29 Ağustos 2010 Pazar

Yine O Adam


Günde 12 maçın yapıldığı bir şampiyonada bir şeyler mutlaka kaçacak, yayıncı kuruluşun programına baktığımızda bunun ayırdına varmalıyız. Fakat Doğuş Yayın Grubu dahilindeki diğer kanalların varlığı da düşünüldüğünde, erken kopması olası Türkiye-Fildişi Sahili maçının bir alternatifi sunulmalıydı. Aynı zaman diliminde Almanya-Arjantin ve İspanya-Fransa gibi sert maçlar varken, basketbol izleyicisi üçüncü sınıf bir takıma mahkum edilmemeliydi, link peşinde koşturulmamalıydı. NTVSpor'da karşımıza Mehmet Topal'ın ilk maçı olması vesilesiyle değil, daha çok sattığı için orada olduğu açık olan Valencia-Malaga çıkmamalıydı.

Fakat yine de NTV'nin genel anlamda iyi iş çıkarabildiğini söyleyebiliriz. Kaan Kural'ın milli maçlarda tribüne gönderilme sebebini biliyoruz, yabancı kısıtlamasına takılıyor. Ama buna çok fazla takılıp kalmak istemiyorum. Murat Murathanoğlu ve İsmail Şenol sesini duymaktan zevk aldığım spikerler. Bugünkü son maçı Arjantin kanalından izledikten sonra, Osman Sakallıoğlu'na bile sıcak bakabilirim. Zira futbol formasyonundan geldiğini açığa vuran o "Hidayet -es- Hidayet -es- Top hala Hidayet'te" tarzının en uç noktasını sundu bugün bana. Serbest atış çizgisine yönelen bir Carlos Delfino'yu, penaltı öncesinde gerilen bir Gheorghe Hagi'ye dönüştürmeyi bildi. Her topu son topmuşçasına anlattı. Ağzından çıkan her kelimeyi sanki son nefesiyle birlikte salıveriyordu... Korkunçtu. Daha sonra Onur Erdem yerinden bildirdi, elemanla tanışma fırsatı bulmuş ve Matias Delgado sempatizanı olduğunu öğrenmiş. Çok zayıf noktamı buldu, tüm sözlerimi geri aldım...

Caner Eler'in rotasyona dahil olması normal olarak bizi de sevindirdi, umuyorum ki rolü acilen büyüyecektir. Doğan Hakyemez sonrası Murat Özyer de esaslı bir upgrade olmuş... Fakat benim için bugünün yıldızı -bundan sonra- Merih Ak idi. Kendisinin daha önce herhangi bir basketbol maçı izlediği şüpheli. (Geçmişte oynamamış olması cüssesine haksızlık olurdu, muhtemelen oynamıştır.) Bunu söylemek için bir cümlesini duymak yeterliydi. Ama gün boyu arkadaşlarla da konuştukça, Ak'ın özel bir izleyici kitlesi oluştu. İzmir'e bağlandıklarını duyduğum gibi açtım NTVSpor'u istisnasız olarak. İspanya-Fransa maçını 'erken final' olarak nitelemesini dalgaya almış, oyuncu telaffuzlarına dikkat kesilmiştik. Fransa'ya inancı çok desteksiz değilmiş galiba, saygı duyuyoruz. Ama kamera karşısındaki jestleriyle spor ekranlarına yabancı gelen bir adam. Muhtemelen çok uzun ömürlü de olmayacaktır, ama eğer ki olursa yeni bir akım yaratabilir bu 'CNBC-e terk' görünümlü Ege bölge temsilcisi. Her seferinde aklıma Cihan Ceylan'ın şu karakterini getiriyor baba.


Adidas Cup'takine benzer not defterleri oluşturabilirim. Takım profilleri bitmediği için sana karşı mahcubum okuyucu, gözlerim yere bakıyor.

P.S.: Sine Büyüka kadar overrated olmak için ne yapmalıyım? Tanrı vergisi bir şey de olabilir gerçi.

Ya da şey olabilir. "Kadın. Top. Basketbol topu. Kadın ve basketbol topu. Basketbol topu ve kadın. Basketbol konuşan kadın. Anlamlandıramıyorum, o zaman bayağı büyük bir güç ile karşı karşıyayım. Basketbol konuşan kadın. Power forvet diyor. Tapmalıyım."

Bloguna arada sırada uğrar, radyo programını indie modundaysam kaçırmamaya çalışırım. Yanlış anlaşılmasın. Güzel müzik zevki var, playlistlere falan buradan ulaşabilirsiniz.

Don't Believe the Hype!


Temmuz ayı başında kamptakilere "Bu kadrodan kimler kesilir" diye sorduğunuzda ilk duyacağınız isim Eric Gordon olurmuş. En azından Chris Sheridan böyle diyor, yazısına dramatik bir sos katabilmek için de yapmış olabilir bunu. Ama herkes nasıl olduğunu anlamasam da "Amerikan basketbolunun gelecekteki yüzü" Stephen Curry'ye odaklanmışken, ben Curry yerine topa hükmetmeden de etkili olabilen bu çocuğu koymuştum 12 kişilik kadroma. Gerçi daha sonra Rajon Rondo'nun özel durumu sonrasında ben de Curry'yi elimin altında bulundurmayı tercih edebilirdim fakat her zaman Gordon'ın bu oyuncu havuzunda başka kimsenin sağlayamayacağı bir şeyi sunduğunu iddia etmiştim.

28 sayılık bir galibiyetteki rakamlar tek başına çok fazla şey söylemeyebilir. Bu yüzden Gordon'ın ABD takımı adına 22 dakikayla en çok süre alan ve 16 sayıyla da en çok sayı bulan oyuncu olduğunu söyleyip kesmeyeceğim. 6/8 ile şut attığını ve kaydettiği dört üçlüğün ikisinin maçı koparan 24-4'lük serinin tetikleyicisi olduğunu ekleyeceğim. Hırvat oyuncularının sahadaki 'riske edemeyecekleri adam' olarak belledikleri Gordon'ın varlığında, onun adamından yardıma giderken nasıl çekindiğini ve bu durumun takımın penetreci kısalarını ne kadar olumlu etkilediğini şemalarla anlatacak değilim. Bunu yapan bloglar var. Benim de onlara saygım var. Yalnızca onlardan biri değilim. En azından bugün... Bir sonraki maça bir de bu açıdan bakar, bu durumu bizatihi tecrübe edersiniz zaten. Öylesi daha güzel. (Blogosfer gerilmiş diyorlar, kimseye bir şey demeye çalışmıyorum. Aman!)

"Nokta şutör yokluğu da ABD kadrolarının geleneksel problemlerinden biri olarak göze çarpmıştır her zaman. Bu kadroda zaman zaman 2 numaraya çekilebilecek Billups'la ve çok formda gözüken Eric Gordon'la bu problemin aşılacağını düşünüyorum. Andre Iguodala, Danny Granger ve Rudy Gay gibi dış oyunculardan çok bu tip oyuncular iş görüyor bu tip turnuvalarda."

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Brave New World - Tier I

1. İspanya (Grup D)

Ricky Rubio, Raul Lopez, Juan Carlos Navarro, Sergio Llull, Rudy Fernandez, Alex Mumbru, Fernando San Emeterio, Victor Claver, Felipe Reyes, Jorge Garbajosa, Marc Gasol, Fran Vazquez.


2. Sırbistan (Grup A)

Milos Teodosic, Milenko Tepic, Aleksandar Rasic, Ivan Paunic, Nemanja Bjelica, Stefan Markovic, Dusko Savanovic, Marko Keselj, Nenad Krstic, Kosta Perovic, Novica Velickovic, Milan Macvan.

3. ABD (Grup B)

Chauncey Billups, Kevin Durant, Derrick Rose, Russell Westbrook, Rudy Gay, Andre Iguodala, Danny Granger, Stephen Curry, Eric Gordon, Kevin Love, Lamar Odom, Tyson Chandler.

4. Yunanistan (Grup C)

Ian Vougioukas, Ioannis Bourousis, Nikos Zisis, Vassilis Spanoulis, Nick Calathes, Antonis Fotsis, Georgios Printezis, Stratos Perperoglou, Kostas Tsartsaris, Dimitris Diamantidis, Kostas Kaimakoglou, Sofoklis Schortsanitis.

Bitmedi bunlar ya, belki bu gece tamamlarım...

Brave New World - Tier II

5. Brezilya (Grup B)

Marcelo Huertas, Nezinho dos Santos, Raul Neto, Leandro Barbosa, Marcelinho Machado, Alex Garcia, Marcus Vinicius, Anderson Varejao, Guilherme Giovannoni, Murilo Becker, Tiago Splitter, Joao Paulo Batista.

6. Rusya (Grup C)

Viktor Khryapa, Andrey Vorontsevich, Sergey Monya, Alexey Zhukanenko, Alexander Kaun, Timothy Mozgov, Anton Ponkrashov, Evgeny Kolesnikov, Sergey Bykov, Evgeny Voronov, Vitaly Fridzon, Dmitri Khvostov.


7. Arjantin (Grup A)

Türkiye'ye Manu Ginobili'den yoksun gelen Arjantin'e biraz fazla iltimas tanındığını düşünüyorum. Bunda Arjantin'in, FIBA basketbolundan uzak Amerikalı yazarların ilk beşindeki tüm isimleri zorlanmadan sayabildikleri az takımdan biri olması da bir rol oynamış olabilir. Geçen hafta içerisinde yedinci sırada konumlandırdığım Arjantin'i, Ankara'da izledikten sonra üçüncü katman takımları arasına koymanın daha doğru olduğunu düşünmüştüm. Andres Nocioni'nin şampiyonada yer almayacağının kesinleşmesi de bu yeni algımın perçinlenmesine hizmet etti diyebilirim.

