31 Temmuz 2008 Perşembe

El Nuevo Clasico


İspanyolca yok, olmasını istiyorum ama. Başlık çok zorlama o yüzden. Ama takılmayalım buna, kolaycılığa kaçıp son cümlesi aynı zamanda başlığı olan yazılar da yazabilirim, nedir ki... Neyse konuyu bekletmeyelim, bu yaz Europe Live Tour kapsamında yine Avrupa'da NBA takımları. Ancak birkaç sene öncesindeki uygulamaya dönmüşler, sadece kendi aralarında maç yapacaklar. Bunun olası nedenlerine Oktay Abi değindi Josh Childress'ı konu alan yazısında. Yine de bu kıtalararası maçlar oynanacak, ama evsahibi avantajı el değiştirmiş durumda. Son Euroleague şampiyonu CSKA Moskva geliyor, hem de yenmeye geliyor yine. Rakipler Magic ve Raptors. Barcelona da bu yaz David Andersen ve Juan Carlos Navarro transferleriyle dikkat çekti özellikle. Onlar City of Angels'ı ziyaret edecekler, turistik bir geziden öteye gider mi onu bilmiyorum tabi. Son Batı Konferansı Şampiyonu ile oynadıktan hemen sonra, Staples Center'da bir maça daha çıkacaklar. Rakip Clippers mı yoksa Raptors mı olacak, o to be announced... Lietuvos Rytas da Warriors ile karşılaşması için çağrılmış Oracle Arena'ya. Lietuvos ne alaka diyor insan ister istemez. Biz biliyoruz Andris Biedrins Letonyalı, ama David Stern Litvanya ve Letonya'nın farklı iki ülke olduğundan haberdar olmayabilir.


Yine de en ilgiye değer olanı Barcelona'nın Los Angeles ziyareti. Biliyorsunuz Pau Gasol adını Dünya basketbol piyasasına ilk kez Barça formasıyla duyurdu. Yukarıdaki fotoğraf çok şey ifade ediyor zaten tek başına. Ekürisi Navarro hemen yanı başında, Pau istediği sürece de hep orada oldu. Yok, Navarro'nun oyunculuğuna çok da saygı duyarım, sempati duyduğum da bir oyuncudur. NTV'de izlediğim onca uluslararası organizasyondan sonra hala Jose Calderon'a hasta olabiliyorsam, Navarro'ya duyduğum sempatiye sadık kalabiliyorsam iyi irade varmış bende, helal olsun. Neyse konumuz Pau daha çok, geldiği günden sonra Lakers'la ilintili her siteye İspanyolca dil seçeneği eklendi, ClubLakers forumunda ClubLakers en Español diye bir topic bile oluşturuldu. Seveni bol adam(!) şu Gasolina... Son final serisinde okyanusun diğer yarısında birçok seven de kaybetmiş olabilir ama yaygın lakabıyla Gasoft, zira çok kötü bir final serisi geçirdi. Belki toparlanması için bir sebep beller bu maçı. Her şey güzel hoş da, bu maçın adı öyle büyük ki paralelinde bir hikayeye gereksinim duymuyor kendini satmak için. "Barcelona futbol kulübüdür abi zaten, neden bu kadar büyük olsun ki bu maç" diyenlere sayfada biraz daha yukarı çıkıp o afişe tüm önyargılardan arınarak bakmalarını öneriyorum. Ne dersiniz? El Nuevo Clasico...

Bırakın Göz Zevkimiz Bize Kalsın


Bu yaz çok kötü formalar gördük gerçekten. Son yıllarda belli başlı markaların pazarı domine etmesi, her alanda olduğu gibi spor ekipmanlarında da bir tektipleşmeye önayak oldu, kabul. Ama bu başka bir şey, basbayağı kötü formalarla sınanıyor göz zevkimiz yahu. Alternatif forma seçimlerinde farklı olmaya çalışırken saçmalıyor kulüpler daha çok, ama öte yandan Reebok gelip Bolton Wanderers'ın gayet de iç saha formasına tecavüz edebilmiş. Tabi kulübün ana sponsoru olunca deney faresi vazifesi görebiliyor Bolton çoğunlukla. Neyse futbol formaları dosyasını daha sonra tekrar açmak üzere kapatalım da Timberwolves'un 2009 dış saha forması nedir böyle? Bilmiyorum ben mi aşırı tepki veriyorum ama çok kötü olmuş. Önce orada görmeye alışık olmadığımız Minnesota yazısını mı yadırgadık diye düşündüm. Sonra Kevin Love'ın modelliği gözüme battı herhalde diye geçiştirdim. Ama formayı gördükçe dün denediğim creme bruléenin tadı geliyor ağzıma sanki yeniden, evet hiç beğenmedim.


Wolves camiası ise genel olarak Minnesota olayına takılmış durumda. NBA'de yazılı olmayan bir kural var bir süredir. Birkaç istisna dışında tüm takımların deplasman formalarında takımın geldiği şehrin adı yazar, sözde o şehri millerce uzaklıkta temsil ediyorsundur falan. Yine de güzel bir düşünce. Ancak Minnesota uzun yıllardır içeride, dışarıda Timberwolves yazılı formalar giymeye alışmıştı. Belki de en çok bu sebeple ben K-Love'ın bu fotoğrafını ilk gördüğümde, bir şekilde sırtına Lynx forması geçirdiğini düşündüm. Önümüzdeki sezon adını daha da çok duyacağımız Seimone Augustus'ın takımı Minnesota Lynx, geçen sezonki formalarını aşağıda göreceksiniz. Bire bir aynı olmasını bekleyemezsiniz ama bu son formanın Kevin Garnett'in üzerinde görüp de beğendiğimiz o siyah Wolves formasından çok, bu Lynx formasına benzediğini söyleyebiliriz. K-Love'a da bu daha çok yakışmış bence, göğüs dekoltesi falan... Ben yine de döneminin en iyi beş formasından biri olarak gördüğüm o siyah formaya bir özlem duyacağım ama. Özellikle yakalardaki çam ağaçları müthiş bir orijinallik sağlamakta, bunu yaparken de takımın güç aldığı şehre saygı duruşunda bulunmaktaydı. Bir formadan daha ne istersiniz ki... Yeni formanın yakaları Allah'a emanet zaten, değinmiyorum bile. Forma olayı ciddi bir iştir, tahmin edilenden de ciddi. Dün geceki Villarreal-Liverpool maçını ortasında bırakıp, Eric Cartman'ın kahkaha damarını çatlattığı o bölümü dördüncü kez izliyorsam bunda en büyük pay Liverpool'un maça çıktığı o gri eşofman takımınındır.

29 Temmuz 2008 Salı

Willie Solomon Raptors'ta


Yıllardır Avrupa'da üst düzey bir performans sergileyen Solomon NBA'de şansını tekrar denemeye karar verdi. Anlaştığı takım ise bana göre gidebileceği en uygun takım olan Kanada temsilcisi Raptors oldu. Takımın oynadığı basketbol Avrupa'ya benzer nitelikte. T.J. Ford'un takımdan ayrılmasından sonra yedek guard görevini Solomon üstlenecek. Son yıllarda Fenerbahçe'nin yaşadığı başarılarda büyük payı bulunan oyuncu bakalım NBA'de tutunabilecek mi? Kesin olan bir şey var ki, o da Fenerbahçeli taraftarların ''The King'' lakabını taktıkları Solomon'u çok özleyeceği.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Mabedde 1 Yıl Daha


Ertunç Soğancıoğlu açıklamış, Beşiktaş maçlarını önümüzdeki sezon da İnönü Stadı'nda oynayacak. Sebep olarak da Anıtlar Kurulu'ndan yıkım için gerekli iznin alınamaması gösterilmiş. Böyle bir durum sözkonusu olabilir ancak bana kalırsa öncelikli neden taraftarın bu kararla iyiden iyiye takımdan soğuması, kombine biletlere ilgi göstermemesi. Zaten Soğancıoğlu'nun açıklaması şu şekliyle düşmüş ajanslara: Bu sezon maçlarımızı kesin olarak İnönü Stadı'nda oynayacağız, taraftarlarımız kombinelerini alsın. Kıssadan hisse hesabı...

