kariyere sahip Jens "Tormann" Lehmann...












Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...