Sergio Hernandez beğendiğim çalıştırıcılardan. İşini gerektiği kadar iyi yapıyor ve Arjantin basketbolunun temel oyun yapısını bu takıma da başarıyla uygulatıyor. Bu alanda Pablo Prigioni gibi bir oyun kurucunun varlığı da onun elini güçlendiriyor, kabul etmek gerekir ki... 2002'de altın madalyası gasp edilen o Arjantin takımının oyun kurucu bölgesinde Pepe Sanchez ve Alejandro Montecchia bulunuyordu. Ettore Messina
altında geçtiğimiz seneyi çok olumlu geçirmese de Prigioni'nin, Sanchez'in emekliliği ardından onun rolüne gayet iyi oturduğunu söyleyebiliriz. (Paolo Quinteros, yeni Montecchia olabilir mi?) Özellikle Prigioni-Scola üzerinden oynanan pick-and-roll basketbolu, hücumları oturduğu zaman dünya üzerindeki en iyi basketbolu oynayan takımlar oluşturmakla ünlü Arjantin'in birincil sayıya gidiş planlarından. Luis Scola'yı kullanma yönünde takım arkadaşları ekstra bir çaba gösterirse, Scola'nın her maçta 20 sayı atmaması için pek bir sebep göremiyorum.


Takımın en büyük problemi ise derinlik yoksunluğu. Pota altında ilk beş oyuncusu Fabricio Oberto bile birkaç senedir doğru dürüst oynama şansı bulamazken ve dolayısıyla eskisi kadar güven arz etmezken, kenarda veteranlar liginden çağrılmış gibi gözüken bir pehlivan, içeriye girmektense 9.5 metreden şutlar göndermeyi tercih eden bir Arjantin yerlisi takımın uzun rotasyonunu oluşturuyor neredeyse. Bu yaz büyük fedakarlıklarla kendisini aday kadroya dahil eden, ancak kariyerini tehlikeye atmayı göze almasına rağmen olduramayan Nocioni'nin yokluğunda ilk beşin de eskisi kadar parlak gözükmediğini söyleyebiliriz. Sanırım Estudiantes'ten tanıdığımız Hernan Jasen ondan boşalan yeri dolduracaktır. Yine bu eksiklikle Carlos Delfino'nun umarsızca şut yollamak için yeterli ortamı bulacağını tahmin edebiliriz ki bu her zaman olumlu sonuçlar vermez. Prigioni onu kontrol altında tutmaya çalışacak fakat hem bu göründüğü kadar kolay bir iş değil, hem de Arjantin bir bakıma Delfino'nun o 'kamikaze' oyun stiliyle fark yaratmasına ihtiyaç duyuyor.

Meramımı anlatabildim sanıyorum. Bu listede yedinci sırada olmasına da aldanmayın zira Ağustos ortasındaki sıralamaya sadık kaldım söylediğim gibi. Nocioni'nin sakatlığı sonrası elde kalan 12 ise şöyle: Pablo Prigioni, Luis Cequeira, Carlos Delfino, Paolo Quinteros, Hernan Jasen, Federico Kammerichs, Marcos Mata, Luis Scola, Leonardo Gutierrez, Fabricio Oberto, Juan Gutierrez, Roman Gonzalez.


8. Hırvatistan (Grup B)

Okuduğum kaynaklarda Hırvatistan'a benim kadar değer veren bir ikinci yazara rastlamadım. Birkaç kötü prova vermiş olabilirler, genelde kötü bir grafik çizen Rusya'ya iki maçta da yenilmeleri etkili olmuş olabilir mesela. Fakat hazırlık maçlarını hiçbir zaman ciddi bir veri olarak tanımlamamışımdır. Önümde duran kadro beni heyecanlandırıyor, takımın bu oyuncularla doğru kimyayı yakalayabildiğini de defalarca gördük ve Polonya'daki başarısızlığın sorumlusu olarak gözüken teknik adam-oyuncu anlaşmazlıkları Jasmin Repesa'nın gönderilmesiyle ortadan kalkmış gibi gözüküyor. Yerinde oyunculuğunu da hayranlıkla izlediğim Josip Vrankovic olacak bu turnuvada.

Geçen seneyi 'başarısızlık' olarak nitelendiriyoruz fakat takım göz alıcı olmaktan uzak olan ve beklentileri karşılayamayan oyununa rağmen turnuvayı altıncı sırada bitirmeyi becerebilmişti günün sonunda. O kadroya baktığımda Mario Kasun'u vazgeçilmez isimlerden biri olarak görüyordum ama onun yokluğunda geçen seneyi harika geçiren ve sene sonunda Darjus Lavrinovic'i benche hapseden Ante Tomic fazlasıyla güven veriyor. Zaten benim vazgeçilmez gördüğüm Kasun'a, ne yazık ki Repesa aynı değeri vermemiş ve kritik maçlarda 10-12 dakikalık oynama sürelerini aşamamıştı. Coach değişikliğine karşın milli takımdan emekli olma kararındaki ısrarını anlayabiliyorum aslan parçasının. Pota altında 2.10 metre üzerinde dört oyuncu olsa da nicelikteki bu zenginlik, kaliteye aynı oranda yansımamış durumda. Moda tabirle ifade etmek gerekirse: "Kresimir Loncar hiçbir özelliği olmayan bir oyuncu. Bugün Bank Asya Ligi'nde bunun gibi çok oyuncu bulursun Ersin." Hakikaten de pek güvenmediğim bir isimdir. Luka Zoric de faul problemleri nedeniyle süre bulacak olursa, bunun hakkını ne kadar verebilir emin değilim. Sanki Tomic gibi tecrübesiz sayılabilecek bir oyuncu arkasına Stanko Barac ve Sandro Nicevic gibi oyuncular daha iyi gidermiş.


Tomic'in varlığı ortayı kapatma konusunda çok kritik olacak. Amerikan takımının Tomic'i kiminle tutabileceğini bilmiyorum, büyük zorluk yaşayacaklardır. Zira 4 numarada da Iguodala-Gay gibi çakma power forvetlerle savunmayı ancak hayal edebilecekleri, Avrupa'nın skor anlamında en efektif oyuncularından Marko Banic olacak. Birkaç sene öncesine kadar tamamen perde üzerinden dış oyuncularına şut imkanı yaratma üzerine temellendirdikleri bir hücum anlayışları varken, artık pota altında da silahları olacak. Özellikle 2 numaradaki combo guardların etkisiyle yumuşayan takım savunması için, Polonya'da yer almayan genç yetenek Bojan Bogdanovic ve izlemekten en çok keyif aldığım oyunculardan Marko Tomas'ın varlıkları çok anlamlı. Roko Ukic geçen sezon Fenerbahçe Ülker formasıyla savunmada da standart üstü bir performans ortaya koymuştu, fakat yarı final için kapışacakları takımlar arasında fizikli oyun kurucular dikkat çekiyor. Burada turnuvanın sonunu getirebilecek kadar sağlıklı bir Zoran Planinic de Hırvatistan için önemli bir ihtiyaç olacak...

Turnuva öncesi takımları sıralayıp, Hırvatistan'ı 14. sıraya koyanlar var. İnanamadım Haşmet: Roko Ukic, Davor Kus, Marko Popovic, Bojan Bogdanovic, Rok Stipcevic, Marko Tomas, Zoran Planinic, Ante Tomic, Kresimir Loncar, Marko Banic, Luka Zoric, Luksa Andric.

27 Ağustos 2010 Cuma

Brave New World - Tier III

Dünya Basketbol Şampiyonası başlıyor. Yıllardır "Büyük 2010 Hedefi" öne sürülerek halı altına süpürülen başarısızlıkların karşılığında 26.9 yaş ortalamalı bir takımla başlayacağız turnuvaya. Önceki senelerde 'geleceğin takımını kuruyoruz' söylemiyle kadroya alınmayan Ömer Onan ve Kerem Tunçeri gibi isimler takımın muhtemel ilk beş oyuncuları. Yaşananlar ışığında yedi yıldır sabotaj altındaki Türk basketbolu, bugün halkına -FIBA'nın her yıla bir şampiyona anlayışı içerisinde- sıradanlaşmış bir organizasyonda madalyayla tüm bunları unutturabileceğini sanıyor. Muhtemelen de çok haksız değil.

Şurada paylaştığım şeylerden sonra şampiyonaya ilgimi önemli ölçüde kaybettim açıkçası. Yine de ilk parçasını yayınladığım seriyi tamamlamaya çalışacağım... Bu sıralamayı 10 gün önce yaptım ve o zamandan beri Andres Nocioni, Nene Hilario, Jose Calderon gibi önemli oyuncuların sakatlıkları ve Yunanistan-Sırbistan maçının cezaları kafamda bazı değişikliklere yol açtı. Ancak ilk listeye sadık kalacağım.


9. Litvanya (Grup D)

Çapraz grubumuzda yer alan Litvanya, ikinci turdaki en olası rakiplerimizden biri konumunda bana göre. FIBA, wild-cardlardan birini Litvanya'ya verirken İstanbul'da böyle bir kadroyla karşılaşacağını sanmıyordu muhtemelen. Son turnuvalarda Litvanya'yı eksik kadrolarla görmeye alışmıştık, fakat -sanırım bir istisnayla- Ramunas Siskauskas hep buradaydı. Milli takımdan emekliliğini açıklayan Siskauskas'ın yokluğunda Litvanya'nın hücumlardaki akıcılığı aynı başarıyla sağlayabilmesini beklemiyorum doğrusu.

Geçen sezonu formsuz geçen Sarunas Jasikevicius ve Rimantas Kaukenas, bu turnuva özelinde baktığımız zaman en büyük eksikler olarak düşünülmüyor. Turnuvaya gelmeyen yıldızlar sayılırken de bu oyuncuların ismini çoğunluk telaffuz etmiyor. Gerçekten de böyle birer sezondan sonra Saras ve Rimantas'ın yokluklarının çok büyük sorun teşkil etmemesi beklenir. Fakat Litvanya'nın oyun kurucu bölgesinde yıllardır yaşadığı sıkıntılar sır değil. Bu şartlar altında yapılması gereken, geçen sene Zalgiris formasıyla nihayet kulüp seviyesinde de sorumluluk aldığı bir sezonu geride bırakmış Mantas Kalnietis'e direksiyonu vermek ve hata yaptığında da sırtını sıvazlamak olmalı. Kalnietis'in oyunu kulüp takımlarında geçirdiği kayıp sezonların da etkisiyle hala defektler barındırıyor. Örneğin bu turnuvada alacağı dakika ölçüsünde top kaybı krallığına aday olabilir, savunmada zaman zaman rakibine el sallayarak tribünlerdeki yeşil kalabalığı çileden çıkarabilir. Ama Eurobasket 2011'e ev sahipliği yapacak Litvanya'nın bir senede bu bölge için daha iyi bir oyuncu yetiştirme ihtimali yok. Yine Saras'tan yardım isteyeceklerdir, ancak onun da artık teraziye yarardan çok zarar koyduğu dönemler geldi. Kontrol altına alınamayan büyük egosuyla, gelecek sene birinci oyun kurucu ilan edilirse büyük başarılar yaşattığı halkına bir sürprizle veda edebilir...