Yıldırım Demirören ve tayfasının Beşiktaş'ı ne hale getirdiğinden, nasıl günlerin bizi beklediğinden bahsedemeyeceğim. Ne akşamımı mahvetmeye niyetim var, ne de yeterli zamanım var. Sözcükleri sansürden geçirmek de uzun zaman alır. Ama şu kararın tadını çıkarıyorum bugün itibarı ile. Gümüşsuyu'nda ikamet edeceğim önümüzdeki sene, kombine alınır gibi. Tabi ben Ertunç Soğancıoğlu'nun ağzından çıkan bir cümleye bel bağlayıp 400 lira ödemem kolay kolay, bekleyelim biraz daha... 1717 kombine satılmış bugüne kadar. Gerek Olimpiyat Stadı ihtimali, gerekse de Çarşı'nın akıbetinin belirsiz olması bu sayıya neden olmuş. Aslında bu etkenleri düşününce iyi de bir sayı 1717. Artacaktır ama bu kararın ardından.

Uzun lafın kısası, yine aynı yerde aynı zamanda buluşacağız büyük Beşiktaş taraftarı ile. Menüde ise her zamanki gibi cefa var. Peki ya sonrası? Cem Dizdar güzel bir yazı yazmıştı NTV Spor için. Adaşımın damardan yazıları çoğu zaman komplo teorisi damgası yer, ama Uğur Mumcu da aynı muameleyi görürdü. Bir kulak vermek lazım...

Güncelle(yeme)me: Söz Levent Erdoğan'da. Hayır kendisi alelade biri değil, yönetimin bir parçası. Ertunç Soğancıoğlu'nu da barındıran aynı yönetimin... Sözün bittiği yer:

"Kombine satmak için öyle söylüyorlar."

Keano Anfield'da


28 yaşında olduğuna inanması zor. CM'yi hayatımızın merkezine koyduğumuz, sevgiliden ayrılma sebebi yaptığımız yıllarda Wolverhampton formasıyla dikkatimizi çekmişti sanal mecrada. Coventry City, Inter, Leeds United derken 22 yaşında beşinci kulübü olan Tottenham ile imzaladı Robbie Keane. White Hart Lane onu sevdi, o da White Hart Lane'i. Ancak bu sezon Rafa Benitez'in bir numaralı hedefi olunca Londra'da kalması zorlaştı. Juande Ramos para konusunda çok derdi olmamasına rağmen oyuncularını tutmakta zorlanıyor. Dimitar Berbatov'un da Sir Alex Ferguson'ın gündeminde olduğu bilinmekte. 18 milyon pounda Liverpool'a kaptırdığı Keane ilk büyük fire oldu onun adına. Belki yeri Giovani Dos Santos'la doldurulabilir, ama eğer Dimi de yolcuysa yeni bir isim şart.


Keane'e dönecek olursak benim beğendiğim bir oyuncudur, Rafa'nın da bu tip oyunculardan hoşlandığını biliyoruz. Golü koklayan bir adamdır, doğru yerde doğru zamanda olmuştur hep. Bununla birlikte gençlik yıllarında sıkça eleştiri konusu olan son vuruşları da gelişti yıllar geçtikçe. Tek vuruşu en iyi yapan oyunculardan biri hatta bana kalırsa. Kariyerinde Liverpool gibi bir takım olduğunu söylemek zor, Inter'de çok kısıtlı şans bulmuştu zira. Ronaldo'nun sakatlığında Christian Vieri'ye partner arayışında Inter'in en güvendiği isimdi belki de Robbie Keane, ancak birkaç maç etkisiz kalınca medyadan büyük eleştiri aldı. Bobo'nun partneri de ne o, ne de Hakan Şükür olabildi o yıl. Emektar Ivan Zamorano'ya dönüldü yine. Tottenham son yıllarda orta sıra takımı görüntüsü çizse de Ada'nın en büyük kulüplerinden biridir şüphesiz. İşte bu kulüp Robbie'ye değer verdi, o da bir aidiyet duygusu hissetti kariyerinde ilk kez. Geçen sezon FA Cup'taki başarıda da başrollerden biri Robbie'ye aitti, sene sonunda ise Ramos'la yaşadığı sürtüşmeyle manşetleri süsledi daha çok. 28 yaşında ikinci büyük patlamasını yapabilmek için çok büyük bir fırsat geldi önüne. Her ne kadar önümüzdeki sezon Tottenham'ın parlak günlerine dönmesi yönünde büyük bir beklenti olsa da, Şampiyonlar Ligi'nin gediklisi Liverpool'dan gelen teklifi geri çevirmek kolay olmazdı.


Olmadı da, Rafa ilk hedefine ulaştı. Sırada Gareth Barry mi var, yoksa Xabi Alonso takımda mı kalacak? Bunu bekleyip görmek lazım. Ancak Ryan Babel ve Dirk Kuyt'un kanatta da kullanılabileceğini düşünürsek forvet bölgesinde hem zenginlik, hem de bir çeşitlilik sözkonusu Liverpool'da. Gerçekten 4 isim de farklı güçlü yanlara sahip. Yine de bence savunmada Premier League'de zirve yarışına ortak olabilecek bir görüntü çizmiyorlar. John Arne Riise'nin yerine Philipp Degen geldi falan da Martin Skrtel, Jamie Carragher ve Sami Hyypia ne kadar yeterlidir, zamanla göreceğiz...

Ron Ron vs. The Palace Vol. 2


Kasım 2004... Bir kez daha hatırlatalım o günü. Şampiyon Pistons, evinde son yıllarda konferansta büyük bir çekişme içine girdiği Pacers'ı ağırlıyor. Son period Indiana farkı açmış, garbage time denen kısma girilmiş aslında. Takımının son 45 saniyesine 15 sayı geride girdiği bir maçta ilk beş oyuncularını kenara almayan Larry Brown ilk kibriti çakan isim aslında. Gerçi Rick Carlisle da çok farklı davranmıyor bu noktada. The Palace boşalmaya başlarken Indiana hücumunda Ben Wallace ile Ron Artest arasında bir elektriklenme yaşanıyor, savunma sahasına gelindiğinde Artest namını yürütmek adına sert bir faul yapıyor Big Ben'e. Dediğim gibi, Artest bu! Sonra saha içinde artıyor gerginlik. Şovu diğer oyuncuların çaldığını hisseden Ron Ron, bu sefer hakem masasına uzanıyor. Bu harekete bir bira kutusuyla karşılık veriyor The Palace. "Burası Motor City" mesajını bu soytarıya vermek amaçları... Bunun üzerine Artest "Bu kadar mesaj yeter" diyerek ayağa kalkıyor ve gözüne kestirdiği Pistons taraftarı arkadaşa kafa göz dalıyor, tabiri caizse. Sonunda yukarıdaki kareye ulaşıyoruz, Mike Brown tarafından zaptedilen bir Ron Ron... Sezon boyu da sahaya adım atamıyor Artest cezası gereği. Tabi seyirciyle sürtüşen diğer isimler Stephen Jackson ve Jermaine O'Neal da uzun süreli cezalar alıyorlar. Pistons biraz ucuz kurtuluyor gibi. David Stern'ün asıl vermek istediği mesaj "Müşteri velinimettir" olunca, Detroit mazlumu oynuyor daha çok.