Kadrodaki tek ışıltılı isim Linas Kleiza ve bu takım kesinlikle onun takımı. Kalnietis dışında Klimavicius-Jankunas-Pocius üçlüsü de Zalgiris'teki birlikteliklerini buraya taşıyarak önemli birer yan parça olmaya çalışacak. Türkiye ve ABD'ye karşı izlediğim Litvanya bende daha güçlü bir rakip izlenimi yarattı ve şu anda bir liste yapsam kendilerini bir üst tarafa atmaları mümkündü. Darjus Lavrinovic ve Ksistof Lavrinovic'in yokluğunda, geçirdiği sakatlıklardan sonra ve her zaman başına iş açan kolay faulleriyle güvenilir olmaktan uzak Robertas Javtokas dışında bir pota altı gücü göze çarpmıyordu. Ancak Martynas Andriuskevicius, Almanya'daki hazırlık turnuvasında oynadığı iki maçta da (Türkiye ve Hırvatistan) önemli katkı vererek bizi tekzip etti. Muhtemelen Kalnietis-Gecevicius-Maciulis-Kleiza-Javtokas ilk beşini göreceğiz Litvanya'da. Savunmada kısaların yaratacağı handikapları, Maciulis-Kleiza gibi sert forvetlerle kompanse etmeye çalışacaklar. Javtokas'ın etkinliği bu takım için kilit faktörlerden bana kalırsa. Hazırlık maçlarında zaman zaman denedikleri Kleiza-Jankunas ikilisinin size olarak sıkıntı yaşamaları sürpriz olmaz. Hazırlık turnuvalarının aksine ana şampiyonada böyle net zayıflıkları kullanma konusunda coachlar daha arzulu oluyorlar...

Kestutis Kemzura son olarak Mindaugas Lukauskis'i kadrodan kesti ve Türkiye'ye şu oyuncu grubuyla geldi: Martynas Gecevicius, Martynas Pocius, Simas Jasaitis, Mantas Kalnietis, Tomas Delininkaitis, Renaldas Seibutis, Jonas Maciulis, Linas Kleiza, Paulius Jankunas, Tadas Klimavicius, Robertas Javtokas, Martynas Andriuskevicius.



10. Türkiye (Grup C)

Hazırlık maçlarında çok iyi sinyaller vermedik. Özellikle de bu takımdaki alpha guy olduğunu artık kabul etmemiz gereken Ersan İlyasova'yı manasız denemeler sebebiyle kaybeder gibi olduk. Neyse ki Efes Pilsen World Cup ile birlikte, Bogdan Tanjevic'in yıllardır en büyük saplantısı olan o "Super Size Me" takımını çok sık görmemeye başladık. Ersan'ın gönlünü hoş tutmak bu takım için hayati gerekliliklerden biri ve bu Kerem Gönlüm'ün tek rolünün havlu sallamak olmasına yol açıyorsa yapacak bir şey yok.

Fransa'daki Eurobasket '99 öncesinde Orhun Ene'nin -sanırım vize problemi nedeniyle- saf dışı kalmasıyla oyun kurucu koltuğuna oturan Kerem Tunçeri oradaki saltanatını hala koruyor. Kerem'i beğenen biriyim ve Efes Pilsen'e son gelişinde de, pası ön planda tutan gerçek bir oyun kurucuya kavuşulduğu için sevindiğimi hatırlarsınız. Fakat Avrupa'nın elit 10 basketbol ülkesinden birinde bu koltuğu kimselere bırakmayacak bir oyuncu olmadığının farkında olmalıyız. Geçen sene Kerem ile birlikte oynatıldığında kariyerinin en iyi maçlarını çıkarmış Ender Arslan, bu sene yine yedek oyun kuruculuğa geri dönüş yapacak ve sinirlerimizi test edecek. Geçtiğimiz haftaya kadar ülkede basketbol konuşan insanların birçoğu, neredeyse Evren Büker'in kadroda tutulması için Taksim'de yürüyeceklerdi. Ben Evren'in nasıl olup da tüm dertlere deva olacak oyuncu olarak gösterildiğini pek anlayamamıştım, kadrodan kesilmesine de herhangi bir tepki vermedim açıkçası. Beklediğim bir şeydi... Benim göremediğim bir şey varsa kusura bakmayın ama Ömer Onan, Sinan Güler ve Cenk Akyol'dan oluşan 2 numara rotasyonunu görünce insanları bunu iten şeyi anlayabiliyorum. (Gerçi bu insanların birçoğu Evren'in oyun kurucu bölgesinde değerli bir alternatif olabileceğini iddia ediyordu ve burada anlaşamıyorduk.) Sonuç olarak kısa rotasyonumuzun turnuvanın en kötülerinden. Buradan maç başına 1-2 tane Ender dellenmesi kaynaklı floater bulursak, 3-4 pozisyonda da Sinan'dan gelecek hustle katkısıyla savunma dozajını artırabilirsek yeterli olur.


Hidayet Türkoğlu sahada kaldığı 8-10 dakikadan sonra faul çizgisindeki Patrick Ewing gibi terliyor. Soyunma odasındaki pizza partilerinin kariyeri ilerledikçe sıkıntı yaratacağını tahmin ediyorduk. Geçen sene de fizik olarak hazır olmaktan çok uzaktı ve bu şampiyonada da limitlerinin çok altında göreceğimizi sanıyorum onu. İşin kötüsü pick-and-roll basketbolunun çok fazla para etmediği NBA'de bile önemli bir pick-and-roll silahı olarak acayip kontratlar elde etmiş bir adamı tek kullanış biçimimiz isolation oyunlarından ibaret. Pota altındaysa Ersan'ın yanındaki dörtlü farklı alanlarda katkılar verebilecek zengin bir oyuncu grubu anlamına geliyor. Fakat onların da meşhur 2010 planı ilk devreye sokulduğunda gelmeleri beklenen yerden fersah fersah uzak olduğunu üzüntüyle fark ediyoruz. Ömer Aşık geçen sene kulübüyle yaşadıklarından dolayı bildiğiniz gibi profesyonel basketboldan uzunca bir süre mahrum kaldı. 2010 hedefinin yaratıcılarından biri bu kulübün coachu, bir diğeri ise başkanının kankası iken buna izin vermeleri o hedefin aslında ne kadar da göstermelik bir hedef olduğunu söylüyordu bize bir kez daha... Buna rağmen Ömer hazırlık karşılaşmalarının en iyilerindendi. Sevdiğim bir çocuktur. Umarım hem burada, hem de Chicago'da ortalığın tozunu atar.

Üst tarafa koyduğum Güney Amerikalılar'dan gelen iki kritik sakatlık haberi bizi belki bu listede yukarı çekebilir ama bu iki takım da kısa vadede bizim rakibimiz değil. Rusya ve Fransa kötü provalar verirken, Litvanya ve Yunanistan iyi gözüküyorlar. Yalnızca iki haftaya yayılan ve büyük oranla günlük performanslarla şekillenen bir şampiyonada her şey olabilir ve bu kadro madalyaya da gidebilir. Bunu herhangi bir somut madde üzerinden rasyonalize edemiyorum ama zaten bizim milli takımlarımız için bunu yapmak nadiren mümkün olur. Fakat ben çok ümitli olamıyorum. 13 kişilik kadro şöyle, kimin kesileceği açık gibi: Kerem Tunçeri, Ender Arslan, Barış Ermiş, Ömer Onan, Sinan Güler, Cenk Akyol, Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova, Oğuz Savaş, Kerem Gönlüm, Ömer Aşık, Semih Erden, Fatih Solak.


11. Slovenya (Grup B)

Slovenya'nın bu turnuvaya eli her zamankinden daha zayıf olarak geldiği söyleniyor, fakat onların sorunu hiçbir zaman bu olmadı ki... Bunu söylemenin daha şık bir yolu vardı, fakat hatırlayamadım. Dolandırmadan şöyle ifade edeyim, kullanmadığın müddetçe elinde bulundurmanın manası yok.

Slovenya her turnuvaya NBA ve Euroleague yıldızlarıyla şişirilmiş bir kadronun havasıyla geldi. Bugün ellerinde ülkenin en yetenekli aktif uzunu olan Erazem Lorbek yok, geçen sene kadroya katılma süreci hüsranla noktalanmış Sasha Vujacic yok, Rasho Nesterovic ve Matjaz Smodis belki de defterden silinme zamanı gelmiş isimler. Bunlara bir de coach Memi Becirovic'in, kaptanı Jaka Lakovic'i ilk beş başlatacağını açıklayarak kadrodan kaçırdığı Beno Udrih eklendi kampın başında. Fakat bu takımın elinde hala yetenekli bir oyuncu grubu olmasına rağmen fazla olumlu konuşamıyorum. Zira Slovenya kadroları için asıl konu, potansiyellerini gerçeklemek oldu daha ziyade. Bu takdir edilesi basketbol ülkesi, kısa bir zaman dilimine yayılan ve her açıdan yoğun geçen bu tip şampiyonalarda -belki '09 istisnasıyla- hiçbir zaman gerekli karakteri gösteremedi. Bu karakteri Lakovic'le göstermeyi deneyeceksen, kendin bilirsin. Fakat burada çok kritik bir sorumluluk üstlenebilecek ve Sacramento Kings ile ortalama üstü bir sezonu geride bırakarak gelen Udrih'i kadro dışına itmek çok mantıklı değildi.