Temmuz 2008... Detroit ile Ron Artest'in isimleri yine aynı paragraflarda geçmeye başlıyor. "Sözkonusu olay yeni bir boyut falan mı kazandı, n'oldu?" diyordur off-seasonda şalteri indirenler. Hayır, son play-offtaki hüsran sonrası yeniden yapılanma arayışlarına giren Pistons'ın hedeflerinden birinin de Artest olduğu konuşuluyor. İlk önce "Çok boş bir iddia be, biraz daha destekli bir dedikodu atsaydınız ortaya" diye karşıladım yerel gazetedeki haberi. Fakat Carmelo Anthony iddialarını yüzlerce kez yalanlayan Joe Dumars konuya ilişkin tek kelime etmezken, birkaç kaynak daha benzer haberler geçti. Bu hafta ise Artest'ten ziyade Josh Smith free-agent piyasasında ön plana çıkmış vaziyette. Phoenix, LA Lakers, Dallas ile birlikte Detroit'in adı da talipliler listesinde. Tayshaun Prince-Amir Johnson ikilisinden oluşan bir paketle Hawks'un kapısını çalması bekleniyor Pistons'ın. Boris Diaw'un, Josh Howard'ın ve çok mantıklı bulmasam da Lamar Odom'ın adı da değişik paketlerde yer alabilir Smith için. Detroit yeni yapılanmaya gidecek mi, yoksa ufak oynamalarla mı yetinecek, kestirmek güç. Fakat tek bildiğim, Artest transferi olursa The Palace'ın tepkisini izlemek ilginç olacak. Ron Artest ne kadar "Değiştim, hatta bundan sonra ikinci adım olan William'la seslenin bana" derse desin, o yaşananlar unutulmaz. Ama Artest de bu takıma çok oturur dış etkenleri bir tarafa koyacak olursak. Yine de bize gelsin mümkünse, onun ilacı bizim benchte zira...

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Atina Aktarmalı Pekin Uçuşu


Atina'da yapılan Olimpiyat Elemeleri'nde üç biletin üçü de Avrupalılar'a gitti beklendiği üzere. Samuel Dalembert'i geçen sene vatandaşlığa geçiren Kanada umutluydu, ancak Sammy'nin kampı terk etmesi soğuk duş etkisi yarattı. Zaten ilk Slovenya maçındaki performansıyla Atina'da bulunanın sadece bedeni olduğunu gösterdi. Hoş, tam kapasitede bir Dalembert bile tek başına Olimpiyat vizesi için yeterli olmazdı ya neyse. Carl English de bekleneni vermekten çok uzaktı zaten.


Brezilya, ülke basketbolunun en önemli üç oyuncusundan ikisini Atina'ya getiremedi. Bahsettiğim isimler Anderson Varejao ve Leandro Barbosa tahmin ettiğiniz üzere. Sadece Tiago Splitter'ın eline bakan bir takım vardı sahada. Oyun kurucuları ise çok yetersizdi, bire birde iyi savunmacı Jonathan Tavernari. Ama hücumda hiçbir rolü yok, Hakan Demirel kadar dahi şut tehdidi yaratamıyor. 2002 maceramızın kötü sonlanmasını sağlayan isimlerden Marcelinho Machado da sadece üçlük deneyen bir arkadaşa dönmüş. Tamam, oyununun en etkili yönü bu, ama eğer tek opsiyonunuzun dış şut olduğunu savunmacıya hissettirirseniz durdurulmanız çok kolay olur. Nitekim de Machado'yu yakından alan her savunmacı, onun şut yüzdesini aşağılara çekmeye muvaffak oldu kolayca.

Porto Riko ise ülkenin en iyilerini Atina'da topladı aslında, belki Rick Apodaca eklenebilirdi bu kadroya Larry Ayuso'nun kitlendiği zamanlarda devreye girmesi için. Son bilet için Almanya karşısına çıkarken Carlos Arroyo'dan yoksun olmaları da kötü etkiledi. O olsaydı da Dirk Nowitzki, Porto Riko'nun Pekin vizesi almasına kolay kolay izin vermezdi bana kalırsa. Peter John Ramos ve Daniel Santiago turnuva boyunca kötü gözüktüler. Ramos, Almanya maçının ilk yarısında biraz sorumluluk alır gibi oldu ama yine de hücumdaki ilk tercih Jose Juan Barea idi. NBA patentli guard turnuvaya kötü başlasa da zamanla ritmini buldu. Son 2 maçı en iyi oynayan isimdi Porto Riko adına. Ayuso'nun ise eskisi gibi olmadığını Cibona Zagreb formasıyla izlediğimizde de görmüştük. Şutu girmediğinde takıma farklı yollardan yardımcı olmayı denemek yerine hep zorlama şutlar kullandı, yanlış tercihler yaptı. Marko Popovic kadar bile olgun davranamadı. Sonuç da fiyasko oldu Porto Riko adına haliyle. Meydan da Avrupalılar'a kaldı tabi.


Bu Avrupalılar arasında yarı finali göremeyen tek takım Slovenya oldu. Hiçbir maçlarına denk gelemedim, fakat Matjaz Smodis'in eksikliğini derinden hissettiler muhtemelen. Zaten geçtiğimiz Avrupa Şampiyonası'nda da 7.5 kişilik bir rotasyonla mücadele etmişlerdi. Kısıtlı kadroda, herkesin görev sınırları kati bir şekilde çizilmişti Ales Pipan tarafından. Bu dişlilerden biri ve en önemlilerinden de biri olmayınca, aynı verime ulaşmak kolay olmuyor tabi.

Gelelim Pekin'de izleme fırsatı bulacağımız takımlara. Öncelikle bilet işini son güne bırakan takıma bir göz atalım. Almanlar, bu Olimpiyatlar'a özellikle bileniyorlar, zira zaman Dirk Nowitzki'nin lehine işlemiyor. Alman basketbolunun böyle bir ismi bir kez daha çıkarabileceği yönünde çok umut yok. DBB Avrupa ikinciliğinden fazlasını bekliyor artık Dirk Bauermann ve takımından, bu beklenenin bu yaz gelmesi için de her şeyi yapıyorlar. Üçüncü kuşaktan bir Alman'ı vatandaşlığa geçirmek de dahil. Daha önce Chris Kaman'ın devşirilmesi sonrası bir yazı yazmıştım, orada da değinmiştim Alman Milli Takımı'na, isteyen bakabilir. Ancak Kaman takviyesi kadar etkili olan bir diğer gelişme Ademola Okulaja'nın sakatlığı. Bu turnuvada da bunu net bir biçimde gördük. Onun sakatlığına ilaveten Johannes Herber de sakatlandı ki, yük Konrad Wysocki'nin üstüne bindi iyiden iyiye. O da pek şutu olmayan, açıkçası kendisine hazırlanan oyunları yaptığı akıllı cutlarla değerlendirmekten öte hücum özelliği olmayan sınırlı bir oyuncu. Steffen Hamann bildiğimiz gibi, çok beklenti içine girmemek lazım, bu adamdan iyi bir oyun kurucu olmayacak kesinlikle. Pascal Roller de aynı seviyede 1 numara meziyetleri bakımından, ama bileği ısındığı an da takımın ikinci skor opsiyonu halini alıyor, bu turnuvada da gördük. Kaman ise üzerindeki baskıyı attıkça kendini bulacaktır, başlangıçta kullanmaya çekindiği orta mesafe şutları da göndermeye başladı günden güne. Jan Jagla da iyi bench ısıtıyor, havlu sallamakta da 30 Mark Madsen gücünde olduğu yönünde bir söylenti var. Rotasyonda Sven Schultze'nin bile gerisine düşmüş olması üzücü. Ben çok da ileri gidebileceğine inanmıyorum açıkçası Almanya'nın. Nowitzki ve Kaman dışında aldıkları katkı Roller'in gününde olmasıyla ilintili direkt olarak. Roller'in eline bakmak bu düzeyde bir takımsanız istemeyeceğiniz bir şey.


Yunanistan en komple takım görünümündeydi. Evsahibi takım istediklerini sahaya koyma konusunda hep daha avantajlı olur tabi ama ABD'nin en büyük rakiplerinden biri olacağına dair ışıklar verdi Yunan takımı. Yine Avrupa'nın en iyi guard rotasyonu görev bekliyor: Dimitris Diamantidis, Vasileios Spanoulis ve Theodoros Papaloukas. Cidden çözüm bulması zor bir üçlü. ABD takımı Deron Williams ile bu fizikli guardlara cevap verebilir gibi geliyor, tabi dün geceki gibi Coach K tarafından 2 numarada oynatılmayacaksa... Pota altı rotasyonunda da Kostas Tsartsaris pozisyonunun en iyilerinden. Bu sene Pana'ya geri dönen, son yıllarda gözlerden uzak kalmış Antonis Fotsis de "Bende hala hayat var" mesajını vermiş oldu bu eleme sürecinde. Uzun rotasyonunu tamamlayan diğer parçalar Piraeus yöresinden... Son yıllarda gelişimini heyecanla takip ettiğim Ioannis Bouroussis ve Sofoklis Schortsanitis. Baby Shaq geçen sezonu iyi geçirmese de Panagiotis Giannakis'in tuttuğu bir oyuncu, taraftarın da yaptığı her küçük katkıyı alkışla ödüllendirdiğini söylemek lazım. Bu elemelerde başka bir şey daha gördük ki, Giorgos Printezis artık olmuş. Michalis Pelekanos da görünmeyen işleri hakkıyla yerine getiriyor, haksızlık yapmamak lazım. Fakat ben Printezis'in geleceğini daha aydınlık görüyorum. Bakalım yeterli fırsatı bulabilecek mi Giannakis'ten.

Hırvatlar'ın kadrosu da kaliteli bir kadro. Kimi kadrolar vardır, kadroyu oluşturan oyuncular çeşitli sebeplerle totaldeki değerlerini sahaya yansıtamazlar. Bunun tam tersini yapmak da mümkündür, tıpkı Hırvatistan'ın yaptığı gibi. Oyuncuların değerini göz ardı etmeyeceğim... Avrupa'da el üstünde tutulan, aslında Nets yılları da bana göre abartıldığı kadar kötü geçmeyen bir Zoran Planinic. Bu kadroda yıldız olmaya en yakın isim Roko-Leni Ukic. Her zaman Euroleague seviyesinde iyi takımlarda forma bulmuş Davor Kus, Marko Tomas, Nikola Prkacin, Sandro Nicevic ve Popovic. Ancak yine de ismen daha etkileyici oyunculardan kurulu takımlardan daha fazla performans veriyor bu takım Jasmin Repesa yönetiminde düzenli olarak. Bu takımın 1999'da Damir Mulaömerovic, Gordan Giricek ve Toni Kukoc'u barındıran kadrosuyla ancak dokuzuncu olabildiğini de hesaba katmak lazım. Ama Hırvat Milli Takımı altın madalyayı kazanan taraf olamayacak muhtemelen bu yaz da, çünkü kazanan olmak için winner oyunculara ihtiyaç duyarsınız. Basit bir kelime oyunu değil bu. Hırvatistan'da kritik dakikalarda topu alan oyuncu ise Popovic. Tamam winner tanımına en çok uyan oyuncu o, takım içinde de birçok özgürlük verilmiş ona özel olarak. Ama Popovic bu da, Abdi İpekçi'de izleyenler de anlayacaktır ne demek istediğimi. Her zaman istikrarlı bir oyuncu olan, çok iyi savunma yapan, bunun yanında ceza şutlarını pek kaçırdığını göremeyeceğiniz Tomas ise bu turnuvada başka bir seviyeye çıktı. Kendi pozisyonunu kendi hazırladığını da gördük, alışık olduğumuz meziyetlerinin yanı sıra. Geçen sezonu ACB'nin orta karar takımlarından Fuenlabrada'da geçirdiğine inanmak çok zor. Real Madrid'in acilen geri çağırması lazım bana kalırsa. Onu kiraya verip Pelekanos'u takıma getirmek attan inip eşeğe binmek olmuş deyim yerindeyse.


Son olarak yayın sırasında Kaan Kural'ın da değindiği bir nokta var ki, gerçekten önemli. Tarih konusuna kafası takılmış. Aynı zamanda seçilen mekan da tartışmalı tabi. Bu organizasyonu turnuvaya neredeyse 1 ay kala farklı bir kıtada yapmak yerine, hemen Olimpiyat arefesinde Olimpiyat Köyü içerisinde yapmak daha bir makul olurdu gibi. Elemeden gelen takımlar 1-0 geriden başlıyorlar bence. Gerçi hiçbiri formunun zirvesinde değildi, bu da coachların doğru bir strateji uygulayarak antrenman temposunu belirlerken Olimpiyat tarihinde tepe noktasına çıkan bir grafik amaçladıklarını gösteriyor. Elemeler amaç değil araç olmalı tabi. Ancak yine de Kaan Kural'ın önerisine katılmak zorundayım, izleyenler için de çok daha cazip bir hale gelebilirdi elemeler o şekilde. Herkes yavaş yavaş Olimpiyat havasına giriyor, düşünün ABD ilk maçını bu sabaha karşı yaptı.

Augustus vs. Penicheiro


Türk bayan basketbolu tarihi sadece iki takımdan ibaret diyebiliriz. Galatasaray o ünlü Andrea Stinsonlı, Korona Longinli, Derya Özyerli kadrosuyla doksanlı yılları domine etmişti. 2000 sonrasında ise Fenerbahçe inanılmaz bir performans sergiledi. Bu yıl ise Galatasaray'ın tekrar atılım yapmasıyla oldukça zevkli bir lig izledik. Avrupa'da da Euro Cup'ta üçüncülük yaşadı Galatasaray. Fenerbahçe ise oturmuş çok kaliteli kadrosuyla Euroleague'de çeyrek final oynadı. Beklenen final gerçekleşti ve iki ezeli rakip final serisi oynadı. Müthiş zevkli ve bir o kadar da çekişmeli olan seriyi Fenerbahçe 3-2 kazanarak şampiyon oldu.


Gelelim bu sezona... Galatasaray, kadrosuna oldukça kaliteli yerli oyuncular kattı. Yasemin Horasan, Tuğba Palazoğlu, Kübra Siyahdemir ve Bahar Çağlar'ı oldukça kaliteli, birinci sınıf oyuncular olarak niteleyebiliriz. Fenerbahçe'de ise bir hareketlilik yok Türk oyuncu açısından. Süper yıldızları Cappie Pondexter'ı ise Moskova'da göreceğiz önümüzdeki sezon. İki kulüp de WNBA'den iki süperyıldızla anlaştılar, bunlar Seimone Augustus ve Ticha Penicheiro. Kısaca bu iki oyuncuyu size tanıtmaya çalışacağım yazının ilerleyen bölümlerinde. Bu arada Galatasaray bir başka yıldız Taj McWilliams-Franklin'le de anlaştı ve ayrılan Petra Ujhelyi'nin yerini doldurmuş oldu.


Seimone Augustus'la başlayalım. Augustus 30 Nisan 1984 doğumlu, yani 24 yaşında. Üniversitede LSU forması altında inanılmaz bir performans göstererek 2006 yılında Minnesota Lynx tarafından 1. sıradan draft edildi. WNBA'in süper skorerlerinden biri. Şu an devam eden sezonda ise Minnesota Lynx forması altında 19.5 sayı ortalamasıyla oynuyor. WNBA tarihinde de çok önemli bir yere sahip Augustus. Kariyerinde sahip olduğu 21.5 sayı ortalamasıyla WNBA'de gelmiş geçmiş maç başına en fazla skor üreten oyuncu. Galatasaray bu müthiş transferle Euro Cup ve Türkiye Ligi'nin en önemli favorilerinden biri haline geldi.


Gelelim Fenerbahçe'ye. Oynadığı kısa sürede kulübün efsane oyuncularından biri haline gelen Pondexter'ı kaybettiler. Ama taraftarlar bunun üzüntüsünü bile yaşayamadan efsane oyuncu Ticha Penicheiro ile anlaşma yapıldığı açıklandı. 18 Eylül 1974 doğumlu oyuncu WNBA tarihinin en iyi oyun kurucusu olarak gösteriliyor. Toplamda 1978 ve maç başına 6.0 asist ortalaması ile tüm zamanlar listesinde zirvede olması da bunun en büyük göstergesi.