Bu takımda her zaman bazı savaşçılar oldu. Goran Dragic her iki guard pozisyonunda oynarken de böyleydi, aynı şekilde Smodis de sert ve karakterli bir oyuncuydu. Fakat benden Sloven milli takımının son 10 yılını özetlemem istendiğinde, göstereceğim isim Lakovic olurdu. Geçen seneki şampiyonada nihayet biraz olsun aşılmaya başlanmış yumuşaklık, işler kızıştığında o anı yaşıyormuş gibi gözükmemek, hücumdaki pasa dayalı akıcı basketbolun savunma yapmama gibi bir lükse imkan tanıdığı yönündeki zihniyet Slovenler'in sonuna kadar gitmesini engelleyen basketbol karakteristiğinin birkaç temel maddesi idi. Bunların hepsini bir ölçüde Lakovic'in oyun stiliyle özdeşleştirebiliyorum. Fakat Lakovic'in zamanı dolmak üzere ve artık uluslar arası otoriteler bu takımı Dragic'in takımı olarak görüyor. Bu Slovenya için gelecek adına olumlu bir işaret. Fakat kendi evlerinde bütün uzunları oyun dışı kalmış bir Yeni Zelanda takımına uzatmada verdikleri maçı izlemem Slovenya adına bu şampiyonada da umutlarıma sekte vurdu. O gün eksik olan tek oyuncunun Dragic olması, az önce ortaya koyduğumuz argümanı destekleyecek ve takımın yeni karakterinin Dragic üzerinden şekillendiğini düşündürerek o ışığı tekrar görmemizi sağlayabilecektir.

Slovenya'dan bahsederken büyük resme bakmayı tercih ederim ve burada isimlerin çok da belirleyici olduğunu düşünmem. Smodis-Nesterovic ikilisinin yokluğunda Slokar-Brezec ile başlayacaklar ve kenardan da -işte gerçek savaşçı- Miha Zupan, Hasan Rizvic ve Gasper Vidmar gibi kısıtlı oyuncular gelebilecek. Bu sorun olabilir. İşte nihai kadro: Goran Dragic, Uros Slokar, Jaka Lakovic, Samo Udrih, Bostjan Nachbar, Goran Jagodnik, Jaka Klobucar, Primoz Brezec, Sani Becirovic, Hasan Rizvic, Miha Zupan, Gasper Vidmar.


12. Almanya (Grup A)

Almanlar buraya yine geçen seneki proje takımlarıyla geliyorlar. Geçen sene hazırladığım takım profilinde -Tık!- şöyle demişim: "Almanlar'ın uzun yıllar sonra bir turnuvaya farklı beklentiler içinde geldiğini görüyoruz, burada aslolan gelecek dönemlerde takımın iskeletini oluşturacak oyunculara gerekli uluslar arası tecrübeyi sağlamak. Yakın gelecekte '1 Süper Yıldız + Herhangi 11 Adam' formülünü tekrar uygulamaya koymak pek mümkün görünmediğinden, bu turnuvanın söz konusu genç oyuncular yoluyla yarının kazanılması adına büyük önem taşıdığı aşikar." Bu anlamda oldukça değerli bir turnuvayı geride bıraktılar ve yalnızca 1 galibiyet almış olmalarına rağmen artık Dirk Nowitzki dışındaki Alman oyuncuları 'herhangi 11 adam' olarak nitelemeden önce herkes iki kez düşünecektir.

Tıpkı Eurobasket '09'da yaptıkları gibi hazırlık turnuvalarında da Türkiye, Porto Riko, Rusya önünde alınan güzel galibiyetlerin dışında -Yunanistan maçı istisnasıyla- her maçı kafa kafaya oynadılar ve son dakikalara taşıdılar. Maç sonlarında elbette bu genç takımla büyük dezavantajları var, fakat oraya getirmekten vazgeçmiyorlar kesinlikle. Bunun Alman ulusunun karakteri olduğunu söyleyebiliriz ama öylece kestirip atmamak gerekir. Dirk Bauermann gibi oyun tarzını bu kararlılık üzerine kuran bir coachun yönetiminde olmaları mutlaka bugünkü görüntüye yardımcı olmuştur. Kadroya baktığımızda yine Demond Greene gibi asırlardır bu şampiyonalarda top oynayan ve Nowitzki'nin önemli yardımcılarından olmuş bir tecrübe var. Steffen Hamann, Heiko Schaffartzik, Jan Jagla gibi isimleri bile takımın yaşlıları arasına dahil ediyoruz. Hep bahsettiğim 88-89 jenerasyonundan güç alan kadroda Harris-Benzing-Ohlbrecht-Pleiss-Staiger beşlisinin tecrübelerine birer sene ve şampiyona daha eklemeleri kesinlikle takımı limitlerine yaklaştıran bir faktör.


Hamann-Schaffartzik guard ikilisi bana fena halde Ender-Kerem kombinasyonunu anımsatıyor ve bu hoş bir şey değil. Bunları dengeleyebilecek Pascal Roller gibi bir adam falan iyi gidebilirdi ama o da artık bu tempoları kaldırabilecek durumda değil, kabul etmeliyiz. Sahadaki oyun aklını da gençlik yıllarını düşündüğümüzde ironik gelse de Greene yukarı çekecek. Robin Benzing henüz şut mekaniğini bile kararlaştıramamış bir çocuk, Elias Harris müthiş bir yetenek olmasına rağmen kolejde birincil silahı haline getirdiği post-up oyununu FIBA basketboluna taşıması mümkün değil. Arkasında sırtını vurabileceği fazla isim bulamayacak. Ohlbrecht-Pleiss ikilisi bu yıl takımlarında süre bulmakta zorlanmadılar ve güvenleri yerinde. Jagla'yı da aralarına kattığımızda fena menzili olmayan, savunmayı dağıtma konusunda başarılı bir uzun grubuna sahipler. Fakat Hamann haricindeki dış oyuncularının delici bir özellikte olmaması, bunu büyük bir artı olarak hanelerine yazamamamıza yol açıyor.

Bauermann, Bayern München projesi -Tık!- beklediğim gibi ilerlerse, 3-4 sene içerisinde Avrupa'nın büyük güçlerinin peşinden gitmesini beklediğim bir çalıştırıcı. Benzing Avrupa basketbolunda, Harris de NBA'de ortalamanın üstü oyuncular olmak için yeterli kumaşa sahipler. Bu düşüncelere sahip birinin, Almanya'ya hak ettiğinden fazla değer vermesini bekleyebilirsiniz ve şu anda da kendilerini Avustralya'nın önüne koymamı anlamlandıramıyor olabilirsiniz. Fakat zaman beni haklı çıkarabilir, dikkat! 12 kişilik kadro şöyle oluşmuş: Steffen Hamann, Heiko Schaffartzik, Per Günther, Demond Greene, Lucca Staiger, Robin Benzing, Philipp Schwethelm, Elias Harris, Jan Jagla, Tim Ohlbrecht, Tibor Pleiss, Christopher McNaughton.

Der Untergeher #1

"İnsanlara baktığımızda yalnızca sakatları görürüz, demişti Glenn bize bir keresinde, dışsal ya da içsel ya da içsel ve dışsal olarak sakatlanmışları, başkaları yoktur, diye düşündüm. Bir insana ne kadar uzunca bir süre bakarsak o kadar sakatlanmış olduğunu kavrayamayacağımız kadar sakatlanmıştır, işin aslı budur. Dünya sakatlarla doludur. Sokağa çıkarız ve yalnız sakatları görürüz. Birini davet ederiz, evimize bir sakat gelir, derdi Glenn, diye düşündüm."

"Bitik Adam", Thomas Bernhard
YKY, Çeviren: Sezer Duru, s. 26

Şükür’ün ‘Evet’i, Karimi’nin ‘Hayır’ı

Referanduma sayılı günler kala Başbakan Erdoğan’ın yarattığı ‘bertaraf olma iklimi’nde ‘evet’ cephesi nihayet Hakan Şükür’ü de kazandı! İktidarın isteğine ‘hayır’ demenin ‘bertaraf edilme’ (yok edilmek) olacağının açık seçik dile getirildiği ‘Türk tipi demokrasi’de ‘evet’çiliğini korkmadan deklare etti Şükür!
Tersinden bir örnek İran’da yaşandı. Persler’in Maradonası lakaplı İranlı futbolcu Ali Karimi, önce muhalefetin rengi olan ‘yeşil’ bileklik taktı diye milli takımdan, sonra oruç tutmadığı ve disiplinsiz davrandığı gerekçesiyle oynadığı Steel Azin’den kovuldu. İran ölçülerinde ‘Hayır’ dediği için Karimi’nin başına daha neler gelecek kimbilir?
Böylesi iklimlerde muktedirden yana bu kadar açık tavır koymanın ahlaki veçhesi bir yana ben Şükür’ün ‘evet’ini gerekçelendirirken kullandığı dile takıldım.
“Türkiye’ye uzun zaman hizmet etmiş biriyim. Partiler üstü bir düşünceyle ‘evet’ oyu kullanacağım” demiş Hakan Şükür. Bu, ‘Türkiye’ye hizmet’ meselesi çok ilginçtir. Sabah uyandığımızda kapımızın önündeki çöpü toplayan insan da bize ve dolayısıyla ülkeye hizmet eder, ama bunu söylemek aklına bile gelmez. Öğretmenin, doktorun, işçinin, bir annenin vs. hizmeti de bu anlamda ‘dilsizdir.’ Sanırsınız ki, Hakan Şükür ‘hizmetleri’ni Darülaceze yararına yaptı. Ülkenin nimetlerinden dibine kadar yaralananlar ortaya “Hizmet ettik” diye çıkıyorlarsa orada samimiyetle ilgili şüphelenilecek mutlaka bir şeyler vardır.
Hepimiz birbirimize hizmet ediyoruz. Garson bana, ben gazete yaparak garsona, çöpü toplayan çöpçü bakterilerin gezegeni ele geçirmesine engel olarak doktora, doktor hastalanan çöpçüye...
“Dil, varoluşun evidir” der Martin Heidegger. Onu nasıl kullandığımız kim olduğumuzu, şu hayatta nerede durup kimden yana tavır aldığımızı da gösterir.
Başkalarını bilmem, o duymuyor olsa bile ben Ali Karimi’den yanayım.