NBA oyuncularına benzetmek gerekirse Galatasaray Kobe Bryant'ı, Fenerbahçe Jason Kidd'i aldı diyebiliriz. Bu sezon en az geçen yılki kadar zevkli ve çekişmeli bir lig bekliyor bizi. Bu iki güzide kulübümüzün de Avrupa'da başarılı olmaları yüksek olasılık. Bakarsınız Beşiktaş da Candace Parker'ı alır, yeni bir yazı yazmak zorunda kalırım...

25 Temmuz 2008 Cuma

Avrupa Transfer Çılgınlığı


Yıllardır NBA'i büyük bir gıpta ve hayranlıkla izleriz. Organizasyonda dönen para dudak uçuklatıcı cinsten. Sıradan oyuncular bile milyon dolarlık kontratlara sahipler. NBA'den sonraki en büyük organizasyon ise bizim takımlarımızın da yer aldığı Euroleague. Son 3-4 yıldır David Stern'ün de çok arzu ettiği globalleşme kapsamı içerisinde NBA takımları Avrupa'nın ünlü takımlarıyla ''NBA Europe Live Tour'' adı verilen organizasyon kapsamında karşı karşıya geldiler. Birçok kişi NBA takımları ile Avrupa takımları arasında eskisi kadar büyük farklar olduğunu düşünmüyordu. Tabi Amerikalı basketbolseverler dahil değil bu gruba. Bu süreç içerisinde oldukça güzel maçlar oynandı, Avrupa takımları da hatırı sayılır sayıda galibiyet aldı. Hele CSKA'nın bir Clippers galibiyeti var ki, 'eze eze' tabiri cuk oturur. Stern de bu maçlardan rahatsız olmuş olacak ki, bu yıl NBA takımları ve Avrupa takımları karşı karşıya gelmeyecek.


Avrupa takımları potansiyellerini böylelikle göstermiş oldu, ama dünyada kime sorarsanız sorun NBA'de oynamayı tercih eder. Fakat geçtiğimiz hafta içerisinde gerçekten önemli gelişmeler yaşandı. NBA'de herhangi bir takımda kontrat bulabilecek olan Bostjan Nachbar 3 yıllığına 14.2 milyon dolar karşılığında Dinamo Moskova ile anlaştı, Avrupa'nın da transfer rekorunu kırmış oldu böylelikle. Ama bu çok da abartılacak bir şey değil, ne de olsa Nachbar bir Avrupalı ve NBA'de kazanabileceği rakamdan daha fazla bir miktarda teklif alınca kabul etti. Bu transferden 2-3 gün sonra Amerikalılar'ı da şaşkına döndüren olay gerçekleşti. Atlanta'nın bu yıl play-off oynamasında en büyük katkılardan birini sağlayan ve gözde free agentlardan biri olan Josh Childress rekor transfer ücreti olan 3 yıllığına 20 milyon dolar ile Olympiakoslu oldu. Bu son sözleşmelerde yer alan ücretler inanılmaz gerçekten. Childress'ın aldığı yıllık ücretle Euroleague düzeyinde gayet kaliteli bir takım kurulabilir. Prokom'un falan o kadar da bütçesi yoktur herhalde.


Bu gelişmeler NBA ve Euroleague'in yakınlaşmasını hızlandıracak faktörler. Ben Avrupa takımlarının yıllar geçtikçe bütçelerini daha da arttırmasını bekliyorum. David Stern'ün hayal ettiği globalleşme sürecine de oldukça katkı sağladı bu transferler. Amerikalı basketbolseverlerin de ilgisini çekebilmek için Euroleague herhangi bir Amerikan televizyonunda verilebilir bence. Bildiğim kadarıyla böyle bir şey yok. Kalite olarak Euroleague'in altında olan NCAA bu kadar izleniyorsa, Euroleague de ilgilerini çeker bence. 10-15 yıl sonra Abdi İpekçi'de Efes Pilsen ve Utah Jazz takımları arasında oynanan bir lig karşılaşması izleriz belki de kimbilir.

Dikkat Sahada Babaanne Var!


İlginçtir bu üst üste yazacağım ikinci WNBA yazısı. Ama gerçekten ilginç şeyler olmaya başladı. Geçen gün yaşanan kavga yüzünden Detroit Shock'tan birçok oyuncu ceza aldı. Bunun sonucunda tarihe geçecek bir olay gerçekleşti ve Detroit Shock, Nancy Lieberman ile 7 günlük kontrat imzaladı. Oyuncuyu bilmeyenler "Ne var ki bunda" diyebilir. Ama Nancy Teyze tam 50 yaşında. Yanlış yazmadım, sizin de gözlerinizde problem yok, tamı tamına 50. 1 Ağustos 1958 doğumlu Nancy Lieberman doğum gününü sahada kutlama şansını da yakaladı böylelikle. Hatta dün gece de ilk maçına çıktı. 9 dakika sahada kalan Lieberman 2 asist yaptı. Kendisine ''Hey Maşaallah'' diyor ve başarılarının devamını diliyoruz.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Ayıp Artık Be Rick


Ünlü ''Bad Boys'' lakaplı Detroit takımının elemanlarından biriydi Rick Mahorn. Belki de NBA tarihinin en çirkef oyuncularından biri. Rakiplerini sahada dövmekten beter ederdi. Bunları yazmamın nedeni nostalji yapmak değil, dün geceki olay.


Dün gece Los Angeles Sparks ve Detroit Shock takımları arasında oynanan WNBA maçında bayan basketbolunda eşine fazla rastlanmayan bir olay gerçekleşti, kavga çıktı. Los Angeleslı Candace Parker ve Detroitli Planette Pierson maçın bitimine saniyeler kala birbirlerine girdi. Ondan sonra yedek oyuncular ve teknik ekipler de kavgaya katıldı. Rick Mahorn abimiz de uzun süredir kavga etmemenin yarattığı heyecanla Lisa Leslie'yi itip düşürüvermiş.


Maçtan sonra da kesinlikle böyle bir amacı olmadığını ve sadece kavgayı önlemek için araya girmeye çalıştığını belirtmiş. Yıllardır Jordan'ı, Bird'ü dövdü bir şey demedik, dede olacak yaşa geldi hala kavgalarda başrolde Rick Mahorn. Kavgayı fırsat görüp kadın falan dinlememiş. Yaptığı hareketi tasvip etmiyor ve ''Allah ıslah etsin'' temennimizi tekrarlıyoruz.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Afro Style













Sporcular hangi branşta olursa olsun oynadıkları oyun haricinde oyuna renkli kişilikleriyle de katkıda bulunurlar. Bu renklerden biri de saçları. Renkli ve bir o kadar da ilginç saç stillerinden biri de afro. Resimlere bakanlar "Fatih Terim'in saçı afro değil ki yahu" diyebilir. Bence de tinerci ve şarapçı saçı karışımı bir şey. Neyse gider o...

22 Temmuz 2008 Salı

Geleneksel Transfer Şenlikleri


Yine bir yaz dönemi ve transferler. Her zamanki gibi gazetelerin tirajlarını arttırmak için türlü katakulli yaptığı bir dönemdeyiz. ''Patagonya Kamil ile anlaştı'', ''Kamil için devreye Çemişgezek de girdi'', ''Patagonya Kamil transferinden vazgeçti'' gibi pembe dizi tadında haberler okuyoruz bıkmadan. Kulüpler yine milyon dolarlar döküp seneye daha başarılı bir kadro kurma peşinde. Transferler hakkında yorum yapmayacağım. Trabzonspor ülkede ayağı topa değen herkesi aldı, Galatasaray Meira ve Kewell transferleriyle masrafsız ama kaliteli transferler yapmaya çalıştı, Beşiktaş her zamanki gibi çer çöpe milyon dolarlar döktü, Fenerbahçe az transfer yaptı ama büyük para harcadı falan filan.