Schuster de Öğrenecek Nereye Geldiğini!
Belki biri Bernd Schuster’in kulağına bu topraklarda tarih diye çocuklara sürekli ‘savaş’ anlatıldığını ve o ‘savaş tarihi’nin de Kanuni Süleyman’ın son Viyana kuşatmasının ardından hep ‘müdafaa yaparak’ geçirildiğini fısıldasa, o da Belediye maçında nelerle karşılaşacağına dair belki bir fikir edinmiş olurdu.
Evet, her ülkenin kendine ait yanılsamaları, kendine ait bir ruhu vardır ve bu elbette futbola da yansıyacaktır. Ülkedeki ‘yerli hocalar’ erken kovulmamak için az kaybetmek gerektiğini bildiklerinden futbolcularına da haklı olarak ilk önce yenilmemeleri gerektiğini öğütlüyorlar. Oyun planları bunun üzerine kuruluyor.
Kendi ceza sahası önü ile orta saha çizgisi arasına kümelenmiş memleket takımı ilk 15-20 dakika gol yemezse maçı kazanmak isteyen rakibinin o alana daha fazla oyuncu sokması sayesinde maçı kilitlemeyi başarıyor. Tıpkı Abdullah Avcı’nın İnönü’de yaptığı gibi. Bu tuzağa defalarca düşmüş Beşiktaş, bir kez de Schuster’le düştü. Sağlık olsun! Futbol, kazanmaktan çok kaybettiğinde öğretir.
Abdullah Avcı’nın bu becerikli tuzağının hakkını vermekle birlikte düşünülmesi gereken futbol izleyicilerinin neden bu tip takımlara ilgi göstermedikleridir. Yaratıcılığı, hiçbir ilerici vasfı olmayan bu takımlara kimse ilgi göstermez. Çünkü bu takımlar heyecan verici, arzu uyandırıcı değildirler. “Yenilme, nasılsa kazanacak bir iki kontra top bulursun” anlayışıyla oynatılan bu takımlardan dişe dokunur futbolcu da yetişmez.
Schuster de çoğu yabancı hocanın bir süre sonra anladığı gibi nasıl bir ülkeye geldiğini anlayacaktır elbette. Frank Rijkaard’ın hızla darmadağın olan ruh halini izlemesi yeterli...
O da anlayacaktır bu muhafazakâr futbol tarzı nedeniyle yerine bir türlü yeni oyuncu yetiştirilemediği için memleketin dönüp dolaşıp Marco Aurelio’nun kapısını neden çaldığını. Anlayacaktır Avrupa için vasat bir orta saha oyuncusunun bu ligdeki anlamını.

Bu Kez Futbolun Vicdanı Kazandı
Hepimiz gördük Volkan Şen’in topu eliyle aldığı andaki halini. Kalbini kırdığı sevgilisinden samimiyet ve pişmanlıkla özür dileyen bir ifade vardı yüzünde... Hepimiz gibi hakem Abdullah Yılmaz da gördü bunu. Çift sarı karttan Volkan’ı atsa belki maçın gidişatı değişecek, belki değişmeyecekti, bilinmez. Ama o hakem bize futbolun sadece kurallar olmadığını, hepimize çok şey öğreterek hayatımızı zenginleştiren bu oyunun bir ruhu da olduğunu, bazen o ruh için kuralların göz ardı edilebileceğini, hatta kuralın tam da böyle işletildiğinde ‘gerçek kural’ olabileceğini gösterdi.
Abdullah Yılmaz, kısacık anda verdiği kararla bize dedi ki; “Akılla vicdan aynı şeydir. Sarı kart kurala uygundu ama vicdana uymazdı. Futbol insan oyunudur ve insan gibi onun da vicdanı olmalıdır. Yoksa, ne oynanacak ne izlenecek bir şey vardır ortada...”

Çıkar Martıya Kırmızı Kartı!
Her şeyden önce futbol eğlencedir, mizahtır. Avni Aker’deki martı inatla sahada kalmak istediğinde hakem Bünyamin Gezer bir hınzırlık yapıp ona çekseydi ‘kırmızı kart’ı, dünyadaki bütün spor kanallarına haber olurdu. Ve dünyanın dört bir yanında “Türkiye’de mizah sahibi hakemler var” dedirtebilirdi. Aklına gelmedi demek. Bu kadar somurtmaya, dünyanın en ciddi işini yapıyormuşuz gibi davranmaya gerek var mı? Formül basit; “Biraz mizah + Biraz sevgi = Biraz neşe.”

Cem DİZDAR
Milliyet, 26 Ağustos 2010

LİSELİ VARDI YA, AH O LİSELİ!



Liseli yıldızların kendilerini göstermeye çalıştığı en büyük sahnelerden biri olan Boost Mobile Elite 24 kampı bu sene dördüncü kez düzenleniyor. Rucker Park'ın bu yaz yaşadığı uluslar arası yoğunluk nedeniyle ilk kez başka bir arena (Venice Beach) tercih edildi ve kampın ilk gününde -Doc Rivers'ın oğlu- Austin Rivers, 1 numara seçimi John Wall'a karşı yaptığı yukarıdaki hareketle şovu çaldı. Daha önce Florida'ya gideceği yazılan Rivers'ın, bahse konu takımın Rivers gibi 2 numara pozisyonunda oynayan Michael Frazier ile anlaşması sonrasında rotayı Duke, Kansas, North Carolina gibi takımlara çevirmesi bekleniyor.

Wall ile birlikte Brandon Jennings, Tyreke Evans, DeMar DeRozan, Bobby Brown gibi NBA yıldızları da liselilere karşı ter dökmekteler. Burada aynı zamanda asistan coach olarak da görev yapan Jennings-Wall ikilisi de boş durmamışlar tabi. Bu bağlantıyla gelen aşağıdaki alley-oop da bonus olsun.


İkilinin sokak basketbolu lakaplarını da hatırlatalım: Brandon "Doo Be Doo" Jennings ve John "Make 'Em Fall" Wall.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Votre âme est un paysage choisi

Bazen kullandığım masum kelimelerin nelere yol açabildiğini gördükçe hayret ediyorum. Düşünceleri iki boyuttan çıkarırken, onlara zarar gelmemesini ya da gerçekten kastedilen şeyden başka anlam yüklenmemesini ancak umabiliyorsunuz elbette. Bunun asla gerçekleşmeyeceğini bilerek. Yine de bugün lise döneminde Frau Fabian'ın tahtaya yazdığı aşağıdaki şiiri hatırlamadan edemedim. Orijinalini aktaracağım, zira bugünkü çeviri kotamı aşmış bulunuyorum. Zaten o yüzden çeviri ağzıyla yazdım sanırım buraya kadar da, kendimden tiksindim arkadaş.

Worte (Horst Bienek, 1974)

Worte
meine Fallschirme
mit euch
springe
ich
ab
wer euch richtig öffnet
schwebt


O derslerde arkaya geçip, sıra üzerine Beşiktaş onbiri falan çiziyorduk. Meğer önemliymiş... Sizi de fark etmeden kırabilirim, sebebi bu.

When the Game Was Ours #2


Indiana State için baş döndürücü zamanlardı. Takımın galibiyet serisi genişledikçe, takım etrafındaki ilgi de büyük boyutlara ulaşıyordu. Bird artık bir kampüs ünlüsü haline gelmişti ve tüm takım arkadaşları bundan hoşnut sayılmazdı.

"Çocuklar hak ettikleri ilgiyi görüyordu aslında, ama anlaşılan bundan fazlasını hak ettiklerini düşünüyorlardı," diyor Bird. "Sanırım bazıları kafalarında kendilerini o kadar fazla büyütmüştü ki tüm bunları bensiz de yapabileceklerine inanıyorlardı."


[Carl] Nicks ise o günleri şöyle özetliyor: "Nereye baksak Larry vardı. Bu durum beni de hayal kırıklığına sürüklüyordu sık sık. Larry her zaman beni de işin içine dahil etmek için çabalıyordu fakat bazen olay öyle bir noktaya geliyordu ki bu haksızlığa kayıtsız kalabilmek imkansızlaşıyordu. Surat asmamaya çalışıyordum. Takımın değerli bir parçasıydım ama çevrede bunun farkında olan birileri var mıydı, işte bundan emin değildim."

Kendisi üzerindeki ilgi arttıkça, Bird bundan daha da uzaklaşmaya çalışıyordu. Ana giriştense yan girişi veya arka kapıyı kullanmayı yeğliyor ve yeni salona daha tenha yollar üzerinden gelmeye çabalıyordu. Röportajlar ilgisini hiç çekmiyordu. Öyle ki genellikle medya mensupları gelmeden soyunma odasına sızmanın peşindeydi. Başlangıçta Bird'ün bu davranışları Nicks için kafa karıştırıcıydı.


"O günlerde bunun nadir görülen bir tevazu olduğunu düşünüyor ve hayrete kapılıyordum. Memleketim Chicago'dayken böbürlenmekten hoşlanan, etrafımdakilere ne gibi meziyetlere sahip olduğumu söylemekten çekinmeyen bir çocuktum. Ama Larry bana spot ışıklarının cazibesine kapılmamayı öğretti. Bir anda kendimi ona benzemeye çalışırken buldum."


Takımdaki herkes Nicks'inki gibi bir yaklaşımı geliştiremedi. Bir gün takım otobüsünde yemek için nerede durulacağı tartışılırken, yedek oyunculardan biri kinayeli bir şekilde "Larry nerede yemek istiyorsa" demişti sırıtarak. Bu tip sözler Larry için kırıcıysa bile, bunu dışarıya yansıtmıyordu. Aksine takım arkadaşlarını daha şiddetlisine zorluyordu.


[Bob] Behnke durumu şöyle açıklıyordu: "Takımdaki çocukların bazıları, Larry'nin onları hayatlarında bir daha ulaşmayı hayal bile edemeyecekleri yerlere getirdiğini anlamıyordu. Hayatlarının yolculuğundaydılar, fakat birkaçı bunun tadını çıkaramayacak kadar kıskançtı."


"Bir gün bana tüm bunlar hakkında nasıl hissettiğimi sordular," diyor Bird. "Şöyle cevap vermiştim: 'Ben de onları çok kıskanıyorum. Kıskanıyorum, çünkü hiçbir zaman Larry Bird ile aynı takımda oynayamayacağım.'"


("When the Game Was Ours", J. MacMullan, p. 46 ff)


Kendinden üçüncü şahıs olarak bahsederek karizma yapmak mı istiyorsun Bron? Çok çalışman lazım anneciğim, çoook.