Ben işin medya bölümüne değinmek istiyorum. Gazeteciliğin ayaklar altına alındığı başka bir dönem yoktur heralde. Özellikle Fotospor gibi 'efsane' yayın organlarında öyle garip yazılar okuyorum ki, futbol izlemediğimi ve futbolu bilmediğimi düşünmeye başlıyorum. Büyük olasılık çilingir sofrasında falan yapıyorlar o haberleri. Maddi zorluk çektiği sağır sultan tarafından bile duyulmuş Galatasaray için Deco geldi, Kone uçağa bindi, Pires trenle yola çıktı, Maniche gemiyle geliyor. Aslında bu kulüpler için de çok olumsuz bir durum. Taraftar Ronaldinho beklerken Maldonado gelince biraz garipsiyor tabi ki.


Bir de şu imza töreni olayları var meşhur. Adam imzayı atar, sonra klasik açıklamalar: Taraftar çok büyük, çok ünlü bir takıma geldim... ''Taraftar az ama geldik işte" ya da "Kulüp fazla adını duyuramamış ama ekmek parası be abi'' demelerini mi bekliyorlar acaba? Ama bazen çok komik de oluyor yahu. Kasımpaşa'ya gelen Afrikalı bir oyuncunun ağzından ''Çok büyük ve köklü bir kulübe geldim, taraftarın da muhteşem olduğunu biliyorum'' türünde bir açıklama okumak herhangi bir karikatürden fazla gülmeme neden oluyor. Zaten bazen Uykusuz falan almaktansa spor gazetesi alıyorum bu dönemlerde, hem daha ucuz yahu. Hem aklıma gelmişken Kone'nin bindiği uçak ne oldu? 1 senedir havada, insin diye hala bekliyorum ben, basına güvenim sonsuz.

Survivor Is Coming! (Mathematized)


+


=


Ne karikatür, ne de fotoğraf beni tam olarak yansıtıyor aslında. Öğrenci evinde değil de Gümüşsuyu Erkek Öğrenci Yurdu'nda kalıyorum. Ama isimde erkek öğrenci yurdu sadece, ne kadar büyük arzu duysam da kızlı ortamda 'çıplak ten üzerine süveter' doğru kombinasyon değil gibi. Üstadın önünde saygıyla eğiliyorum yine de. Fotoğrafa gelince cidden büyük bir Nash-Hater sayarım kendimi, göğsüme üç yumruğu da vururum bunu söylerken. Saha içinde de, saha dışında da saygı duymam Steve Nash'e, Hair Canada'ya... Dirk Nowitzki de Nash'in wingmani olarak 1-0 geride başlıyor zaten gözümde. Onun da en büyük hayranı değilimdir. Çok zor şeyleri makine düzeninde yapıp kolay gösteren adamlara ve Almanlar'a olan genel antipatimin de etkisi vardır bunda. Michael Schumacher, Roger Federer, Tiger Woods... Bu efsanelerden hiç hazzetmem mesela, saygı duyarım ama kesinlikle.

İlginç bir yaz geçiriyorum... Yaz okulu gibi, okul yazı gibi. Pek devam kasmasam da, hocalar bu konuda anlayışlı olsa da, kafamın bir köşesinde yer etmiş durumda yine de dersler. Sağlam bir survivor bekliyor beni girdiğimiz şu hafta içerisinde. Son vizeler bastırdı, arkasından da finaller gelecek. Vizeleri sallarsak, finallerin patlaması da yakındır. O yüzden 'kastırıyorum' bu hafta, bana kalan zamanda da sosyal hayattan kısmak yerine blogda geçirdiğim zamandan vazgeçeceğim sanırım. Yoğun çalışma sırasında bünye alkol istiyor, almayınca eller titremeye başlıyor falan. Pek de ayık olamayacağımı düşünürsek, buraya bir şey yazmamam herkes için en hayırlısı olur aslında. Nash fanleriyle tartışmak istemem şimdi hiç! O yüzden Oktay Akarsu'yu tam yetkiyle donatıyorum ikinci bir emre kadar. Hep aklımda olan bir isimdi Oktay, kendisine duyduğum güven sonsuz. Yukarıdaki fotoğraf da onun, deşifre etmek istedim nedense. Şaka bir yana, bu hafta pek yokum, gelecek haftadan da emin değilim. Oktay daha çok güncel tutmaya çalışır burasını. Kim bilir belki de Eren Floransa'dan bildirir.


Belki üniversiteye önümüzdeki yıl adım atacaklar vardır takip edenler arasında. ÖSS sonrası salmaya meyilli oluyor bünye, yaz tatili de yetmiyor. Yine de salmanın da bir sınırı olmalı. Hazırlık da okumuyorsanız başınıza iş alabilirsiniz aksi takdirde. İlk dönem 19 kredi aldım, 9 kredi verdim. Veremediğim 10 kredilik dersin hepsi de VF. Daha vize gelmeden ben devamsızlıktan kalmıştım yani, gelemedim yoğun tempoya. İTÜ'de 5 yıl geçirme konusuna da pek sıcak bakmadığımı tahmin edebilirsiniz, 5 yıllık liseden gelme biri olarak her şeyden önce. Bir de İTÜ be!

Yedi Farkı Bulmak İstemek Ama Bulamamak



İki resim arasındaki yedi farkı bulmakla ne zaman öldürmüşüzdür küçükken, başlık buna gönderme... Biraz karışık gözüküyor da açıklama yapmak istedim. Çağlar Yıldız'ı okuyordum, Ronaldinho'nun 80 numarada karar kıldığını gördüm. Resim de oradan arak zaten direkt, bu saatte Google bile işkence... Clarence Seedorf 10 numarayı bırakmak istemediğini açık ve net ifade etmişti. "Ben Manuel Rui Costa'yı bekledim o formayı almak için, o da sırasını bekleyecek" demişti kısaca, gelenekçi yaklaşmıştı olaya. Bazı yıldızlar egolarını bir kenara koyup jestler yaparlar böyle durumlarda, Seedorf kesinlikle öyle bir yıldız değil. En son bu yaz milli takımda gördük ikinci plana atılmaktan hiç hoşlanmadığını. Neyse hayırlı olsun diyelim. Ronnie'nin bir şansı daha olabilir, en azından gelecek sezon öncesi. Zira Seedorf'un Juve ile dirsek temasında olduğu yönündeki söylentiler de ayyuka çıktı son günlerde. Ulan Seedorf!

"When I was playing for Inter, I used to wear the number 10. And when I moved to AC Milan, I could not continue using it because it belonged to Rui Costa. When he left the club, I was able to wear my favourite number, so I think that this example should prevail this time as well."

Ben Ronaldinho'dan 11 veya 20 tercihi bekliyordum aslında. Alberto Gilardino'nun boşalttığı 11 numaralı formaya Brezilya Milli Takımı'ndan da aşina kendisi. Seedorf'un geri adım atması, ancak Nike'ın baskıları sonrası olabilirdi. Biliyorsunuz R10 markasına büyük yatırım yaptılar son yıllarda. Belki Nike çok ısrarcı olmamış, belki Seedorf ancak bir siyahın olabileceği kadar inatçı olmayı başarmış, bilemiyorum. Ama 80 tercihini ustaya yakıştıramadım. Daha bir ay öncesinde arkadaş muhabbetlerinde Semih Erden'i tiye alıyordum 86 numaralı formayı aldı diye. "Bayağı yaratıcı davranmış bizim Tuncay' da" diyordum... Peki şimdi nasıl bakacağım o adamların suratına. Semih'i seven Fenerbahçeli bile bulmak zor, kimse de itiraz edip Semih'in zekasını hafife aldığımı söylemedi haliyle. "Ronnie'nin yaratıcı zekası da biraz eksik sanki" denmez ki şimdi aynı ahaliye. Neyse, "Bu olmadı işte Ronaldinho" der susarım.