Bonus:

24 Ağustos 2010 Salı

Mrs. Solis


Bu fotoğraftan sonra Knicks'in Tony Parker'dan da vazgeçmesi gerekebilir. New York Red Bulls forması giyen Thierry "Titi" Henry civarlardayken, Parker'ın Knicks'i seçebilmesi çok kolay değil. En azından Desperate Housewives ilk sezonunu izlediyse...

When the Game Was Ours #1


Uyuşturucu batağına saplanan yıldızlarıyla manşetleri süsleyen, ırkçılığın -işin içindekiler dillendirmekten hoşlanmasa da- her zaman bir faktör olduğu ilham verici olmaktan uzak ve sönük bir lig. Bugün dünyanın en büyük global markalarından biri olan NBA'in, seksenli yılların başına kadar uzanan o imajı yıkıp bugünlere gelmesinin arkasında iki isim var. Ve iddia edilenin aksine David Stern bunlar arasında değil: Larry Bird ve Magic Johnson.

Tarihin bu en büyük bireysel sportif rekabetini ele alan en yetkin kitaplardan biri geçtiğimiz Kasım ayında Houghton Mifflin Harcourt tarafından piyasaya sürüldü. Kitapta Bird ve Magic'in cümlelerini birinci ağızdan okuyabildiğimiz tek yer önsöz, fakat geri kalan sayfalarda da Boston Globe yazarı Jackie MacMullan'ın müthiş bir işe imza attığını söylemeliyim. Henüz kitabın ilk bölümünü bitirebildim ama fazlasıyla ikna oldum.


Kitap epizotlar halinde yazılmış ve ilk epizodun merkezinde bu iki efsanenin yollarının ilk olarak kesiştiği yere gidiyoruz. Kentucky'nin şampiyon coachu Joe B. Hall'un daveti üzerine katıldıkları bir turnuvada Atlanta, North Carolina ve Kentucky'de Sovyetler, Küba ve Yugoslavya ile üç maç yapıyor Bird, Magic ve arkadaşları. Magic henüz Michigan State ile ilk senesini geride bırakmış ve All-American üçüncü takımında kendine yer bulmuş. Indiana seçiminden cayıp kolejdeki ilk senesini basketbol oynamadan geçiren Bird ise, Indiana State ile junior sezonunun ardından bu kampa gelmiş. Bu kısımda sıkça değinilen nokta, son NCAA şampiyonu olarak bu takımda tam yetkiyle görevlendirilmiş Hall'un Kentucky takımından öğrencilerini kayırması ve Magic-Bird ikilisinin buna gösterdikleri reaksiyon. O günlerde Sports Illustrated'ın kapağını süslemiş ve nispeten daha olgun bir oyuncu olan Bird, coachun tercihini bir ölçüde kabulleniyor. Fakat Magic, Sovyetler ve Küba önünde sadece 24 dakika süre bulduktan sonra her anı, Hall ve takımına gelecek sezon yapacaklarını düşünmekle geçiriyor. Antrenmanlarda küçük duruma düşürdüğü Kyle Macy'nin yedeği olmayı kaldıramıyor...

"You could see he was frustrated," Bird said. "I don't blame him. It was a joke. Kyle Macy over Magic? C'mon."

Bu kampta birbirleriyle ilk kez oynama fırsatı bulan ve bencillikten uzak yapılarıyla -ikinci takımda olmalarına rağmen- antrenmanların ve maçların ilgi odağı olan ikilinin bu tecrübelerinin üzerine bir time shift ile bu iki efsanenin kolej tercihlerini yaptıkları döneme dönüyoruz. Larry Bird'ün Louisville'e gitmeye bir başarısız bahis kadar uzak olduğunu biliyor muydunuz? John Wooden'ın UCLA'den eski öğrencisi olan dönemin Louisville coachu Denny Crum bir gün Bird'ün yanına geliyor ve "Seninle H-O-R-S-E oynayalım, kazanırsan peşini bırakırım yoksa bugün benimle okulu görmeye gelirsin" diyor. Neyse ki son şutu sokan Bird oluyor.

Magic'in kolej tercihi ise daha komplike olaylara sahne oluyor fakat son olarak ailesinin kararına ortak olup Spartans'ı seçiyor. UCLA coachu Larry Farmer ile görüştükten sonra arkadaşlarına "Hollywood'a gidiyorum" demeye başlayan Magic, UCLA'in Brooklyn'den -Bernard King'in kardeşi- Albert King ile anlaştığını ve artık onunla ilgilenmediğini duyunca evde çılgına dönüyor. Magic'in motivasyon yaratma konusunda bir sıkıntısı olmadığını, Macy olayından sonra Bruins'e edilen küfürlerle bir kez daha teyit ediyoruz.


Ailesinin yanından ayrılmamaya karar veren ve seçeneklerini MSU ve Michigan ile ikiye indiren Magic, profesyonel bakış açısının işaret ettiği gibi George Lee, Cazzie Russell, Rudy Tomjanovich, Phil Hubbard ve Rickey Green gibi isimlerle her zaman yerel rakibinin üzerinde olan Michigan'ı seçmeliydi belki de. Michigan'ın kampüsü evden sadece 85 kilometre uzaktaydı, bu bir problem değildi. Fakat geleneksel olarak Michigan maçlarını cumartesi öğleden sonra yaparken, MSU cumartesi akşamları oynuyordu. Magic'in annesi Seventh-Day Adventist kilisesine mensuptu ve dolayısıyla dünyanın altı günde yaratıldığına inanıp cuma gün batımından cumartesi gün batımına kadar olan zamanını sebat ile geçiriyordu. (Carlos Roa oley!) Babasının da işi dolayısıyla her cumartesi 85 kilometre yolu katetmesi çok kolay değildi. Çocukluğundan beri bir aile ritüeli olarak yeşilleri giyip Spartans'ı desteklemeye giden Magic duygusal kararı verip, ailesinin önünde oynamayı seçiyor ve Michigan'ı reddediyordu. Ama bunu yaparken de klasından ödün vermiyordu. Karar sürecinde cumartesi günleri ilk iş olarak Wolverines'e özgü lacivert-sarı renklerle Ann Arbor'a yollanan Magic, akşam evine yani Spartans'ın salonunun da bulunduğu East Lansing'e yeşil formasıyla dönüp günün ikinci maçını izliyordu.

"I should have gone to Michigan," Johnson said. "It was the better basketball school and the better school academically. But it wasn't as simple as that. I had grown up around Michigan State. I had gone to all the games since I was a little boy."

Bundan sonra da kısa pasajları direkt olarak tercüme ederek buraya koyacağım. Bu yazıda ilk bölümden gözüme çarpan birkaç anekdota yer vermiş oldum hedefimden saparak. Ben bir arkadaşımdan ödünç almıştım kitabı, fakat kütüphanemde bulunması gereken bir kitapla karşı karşıya olduğumu görmem çok uzun sürmedi. Herkese tavsiye ediyorum.


Yayınevleri sesimize kulak verip daha fazla basketbol çevirsin de istiyorum ama son "Ruhunu Arayan Takım" rezaletinden sonra hiç bulaşmasalar daha iyi gibi. Amazon'u seviyoruz. Bu yazı özelinde Wikipedia'yı da çok seviyoruz...

WHEN THE GAME WAS OURS
By Larry Bird and Earvin "Magic" Johnson, with Jackie MacMullan

Houghton Mifflin Harcourt, 340 pp, $26

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Kim Bu Basketbolcu?


Ödül falan vermiyoruz, zaten NBA Türkiye'nin ilk sayısını okuduysanız tahmin etmek çok zor değil. İnadına Jeff Hardy, by the way.

Resmin üzerine tıklarsanız büyür...

20 Ağustos 2010 Cuma

A Different Kind of Hero


Norwich City, Coventry City, Newcastle United, Celtic, Blackburn Rovers, Liverpool ve West Ham United ve Manchester City'yi dolaştıktan sonra dokuzuncu adresi her zaman oynamak istediği, doğduğu şehrin takımı Cardiff City oldu. En azından sezon sonuna kadar.

"I have to choose 25, the rest must find another team. Craig is out."

Bazen sadakat olayını abartabilen menajerler oluyor ve hoşuma gitmiyor ama Roberto Mancini'ninki de en az onlar kadar nahoş. Bellamy'yi kadrodan kesmesi değil tabi, bunu yapış şekli...

O da Nenad Krstic gibi sandalyeseverdir, farklı materyal kullandığı da görülmüştür!

Brain Fart


Yunanistan'ın absürd farklarla kazandığı Slovenya ve Kanada maçlarıyla başlayan Acropolis Turnuvası'nın son günü, bu oyunun gördüğü en alçak noktalardan biri ile sonlandı. Basketboldan milyon dolar kazanan, her biri bir sürü gencin idolü olan üst düzey profesyoneller ortalığı çocuk bahçesine çevirdiler. Bunun Ortodoks kardeşliği muhabbetini çok seven ve basketbol arenasında da birbirlerinin kudretinden faydalanmakta beis görmeyen iki ulusun takımları arasında olması ve bugün rakip olan oyuncuların bir kısmının takım arkadaşı olması da olayın ironik yönleri.


Bizim ülkemizdeki hazırlık turnuvalarında da görülen bir şeydir. Ne kadar prestijli bir turnuvadan bahsediyor olursak olalım, ev sahibi hakemlerin gereksiz bir taraf tutma eğilimiyle karşılaşırız ekseriyetle. Resmi maçlarda bastırdıkları milliyetçi duygularını açığa vurmak için bir kaçış alanı olarak baktıklarındandır belki bu tip turnuvalara. Ama çok sağlıklı bir psikoloji olmadığı ortada. Slovenya ve Kanada maçlarında eleştirilen hakemlerden, bugün de Christos Christodoulou sahneye çıkmış ve Dusan Ivkovic'e çaldığı iki teknik faul ve genel olarak tüm kararlarıyla maçı oyuncular için de zor bir konuma sürüklemiş. Elbette bu durum, oyuncuların olgunluktan uzak o tavırlarını kabullenmemizi sağlamaz. Ya da yaptıklarını daha anlaşılır veya affedilir kılmaz.