İki resim arasında yedi fark çıkar mı bilmem ama üstteki üçlünün altındakiler biraz sönük kalmış gibi. Ama Pato-Kaka-Ronaldinho, Boston'daki Big Three'nin futboldaki açılımı haline gelebilir. R80'i sahada görmek lazım tabi bir.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Vidmar vs. Milic


Bu soruyu herhangi bir Fenerbahçeli'ye sormak abes olurdu. Marko Milic, doksanların sonundaki efsane kadronun en kariyerli oyuncusu değildi belki, ama taraftarın en sevdiği isimdi tartışmasız. Tabi ki rahmetli Conrad McRae'nin yeri de başkaydı, fakat o Efes Pilsen formasıyla girmişti Türk basketboseverinin hayatına. Marko ise tamamen Fenerbahçe'ye aitti her sarı-lacivertliye göre. Henry Turner vardı ondan önce, Dallas Comegys ile birlikte oynayan... Çok sevilirdi o da, ama herkes unuttu Turner'ı bu Sloven hayatlarına girince. O Sloven, bugün ülkesinde Union Olimpija formasıyla kariyerine devam ediyor. Kötü bir sakatlık da geçirdi, sahada kötü durumlara düşmeden basketbolu bırakmak da isteyebilir. Ama geçen sene o meşhur atletikliği onunla birlikteydi yine. Buna müthiş bir kazanma arzusu da eklenince yukarıdaki gibi bir kare yansıdı objektiflere. Yine Top 10'e de çok hareket soktu sezon boyunca Milic. Hobileri arasında panya kırmak da bulunan bir adamdan bahsediyoruz sonuçta.


Fenerbahçe uzun yıllar sonra bir başka Sloven ile tanıştı. Yanında bir başkası da vardı aslında, Emir Preldzic. Ancak uzun oyuncu her zaman daha şanssızdır bu konularda, bir iki hatalı hareketin ardından 'kalas' olarak nitelendirilmesi uzak değildir, hele de Türkiye gibi bir ülkede. Ha bence doğru bir transfer miydi, değildi. Ancak bu adamın da iyi bir kumaşı var, birçok maçta gösterdi bunu. Belli bir istikrara yayamadı ama bir Real Madrid performansı var mesela unutulmayan. Tabi ki Ömer Aşık gibi bir oyuncuyu Alpella'ya bırakıp, bu adamı ilk beş çıkarıyorsanız eleştirilirsiniz. Neyse ki Mirsad Türkcan'ın sakatlığında Ömer'e sıra gelmesi de daha fazla gecikmedi. Zaten Alaeddin Yakan'la geçirdiği Alpella yıllarının onun kariyerine çok olumlu yansıyacağını düşünenlerdenim. Neyse bu Sloven arkadaş da foto muhabirlerine ilginç bir poz vermiş. Pozu ilginç kılan bir anlamda posterize olan Lietuvos Rytas'ın Boşnak uzunu Kenan Bajramovic aslında.

Bu iki fotoğraf Euroleague'in birkaç yıldır düzenlediği Photo Face-Off'ta finale kalmışlar. Vidmar, rakiplerini ezmiş geçmiş finale kalırken ayrıca. Ülke olarak severiz nicelikteki büyüklüğümüzü kullanmayı, bu etkilemiş olabilir oylamayı. Diğer adayın Milic olması da bu teorimizi güçlendiren bir veri. Fenerli arkadaşları son kez göreve çağırıyoruz o zaman. Yalnız estetik açıdan ön plana çıkan bir Will Bynum smacı var Ersan İlyasova'yı aciz bırakan, hakkını yemeyelim. Vidmar'a direnememiş yarı finalde ama gerçekten güzel bir fotoğraf vermiş Maccabi'nin atletik point guardı. Aynı şekilde Nikola Pekovic ve Partizan taraftarını yansıtan fotoğraf da fotoğraf sanatı açısından büyük bir iş. O da Milic'in kurbanlarından. Tüm fotoğraflara verdiğim linkten ulaşabilirsiniz, oylamaya da katılın tabi, son gün. Bu arada Bynum dedik, fotoğrafa konu olan hareketi de sunayım Chris Cornell eşliğinde. Kusura bakma Ersan!




Güncelleme: Oylama sonucunda kazanan fotoğraf Vidmar ve Bajramovic'i konu alan ikinci fotoğraf olmuş. 65% gibi bir oy almış sözkonusu fotoğraf. Vidmar'ın sezon boyunca yaptığı en önemli işlerden biri! Yok, beğeniyoruz kendisini az biraz yukarıda da bahsettik.

Canfeda


Uzun süredir düşürmüyorum Can Baba'nın bu kitabını elimden. Can Yücel'de en sevdiğim, şiirlerini her okuduğumda tamamen farklı bir tadı yakalayabilmem, daha önce bulamadığım anlamlara haiz olabilmem. İnsan gelişiyor, olgunlaşıyor. Ama bilmiyorum, bu hayat onu tam olarak anlayabilmek için yeterli olabilecek mi...

Yüzünü Batı'ya dönmüş bir babası vardı, Köy Enstitüleri'ni hayata geçiren Hasan Ali Yücel. Dedesi ise yeni olan her şeyden rahatsızdı. Babasını çok seviyordu, ancak onun evden uzak olduğu yıllarda hep dedesiyle beraberdi. Böyle bir çatışma içerisinde büyüdü. O da öfkeliydi her zaman. Öfkesi öfkeydi fakat delikanlı ve temizdi. Bütün okul hayatı boyunca o şatafatlı protokol hayatından uzak durmaya çalıştı, arkadaşları hep mahallenin çocuklarıydı. Siyasetle haşır neşir olmaya başlayınca Baba Yücel, Can'ı Cambridge'e gönderdi. O Cambridge'de Bertrand Russell hocası olacaktı. Yine de İngiltere ona göre değildi, zaten o yerini Datça'da buldu yaşlılık yıllarında. İngiltere'nin kasvetli havası, onun deli yüreğine göre değildi. Ağaç, toprak, deniz, hava, bulut hep en güzel haliyle yansıyordu kağıda onun kaleminden.

Muhalif göründü, iki kez hapis yattı. Ziyaretçilerden gelen üzümlerden gizlice şarap yapabilecek de bir adamdı, öyle bir mahkumdu. Koğuşta demlendikleri cezaevi yönetimince ortaya çıkınca sonuç üç günlük hücre hapsiydi, bu üç gün boyunca üzerine tazyikli su sıkıldı. Bu duruma o beyinden nasıl bir tepki gelmesini beklersiniz. Böyle dedi üstad: O kadar şarabın üstüne iyi geldi. Haksızlığa kızıyordu Yücel, insanoğlunun ne kadar aptallaşabildiğini görmek onu öfkeye sürüklüyordu. Ne de güzel serpiştiriyordu küfürlerini şiirlerine. Öfkesi, insanı olması gereken insandan uzaklaştıran her şeye karşı en büyük silahıydı. Hayatı tersinden yaşadı, bize de dizeler kaldı.

-BİR DOĞAÇ DAHA-


Ben bu evi
Bu baba evini
Manolyalarıyla, fıstık ağaçlarıyla, gülibrişimleriyle
Ve televizyonun üstüne asılı Onun resmiyle
Helasının işlemeyen sifonuyla
Kitaplarıyla ve rütubetiyle
Güler'le aşktan herzaman dağınık yatağıyla
Anılar değil, gelecek çocuklarımızın kokularıyla
Ben bu evi bir saksafon solosuyla yıkıyorum
Duvarların nasıl çökeceğini
Damının göğsüme nasıl ineceğini bile bile
Ben bu evi yıkıyorum Cemil Bey'in bir taksimiyle
Kardeşlerimle taksim edilemeyen bu evi
Yıkıyorum nihaventten bir taksimle
İzale etmek için bir izale-i şuyuyu
Yıkıldı mı bu ev toprağın, kayanın üstüne
Benim tamburumla borazanımla
Görünecek açılan damından
Gündüzleri güneş
Geceleri yıldızlar
Aşkı taksim edilmesin diye bu evin
Cemil Bey'in taksimiyle ben bu evi yıkıyorum
Yıktığımda da yıkıntısı altında değil
Üstümde Güler var
Altımda toprak

20 Temmuz 2008 Pazar

Nuh'un Takımı


Fotoğraftaki beş, ilginç bir beş gerçekten. Birbirleriyle hiç işi olmayacak bir grup gibi geliyor. Hollywood yapımı bir spor filminde yer alan fiksiyonel bir kolej takımı falan diyebilirim kareye bakıp. Siyahı var, beyazı var. Çok uzunu var, çok kısası da... Karakter hakkında çok şey söyleyebilen saç stillerine bakıyoruz, yine çok farklı insan profilleri karşımızda. Okul hayatı boyunca örnek öğrenci olmuş Jose Juan Barea. Larry Ayuso, Bronx doğumlu zaten. Hayatın her alanında disipline gelmeyen bir tip. Daniel Santiago'nun kişiliği konusunda çıkarım yapmak zor. Peter John Ramos hakkında ise kırıcı olmamaya çalışacağım. Arka sırada oturan, anlama güçlüğü çeken öğrenciydi muhtemelen. Yine de bu harman, şu güne kadar olumlu sonuç verdi. En azından Emir Preldzic'i üzmeye yetmişler kareye de yansıdığı gibi. Yarın Pekin'e son bilet için Dirk Nowitzki'yle karşılaşacaklar. Pek şanslı görmüyorum açıkçası Almanlar karşısında, ama şu fotoğrafı vermiş olmaları bile yeterli zaten.

Yavru Kartallar!?


Yıldırım Demirören geldiği günden beri dünya basınında ancak Vicente Del Bosque sayesinde yer bulabilen Beşiktaş, farklı yollara başvurmaktan hiç çekinmiyor. Uzakdoğu'da yerel kahraman ilan edilen İlhan Mansız'dan alınan bonservis ücreti dışında hiçbir gelir elde edemeyen Beşiktaş yönetimi bunun acısını Berlin'de doğan ikizlerden çıkarma amacında. Sözkonusu ikizlerle ilgili habere Die Welt'te rastladığımda oldukça şaşırmıştım doğrusu. Ama şovu çalan yine Demirören yönetimi oldu. Hayatımda gördüğüm en absürd açıklamalardan biri Beşiktaş'ın resmi sitesinde yer aldı. Bu dahiyane fikrin gerçek sahibinin Sinan Engin'den başkası olmadığı da konuşulanlar arasında. Almanya'da siyah-beyaz denince akla gelen Borussia Mönchengladbach'ta ise yönetimin bu duruma tepkisiz kalması taraftarları oldukça rahatsız etti. Kulüp misilleme yapmaya hazırlanıyor. Şaka bir yana işte tam metin:

"Alman Stephan Gerth ile Ganalı eşi Florence Addo –Gerth’ün yeni doğan biri siyah diğeri beyaz renkteki bebekleri, dünyada bir ilk oldu ve ikizler büyük ilgi gördü.

Kulübümüz yeni dünyaya gelen ikiz bebekleri, dünyada ve Türkiye’de bir spor kulübünün yayınladığı ilk çocuk dergisi olan Yavru Kartal’ın üyesi yapıyor. Ayrıca “siyah beyaz” ikizler, aileleri ile birlikte Türkiye’ye davet edilecek ve BJK İnönü Stadı’nda bir maçımızı izlemeleri sağlanacak. Kulübümüz, lisanslı ürünlerimizin satıldığı Kartal Yuvası mağazamızdan ikiz bebekler için çocuk ürünleri setini de Berlin’e gönderecek.

Yavru Kartal dergimizin 15 Ağustos’ta piyasaya çıkacak olan Ağustos sayısında da “siyah beyaz” bebeklerin fotoğrafları kapakta yer alacak."

Bundesliga Top-Transfers #4: Tamas HAJNAL


Tamas Hajnal (Karlsruher SC zu Borussia Dortmund)

Bu listeyi bayağı ihmal ettim. Dünya herkes için dönmeye devam ediyor ve rutin yoğunluklar içerisinde akışı yakalayamıyorsun bazen. Yeni transferler sonrası bu liste geçerliliğini korumuyor bugün, onu belirtmek isterim. Mesela Schalke 04'ün yeni imzaladığı Orlando Engelaar, bir şekilde girerdi bu listeye. Bunun gibi birkaç isim daha var. Ancak ben Haziran sonunda kafamda netleşen listeye sadık kalıyor ve 4 numaradaki isimle devam ediyorum. Listede en çok sempati beslediğim isimlerden Macar Tamas Hajnal. Geçen sezon büyük bir çıkış gösterdiği Karlsruhe'den Jürgen Klopp'la yeni bir başlangıç arayışındaki Borussia Dortmund'a geçti Hajnal. Aslında Dortmund'da uzun süredir temiz bir sayfa açabilmek hedef, bu uğurda oyuncular geliyor, oyuncular gidiyor. Sonra yeni oyuncular geliyor, yine oyuncular gidiyor. Premier League'de Newcastle United'ın çizgisine paralel bir çizgiyi de Bundesliga'da Westfallen ekibi çizmiş durumda. Bu doğrultuda Bundesliga-Manager'daki favori oyuncumun bu tercihinden çok da memnun değilim açıkçası. Yine de Mainz'ı tarihinde hiç gelmediği yerlere, son derece kısıtlı bir kadroyla getiren Klopp'a inancımdan da bahsetmeliyim. Bu kadrodaki isimleri optimal düzeyde kullanıp, kulübü oyuncu çöplüğü kimliğinden uzaklaştırabilir.


Klopp'un takıma ilave edilmesini istediği ilk oyunculardandı Hajnal. 1,3 milyon euroluk bonservis ücreti de böyle bir oyuncu sözkonusu olduğunda dert edilmemesi gereken bir detay bana kalırsa. Dortmund'un ne oyunculara ne paralar verdiğini düşünüyorum da. Bu arada sıcak paraya ihtiyaç duyan Karlsruhe için de çok kötü bir alışveriş olmadı. Geçen sezon başında Kaiserslautern'den sadece yarım milyona getirmişlerdi Tamas'ı. Yine de biraz daha elde tutulsa kulübe çok daha fazla para getirirdi, eminim. Geçen sezonki başarılı performansta da İsviçreli savunmacı Mario Eggimann'la birlikte en büyük katkıyı yapan oyuncuydu Hajnal. Bu sezon Ede Becker her iki oyuncudan da yoksun olacak. Yerlerine alınan Tim Sebastian ve Antonio Da Silva'nın seleflerini fazlasıyla aratacağını şimdiden söyleyebilirim. Hajnal takımda forvet arkasında yer alacaktır muhtemelen. Geçen sezonki taktik düzende böyle bir pozisyon mevcut değildi, ancak Klopp hep çift forveti Hajnal tarzı bir oyuncuyla desteklemiştir Mainz yıllarında. Hücum bölgesinde Hajnal ile birlikte oynayabilecek, ya da ona forma yolunda rakip olabilecek birçok yetenekli oyuncu var. Nelson Valdez, Diego Klimowicz, Alexander Frei, Mladen Petric ve Delron Buckley öne çıkan isimler gibi. Tabi bu oyunculardan bazılarının kulüpteki gelecekleri halen belirsiz. Frei-Petric-Hajnal gibi bir trio rakip defans için korkulu bir akşamüstü anlamına gelebilir, gerçi Petric'in bu yazı çok iyi geçirdiğini söylemek güç. Yine de Hajnal'in çok iyi partnerlere ihtiyaç duymadığını geçen yıldan biliyoruz. Karlsruhe'nin 1. Bundesliga'ya çıkmasında önemli payı olan Edmond Kapllani, geçen yıl yokları oynadı. Nürnberg'den devre arasında alınan Joshua Kennedy de fark yaratmaktan uzaktı. Buna rağmen takımın hücumunda sorumluluğu neredeyse tek başına üstlenen bir Hajnal vardı. Bazıları onun sadece hücumunu kontraatak üzerine kuran bir takımda başarılı olabileceğini söylese de, ben bu adamın her koşulda kendisini gösterebileceğine inanıyorum. Göster kendini aslanım!

Yeni Yazıhane Diyorsak...

Bir yılı geride bıraktığımız gibi soluğu yeni tasarımda aldık. Kubilay Kahveci'nin yeni oyuncakları için buradan yakın. Yazıhan...