Genel olarak bu durumlarda 'kimin başlattığı, kimin bitirdiği' önemli olmaz. Bugün de istisna değil. Ama bazı oyuncular için ekstra notlar düşmek gerekiyor. Mesela Nenad Krstic'in ilk aşamada yerdeki elemana ucuz vuruşları ve sonrasında 'kavga ayıran esnaf' modundaki Ioannis Bourousis'e bir WWE hamlesiyle -ki orada da kafaya sandalye yasaklandı- aşk eylediği sandalye, ayrı bir cümleyi hak ediyor. Başlı başına klinik bir vaka... Aynı şekilde Olympiakos forması giyen Milos Teodosic'in geçen sezon boyu can sıkıcı hale gelen agresif tavırları, Adecco Cup'ta savurduğu dirseklerle farklı bir boyut kazanmıştı. Türkiye'ye gelse muhtemelen birisi keşfedip, pop albümü çıkarmaya zorlardı. O yüzden insanlara sempatik geliyor olabilir ama bugünden itibaren pis bir oyuncu olarak anılacaktır. Antonis Fotsis dışındaki Yunan oyuncular beklenenden daha ılımlıydı ilginç biçimde.


Geçen sene Stefano Mancinelli'ye verilen 2 maçlık ceza, FIBA'nın bu konulardaki aczi için en yakın örneklerden. Burada olayın kahramanlarının Sırbistan ve Yunanistan olduğu düşünülürse, zaten ancak liseli çocuklara yakışacak bu rezaletin müdür yardımcısının odasındaki "Birbirinizden özür dileyin, benim başımı da belaya sokmayın" söylemiyle örtbas edileceği açık. Fakat Ivkovic, Teodosic, Fotsis özelinde geçen sezon tribünle sınırlı kalan Olympiakos-Panathinaikos savaşı, bu sefer sahaya da inebilir. Krstic ile de acayip dalga geçerler, Big Sofo'dan kaçışı falan mükemmel...

Video için kod yüklemek falan kastı. "Benim bilgisayarım YouTube açmıyor ya!" Buradan izleyebilirsiniz her şeyi.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Brave New World - Tier IV


13. Avustralya (Grup A)

Sırbistan'ın kazanmak için ağır favori olduğunu düşündüğüm A grubunda Arjantin ve Almanya'nın arkasına yerleştiriyorum dünyanın aşağı mahallesinden gelenleri. Benim nazarımda Almanlar'ın gerisinde kalma sebepleri zayıf takım kimyaları ve kadroda belli bölgelerdeki bariz yetersizlikler... Brian Goorjian'ın yerini alan ve Londra hedefiyle yola çıkan Brett Brown, San Antonio Spurs formasyonuna sahip bir teknik adam. Daha fazlasını söylemem yersiz olacaktır sanırım.* Almanya'ya bir sonraki katmanın içinde değineceğim, onları altlarına almak -Brown'ın yapabileceği ayarlamalar ölçüsünde- Boomers için çok uzak bir hedef değil elbet. Fakat ben alt yaş kategorilerindeki birlikteliklerinin ve nispeten homojen kadrolarının getirisi olarak Almanya'nın daha iyi bir takım olduğunu düşünüyorum. Bu listeyi de buna göre yapıyorum ve Almanya daha yukarıda olacak.

Kadro anlamında oldukça etkileyici bir oyuncu grubu var karşımızda, belki bu tip üst düzey organizasyonlarda gördüğümüz en iyi Avustralya kadrosu. Özellikle çifte vatandaş Aleks Maric'i böyle başarılı bir sezonun ardından, Sırbistan'ın elinden kapmaları çok değerli. Zaten Avrupa'nın nadide uzunlarından David Andersen ve geçen sezon Lietuvos Rytas formasıyla Efes Pilsen'e karşı çıkardığı kariyer maçıyla hatırladığımız Aron Baynes gibi isimlerle pota altında derin bir endişeye sürüklenmemişlerdi. Daha dışa dönük bir oyunu olan ama bu rotasyona dahil edebileceğimiz -yine formda isimlerden- Matt Nielsen de 32 yaşının tecrübesiyle takımın ruhani lideri olacak. Sahadaki lideri ararken ister istemez gözlerimiz oyun kurucu pozisyonuna yöneliyor. Fakat orada bu kadar güçlü bir ismin varlığına rastlayamıyoruz. Patty Mills bu sene Las Vegas'ta Portland formasıyla iyi top oynamış ve bazıları onu Armon Johnson'ın önüne yazma gafletinde bulunmuştu. NBA'de kenardan Jannero Pargo katkısı vererek mutlu edebileceği takımlar mevcuttur belki sahiden, ama uluslararası basketbolda direksiyonu emanet etmekten çekinebileceğiniz bir yapıda. İzleyenler onaylayacaktır... Yedeği ise Maric gibi Sırp kökenleri olan Kızılyıldız guardı Steven Markovic. Belki ondan gelecek ekstra bir katkı, takım için büyük bir yükseltme anlamına gelebilir.


Kanatlarda da Brad Newley ve Joe Ingles tanıdık isimler. Ingles'ın ismini ilk olarak ClubLakers forumlarında duymuştum. Mitch Kupchak'in bu çocukta özel bir şeyler gördüğünden ve bir ikinci tur hakkını onunla değerlendireceğinden bahsediyorlardı. O iş yattı sonra galiba, bir sürü videosunu izledikten sonra gelişimini gözlemlemek ilginç olacak. Newley ise tek başına bu takımı desteklemek için bir sebep. Nasıl içinizdeki Galatasaray taraftarları Harry Kewell nedeniyle Avustralya maçlarına farklı bir bakış getirmişse, bende de durum farklı olmayacak. Beşiktaş'a geldiği günden itibaren ne kadar faydalı olacağıyla ilgili kulislere başladığım son oyuncuydu kendisi. Yeni gözdem Roberto Hilbert. Biraz sabır...

Dördüncü katman içerisine dahil ettim fakat bir yukarıya geçip rütbe kazanmaya en yakın takım. Bunu 13. sıraya koymuş olmamdan da anlayabiliyorsunuz zaten. Basic Logic. Tek gereken kadrodaki oyuncuların da uygun olduğu sert bir basketbol oynatmak takıma. Karşısındaki rakibi ısıran bir yapı lazım, bu anlamda Güvenç Kurtar yahut Celal Kıbrızlı daha doğru seçim olabilirdi. Ama ben Brown'a da güveniyorum. Hey Mr. Brown!

Kadro son halini aldı, turnuvaya kadar bir talihsizlik yaşanmazsa: David Andersen, David Barlow, Aron Baynes, Adam Gibson, Joe Ingles, Steven Markovic, Aleks Maric, Damian Martin, Patrick Mills, Brad Newley, Matthew Nielsen, Mark Worthington.

* "Keşke dünyayı da onlar yönetseydi, hiç savaş olmazdı." - Murat Can Ege, 2008


14. Fransa (Grup D)

Mükemmel bir dünyada ayırdığım tüm katmanlarda her grubun birer temsilcisi olması gerekirdi. Neyse ki öyle bir dünyada yaşamıyoruz, çok sıkıcı olurdu. D grubundaki "İspanya'nın arkası tufan" olarak özetlenebilecek bu yapı, çapraz gruptaki bizim milli takımımızın geceleri rahat uyumasını sağlamakta şu an. Grubun ikinci ve üçüncü sırada bitirilmesiyle oluşacak olaı Litvanya, Fransa ve Kanada eşleşmelerinin tamamı tercih edilebilir maçlar vadediyor. Fakat bu takımların hepsi de Türkiye'nin -son yıllarda sıkça gördüğümüz- kötü bir gününde yakalarlarsa, çeyrek finali bileti alabilecek kadar çapı olan takımlar. Yıldızlar gelmiyor, tamam ama biraz fazla abartıyoruz bu durumu. Ya da kendimize biraz fazla pay biçiyoruz bu durumdan.

Tony Parker'ın gelmeyeceği ilk günden beri belliydi, fakat bu takımı yıkan en önemli haberler 2010 kadrosunun temel direği olarak düşündükleri Rodrigue Beaubois ve gelmesine bir dönem ciddi ciddi inandıkları Joakim Noah'ın sakatlıkları oldu. Ronny Turiaf'in de yokluğunda takımın pota altı sıradan uzunlara kaldı diyebiliriz. Alexis Ajinca henüz potansiyelini gerçeklemek için gerekli adımı atamadı, Ali Traore'nin sağlık durumu cümleye her zaman bir 'eğer' ile başlama zorunluluğu yaratıyor ve belki de rotasyondaki en güvenilir isim olarak standart bir Euroleague uzunu Alain Koffi kalıyor. (Bir an gözden kaçırdığım Florent Pietrus da varmış. Ama gözden kaçırabildiğime göre bir sebebi vardır. En iyi döneminde bile takımın zayıf halkası olan bu adama hala güvenemiyorum. Ian Mahinmi?) Fakat içlerindeki "asıl" büyük boşluk burada değil, oyun kurucu pozisyonunda. Yannick Bokolo kamikaze bir guard ve şut bakımından güvenilir olmaktan çok uzak. Geçen ABD maçında bunu tezip eden bir şut performansıyla başlamıştı ama şampiyona boyunca o kadar şut sokamazsa kendisini takip edenler kesinlikle şaşırmayacaktır. Nando De Colo'nun takımında da zaman zaman bu bölgeye devşirildiği oluyordu ama bunu bu seviyede ve A planı olarak düşünmek pek akıllıca değil. Kadro şu an için hala 15 kişi gözüküyor ve bu havuzun içindeki Aymeric Jeanneau'yu tutmak için daha yetenekli birilerini feda etmek düşünülebilir.


Nicolas Batum, Boris Diaw, Edwin Jackson ve Mickael Gelabale İstanbul'a gelen birçok takımın kadrosunda önemli boşlukları doldurabilirdi. Fakat hiçbiri istikrarlı bir dış şut sahibi olmayan bu swingmanler fazlasıyla tek tip bir kanat rotasyonu yaratıyor. Diaw'u muhtemelen 4 numarada görürüz bu takımda. De Colo-Batum-Diaw-Pietrus-Ajinca beşinin laboratuvardan çıkması insanlığın hayrına olmayabilir ama "that is a heckuva team" her anlamda... Bunu geçen hafta ABD karşısındaki 86-55 sonuçlanan prova da gösterdi. Ajinca yerine Mahinmi başlamıştı o maçta, biz atlamayalım ki detayseverler de atlamasın...

Zor dostum zor, ekleyebilecek Fransızca esprim bile yok şu takım için: Alexis Ajinca, Nicolas Batum, Yannick Bokolo, Fabien Causeur, Nando De Colo, Boris Diaw, Mickael Gelabale, Edwin Jackson, Aymeric Jeanneau, Charles Kahudi, Alain Koffi, Ian Mahinmi, Florent Pietrus, Ali Traore, Ludovic Vaty.


15. Porto Riko (Grup C)

Porto Riko kampından gelen son haberler -bu da Gökhan Türe girişi oldu- iyi değil. Moraller gayet iyi. Gayet iyi... Gayet iyi... Rezalet iş olmuş ama akılda kalıyor. Ne diyordum, Beşiktaş'ta taraftar favorisi olmuş Larry Ayuso ve Beşiktaş'ta Ergin Ataman'ın vebalini yüklenmekle meşgul olmuş Christian Dalmau takımla birlikte Almanya'ya uçmayıp eve dönmüş. Söylediğine göre Manuel Cintron'dan hazırlık dönemi başında ilk beş garantisi almış Ayuso ve tarih yaklaşıp da coach söylem değiştirince bozulmuş. Cintron'un son röportajında arka alanının Arroyo-Barea ikilisinden oluşacağını söylemesi, Ayuso'nun kararını pekiştirmiş. Olayın gelişimi Ayuso'nun burada söylediği gibiyse onu suçlayamam. Ama ucuz milliyetçilikten vuracak olanlar Porto Riko'da da bulunacaktır. Dalmau ise rotasyondaki 10. oyuncu haline geldikten sonra, yine anlaşılır bir yaklaşımla 'kadrodaki bu yeri genç bir oyuncunun da hayli hayli doldurabileceğini' söyleyerek geri adım atmış.

Açıkçası Porto Riko'nun sıralamamdaki yerini bu haberlerden sonra değiştirmeye gerek duymadım. Elde fena bir kadro yok gibi gözükse de, potansiyelinin işaret ettiği yerlere gelmek genelde bu takım için mümkün olmadı. Bu sene de pota altında daha da yaşlanmış bir Daniel Santiago, eskiden genç potansiyel olarak algılarken şimdi patlak bir balon olarak gördüğümüz Peter Ramos ile işleri öyle çok kolay değil. Renaldo Balkman'ı gördüm geçen hafta Madison Square Garden'da, kendisini orada ilk görüşümüz de değildi. Sevdiğim bir topçudur ve doğru kullanılırsa, Carlos Arroyo ve Jose Juan Barea gibi savunma defekti barındıran oyuncuların yanında çok kritik bir parça olabilir. Onun yerine 3 numarada Carmelo Lee başlayacak ki o da sert savunmacıdır. Arroyo-Barea-Lee-Sanchez-Ramos beşini şimdiden açıkladı Cintron, bir Fatih Terim hamlesiyle.


Ayuso ve Dalmau'nun gidişiyle paniğe sürüklenmek onlar adına çok mantıklı olmaz. Zira o görev tanımıyla barışık bir Ayuso çok büyük fayda sağlayacak olsa da, böyle bir ihtimal hiçbir zaman masaya gelmemiş. Fakat burada dikkatle okunması gereken Dalmau'nun kararı bence. Mental olarak biraz kırılgan bir arkadaştır ama eğer takımın başarısına bir güven duysaydı bu tablonun bir parçası olmaya ve ülkesiyle büyümeye çalışırdı. Rolüne tamah etmemekten ziyade bir isteksizlik halini görüyorum bu kararın motivasyonu olarak. Tabi ki sadece dışarıdan bakan bir göz olarak. Ama eğer böyleyse yine çok büyük hayaller kurmamak gerek. Böyle değilse ve bir kolej takımı havasına girilirse geçen senenin Amerika elemeleri iyi bir veri. Yunanistan ve Rusya'ya ilk iki için hayli güveniyorum, özellikle Rusya'ya olan güvenimi zamanı geldiğinde okuyacak ve hayrete düşeceksiniz. Benden uyarması... Üçüncülüğü de Porto Riko'ya bırakmayız ya sanki.

Bizim grupta olacaklar ve benzer bir dağınıklıkla geldiğimiz 2002 Dünya Basketbol Şampiyonası'nın açılış maçında da ilk tokadı Porto Riko'dan yemiştik. O günlerde sempati beslediğim bir takımdı ama artık Ayuso yerine Barea, Jose Ortiz yerine Ramos oynarken aynı sempatiyi koruduğumdan bahsedemeyeceğim: Carlos Arroyo, Jose Juan Barea, Renaldo Balkman, Guillermo Diaz, David Huertas, Carmelo Lee, Nathan Peavy, Peter John Ramos, Filiberto Rivera, Ricky Sanchez, Daniel Santiago, Angel Daniel Vassallo.


16. Kanada (Grup D)

O Canada! Ne güzel ülkesin. Az önce "Bitik Adam" bitirdim sonunda. Glenn Gould, malum. O yüzden girişteki bu gereksiz hassasiyet. Yunanistan'dan acayip bir fark yemişsin, daha önce İspanya'dan da benzer bir fark yemiş ve B takımla çıktığını iddia etmiştin. Neyse bu bayık üsluptan kurtaralım yazıyı, saatin sabaha karşı 6 olması da bahane sayılmaz pek.

Yunanistan'dan bugünlerde hangimiz fark yemiyoruz ki? Bu çok moral bozucu olmamalı Kanada için. Skor 123-49, biliyorum! Fakat Slovenya'yı da benzer bir tarifeyle gönderdiler. Erken madalya adaylarımdan Yunanistan'a karşı verilen bu kötü sınavdansa, Fransa'yı Toronto'da iki kez mağlup etmeleri daha önemli bir veri olarak kabul edilmeli. Ve İspanya'ya karşı gerçekten de 'developmental team' adını verdikleri bir takımla oynamışlardı. Bugüne kadar hazırlık maçlarında yenilgisiz gitmekle övünüyorlardı ama seriye noktayı tatsız bir şekilde koydular. Amerika'dan son bilet için Dominik Cumhuriyeti'nin güçlü ve burada olmaya birçok takımdan daha layık kadrosunu mağlup ettiklerini hatırlatalım. Ve biraz da kadroya bakalım. Onlar da sahada bir yöneticinin eksikliğini hissediyorlar. Andy Rautins Syracuse günlerinden sevdiğimiz bir topçu, J.E. Skeets'i de andırıyor hakikaten. Bu yüzden ayrıca seviyoruz... Fakat pür bir oyun kurucu olmadığını da biliyoruz. Onun dış şutları takımın hücumdaki en önemli opsiyonlarından ve bunu hazırlık maçlarında da gördük. Nasıl bir oyun oynayacaklarından emin değilim, ilk kez bu hafta sonu izleyeceğim kendilerini. Belki old-school bir oyun kurucu yerine Rautins gibi biri daha iyi bile olabilir. Turnuva başlamadan bir güncelleme yaparım bu konuda.


Jamaal Magloire ve Matt Bonner'ın geleceği konuşuluyordu yine her şeyin başında. Fakat Bonner'ın San Antonio'dan şu kontratı aldıktan sonra fiilen olmasa da basketbol kariyerini bitirmesini bekliyorum. Sandviç işine falan girebilir. Tık! (Bonner'ın pasaport işleri de sıkıntılıydı bildiğim kadarıyla, hakkını yemeyelim.) Onların yokluğunda sınırlı NBA uzunu kontenjanını Joel Anthony'nin doldurması bekleniyor... Pota altında Levon Kendall gibi önemli bir Avrupa oyuncusu var destek verecek. Belki göze çok hoş gelmeyen bir basketbolu var, bileği çok yumuşak değil ama en üst seviyenin bir altındaki takımların çoğuna katkı verebilecek tarzda delişmen bir uzun. Triumph Lyubertsy forması giyen Jermaine Anderson, tempo yapmak istendiğinde kenarda başvurulması gereken isim olarak ön plana çıkacaktır kimi zaman. Anderson-Rautins ikilisi de savunma için zafiyet yaratacak olsa da denenebilir bir kombinasyon. Geçen sene Oyak Renault'da izlediğimiz çok yönlü Olu Famutimi de yine önemli katkılar verecektir. Bu takımda Carl English de olsa gerçekten şut sokabildiklerinde herkesi yenebilecek bir oyuncu grubu olurdu önümüzde. Şimdi de fena değiller ve hazırlık maçlarında Jermaine Bucknor, Denham Brown ve Jevohn Shepherd gibi isimsiz oyuncuların verdiği performans da umut verici. Son U19 turnuvasının göze çarpan yeteneklerinden Kelly Olynyk de bu kadroda olacak, Alman Elias Harris gibi o da Gonzaga öğrencisi. Porto Riko'nun üstüne koyabilirdim belki onları ama Kanada'yı gerçekten sevmiyorum. İlk paragrafta rol kesmeye çalıştım ama olmuyor...

Kolay bir grupta değiller. Yeni Zelanda ve Lübnan mutlaka dördüncülük mücadelesini zorlamak için Kanada maçlarına ayrı asılacaktır. Turnuvaya kaderini kabullenmiş olarak gelecek bir takım yok yani burada. Slovenya -Goran Dragic'i atınca- her gün her rakibe yenilebilecek kadar karaktersiz bir takım ve o gün Goran yoktu ama Yeni Zelanda'nın böyle önemli bir galibiyeti var. Lübnan bile hazırlık maçlarından iyi skorlarla çıkıyor. Bu grupta İspanya'dan sonrası her türlü sürprize açık.

Andy'nin babası Leo Rautins'in elindeki kadro şu anda şöyle gözüküyor: Jermaine Anderson, Joel Anthony, Ryan Bell, Denham Brown, Jermaine Bucknor, Aaron Doornekamp, Olu Famutimi, Michael Fraser, Levon Kendall, Tyler Kepkay, Kyle Landry, Kelly Olynyk, Andy Rautins, Robert Sacre, Jevohn Shepherd.

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...